Yazı: Ayşe Sevim Fotoğraflar: Halit Ömer Camcı
Elimizde bir fotoğraf var, inceleyelim mi?
18 Mayıs 1944 saat 03.00. Kapıları yumrukluyorlar, “Otkroyte dver, Otkroyte dver” diye bağıran hırıltılı sesler Kırım sokaklarında dolaşıyor. Kızıl Ordu’nun askerleri “ Kapıyı aç” diye gürlüyor. Annelerinin bacaklarına sarılan çocuklar, sakatlar, gözleri korkudan büyüyen genç kızlar, erkekler sokağa diziliyor. “Kırım Türklerinin II. Dünya Savaşı’nda Ruslara ettikleri ihanet yüzünden ülkelerinden sürülmesine karar verilmiştir. Vatan hainleri vagonlara bindirilip Sibirya’ya gönderilecek” diye anons ediliyor. Yirmili yaşlarda bir kadın: “Kocam Rusya için savaşırken öldü, madalyası bile var, Tatarlar Rusya için savaştı, biz ihanet etme..” cümlesini bitirmeden yere düşüyor. Barut kokusu… Gırtlağından vuruyorlar onu.
“Rusya kendine ihanet edildiğini söylüyorsa iş öyledir”, diyor onu vuran sivilceli bir Kızıl ordu askeri. Sonra yere tükürüyor.
Tatarlar yük ve hayvan taşımak için yapılan trenlere dolduruluyor sıkış tıkış. İtiraz edenlere ne mi oluyor? Kurşuna diziliyorlar. Tecavüze uğruyorlar. Dövülerek öldürülüyorlar.
Tıkır tıkır tıkır… İşitiyor musunuz tren hareket etti. Bir sürü yaşlı, kadın ve çocuk havasızlıktan ölecek birkaç saat sonra. Bazı vagonlardan askerler bu cesetleri alıp yola atacaklar. Mesela şu kadına bakın, hani başını önüne eğerek ağlayan kadından bahsediyorum. Beş yaşlarındaki oğlu kucağında ölmüş. Askerin teki oğlunu zorla kadından alıp yola fırlatacak birazdan. Çocuğun bedeni yere düşüp yuvarlanacak.
Bu kadar mı? Değil. Bazen en büyük zülüm kelimelerle yapılır. “Sizi nereye götürüyoruz biliyor musunuz pis Tatarlar, canavarların memleketine… Orada insan yiyorlar. Hepinizi kemirecekler. Evelerinize asla dönemeyeceksiniz. Vatan hainlerinin sonu budur. Sizi götürdüğümüz yerdeki yamyamların sivri dişleri var. Neden mi? Çocuklarınızı yemek için. Onların gözlerine bakarsanız canları hemen kanınızı içmek ister, siz buna layıksınız.”
İkinci fotoğrafta sıra, buyurun.
Sibirya’dayız. Buraya daha önce yerleştirilmiş Özbekler resmi bir bildiri dinliyorlar. Yüzleri korku içinde… “Rus hükümeti burada yaşamaları için trenlerle yeni insanlar getirecek. Sakın onlarla konuşmayın. Onların gözlerine bakmayın. Çünkü onlar insan eti yerler. Canavardırlar. Çocuklarınızı ve kadınlarınızı kaçırırlar. Trenlerden inen insanlara sakın yardım etmeyin, Onlarla selamlaşmayın.”
Kar yağıyor. Özbek erkeklerinin bıyıkları, saçları bembeyaz oluyor. Kadınların omuzlarına örttükleri şallar ıslanıyor. Ayakkabıları su alıyor. Fakat üşümüyorlar. Hatta içlerinde fokur fokur kaynayan bir lav var. “Yamyamlardan nasıl korunacaklar? Canavarlarla aynı memlekette nasıl yaşayacaklar? Nasıl?”
Üçüncü fotoğrafa bakalım. Yoksa buna gerek yok mu? Bu fotoğrafı hayalimizde biz de rahatlıkla canlandırabiliriz mi diyorsunuz. Ne görüyorsunuz peki?
Tatarlar ve Özbekler birbirlerinden korkuyorlar, aynı sokaktan geçmemeye çalışıyorlar. Selam vermiyorlar. Öyle mi? Evet doğru bildiniz üçüncü fotoğrafta tüm bu söyledikleriniz vardı.
Fotoğrafların sonuncusuna geldik.
Bir sokaktayız. Özbek bir dede az önce satın aldığı yiyecekleri koyduğu çantayı düşürüyor elinden. Pat. Karların üzerine saçılıyor her şey… Sebzeler, meyveler… Oradan bir Tatar delikanlısı geçiyor o esnada. Bu çocuk gayri ihtiyari eğilip dökülenleri toplamaya başlıyor. Sonra aniden duruyor. Kıpırdamıyor ikisi de. Kar bu iki heykelin üzerine usul usul yağıyor.
Bu ihtiyarla, delikanlı arasındaki, tüm canavar hikâyelerini, korkuları, düşmanlıkları, nefreti ortadan kaldıracak bir cümle lazım şimdi. Bir şey söylemek lazım ama ne? Bir şey işitmek lazım ama ne? Sakın o cümle selam olmasın?
Selamun Aleyküm Ve Aleyküm Selam Siz Müslüman mısınız? Tabii, siz Müslümanlığın ne olduğunu biliyor musunuz? Biz Müslümanız zaten.
Savaşlar, Sürgünler, Çocuklar ve Selam Hikayesi – Bu yazı 2013 yılının Eylül ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 79. sayısından alınmıştır.