Sindelhöyük çok eski bir köy. Adını mezarlığından almış. Mezarlığın ortasının yüksek olması nedeniyle, eski Türkçede “mezarı yüksek” anlamına gelen Sindelhöyük ismi verilmiş. Bugün kendi halinde bir kasaba.
Yazı ve Fotoğraflar: Hayrettin Oğuz
Şehrin sizi bunalttığını hissettiğiniz bir anda alıp başınızı gidesiniz gelir bilinmedik yerlere. Gideceğiniz yerin neresi olduğu çokta önemli değildir.İçinizden şehir olmasın yeter dersiniz. Bir dağ başı, bir vadi, bir tepe, bir yayla, bir su kenarı veya bir köy olabilir. Aslında bu kendine kaçmaktır; kendini bulmaya ve kendi olmaya.. Çünkü şehirde tutsaktır insan; zorunluluklara ve yıllardır yaşamak zorunda olduğu mekanik bir yaşama biçimine..
Önce Erciyes’e gidelim dedik arkadaşlarla.. Buz gibiydi Erciyes.. Sanki bugün bana değil bir başka yere gideceksiniz diyordu. Sıcaklığınız bir başka mekanda der gibi.. Develi’ye doğru devam ettik. Şehre girmeden sağ tarafa döndüğümüzde tamam dedik gideceğimiz yer Sindelhöyük. Hatta Sindelhöyük’ün ötesine Yay Gölü’nün etrafındaki küçük köylere..
Sindelhöyük çok eski bir köy. Adını mezarlığından almış. Mezarlığın ortasının yüksek olması nedeniyle, eski Türkçede “mezarı yüksek” anlamına gelen Sindelhöyük ismi verilmiş. Bugün kendi halinde bir kasaba. Köyün içinde sabah erken yola çıktığımız için çorba içeceğimiz bir yer arıyoruz. Kahve önündeki bir amcanın tarifi üzerine 3-4 masalı bir çorbacı’da sıcak ve gerçekten mis gibi doğal çorbalarımızı içiyoruz.. Daha önceden bildiğim Yay gölü yolunu teyid ederek mezralara doğru yol alıyoruz..
Erciyes sağımızda. Bulutların arasından arada bir yüzünü gösteriyor ve sanki bizi kontrol ediyor. Sağımızda Aladağlar.. Arkamızda ise Tahtalı ve Bakır Dağları.. Dağların gölgesinde olmak ne güzel. Bir yiğit gölgesi gibi.. Özü bozulmamış, fıtratını yaşayan bir insan gölgesi gibi.. Nitekim şehirde, ovada, yaylada, köyde aradığımızda dağ gönüllü insanlar değil mi?
Dostum Ragıp Sarı’ya buraların insanlarının dağ gibi ve dağ gönüllü olduğunu anlatıyorum yol boyu.. Sahip olduğunu paylaşabilen, gönlü ve gözü ile sizi aydınlatan insan dağ gönüllüdür çünkü.Önemli olan o insanlarla aidiyet duygusu kurabilmek. O insanlara bir vitrin malzemesi, bir akvaryum malzemesi olarak bakanlardan söz ediyoruz. Ragıp böylesi bir yerde bir fotoğrafçı arkadaşın ayakkabılarını çıkarmadan evin başköşesine gittiğini anlatıyor hayıflanarak.. Ama aynı zamanda ev sahibi kadının verdiği cevabı da mutlulukla ve gülerek dinliyoruz: Oğlum bizim evimizi beğenmeyebilirsin, ama basarak geçtiğin yerlerde biz namaz kılıyoruz, ekmeğimizi yiyoruz.. Aidiyet duygusu derken kastettiğim tam da bu işte..
Daha mezraya girer girmez denk geldiğimiz bir it dalaşı bizi biraz korkutsa da köy delikanlılarının sıcak ve dupduru yaklaşımı bizi rahatlatıyor. Kuzu fotoğrafı çekmek istediğimizi söylediğimizde sanki emir almışçasına öylesi bir güzellikle davet etti ki bizi delikanlı, kendimizi evimizde, köyümüzde hissettik.. Bizi gören annesi, komşuları herkes toplandı.. Meryem teyze, Ayşe teyze, Melek teyze, Hatçe teyze etrafımızda.. Daha bahçeye girer girmez, açlığımız susuzluğumuz soruldu.. Hemen ardından çay yapalım dendi. Biz ısrarla tok olduğumuzu ve çayımızı da içtiğimizi söyleyince o zaman ayranımızı içeceksiniz gibisinden tatlı bir emrivaki ile ayranları getirmeye koyuldular.. Ama bu gerçek ayran daha içmeden kokusundan anlıyorsunuz.Çünkü yoğurdu gerçek.Tıpkı insanı gibi. Her şeyin sahtesine ve sanalına alışmış şehir insanının bunu anlaması çok zor..
Hem ayranımızı içiyoruz hem de Meryem ve Hatçe teyzenin keyifli sohbetiyle fotoğraf çekiyoruz.. Meryem teyze eli tezekli, belli ki ahırda yeni çalışmış, işini gücünü yapmış..Napıyon Meryem teyze nasıl geçiyor hayat deyince, ellerindeki tezekleri göstererek “b…unan uğraşıyoruz işte gurbanım nasıl olsun” deyince sarılarak gülüşüyoruz.. Yürekleri yüzlerinde bu insanların, gönülleri gözlerinde. O kadar saf, o kadar yalın ve o kadar insan…
Köy çocukları.. Haya duygusunun mücessem halleri. Korkuları saygı ile ilgili. O kadar güzeller ki elimizdeki makinaların o güzelliği yansıtabileceğine asla ve asla inanmıyorum. Bazılarına çaktırmadan harçlık vermeye çalışıyoruz. Ailelerinize söylemeyin (çünkü kesinlikle niye aldınız diye kızacaklarını biliyoruz.. bizim Anadolu insanı almayı bilmez vermeyi bilir) diye sıkıştırmalarımıza rağmen kesinlikle almak istemiyorlar. Hatta bir tanesine harçlık verdiğimi duyan nenesi elinde kocaman bir poşetle geldi ve “oğlum alın bunu peynirli yaptırıp yersiniz” dediğinde donakaldık.. Hemen hemen 3-4 kilo taze peynir.. “Anacığım yapma” dediysek de ne mümkün geri iade edebilmek.. Gözlerimizde ve gönlümüzde hala böylesi insanlar var diyerek umutlanarak sevinerek yolumuza devam ediyoruz..
Sindelhöyük deyince artık aklımıza Hacı gelecek.. Böylesi güzel insanların yaşadığı yerde böylesi güzel bir çocuk olur zaten. Hacı yol arkadaşımız.Bize yol arkadaşlığı yaparken de hiç boş durmuyor. Atına atlıyor gidip koyunları topluyor, sonra tekrar geliyor, yine atına atlıyor bu kez inekleri düveleri topluyor. Fidan gibi bir çocuk Hacı.. Sevginin ve güzelliğin fidanı. Atıyla bize gösteriler yapmayı da ihmal etmiyor tabi. Bu arada köyün uzak kısmında Hacı’nın ata bindiğini görenler durur mu? Hemen onlar da atlarına atlayarak ( en büyükleri eminim 10 yaşında değil ) dört nala atlarını sürmeye başlıyorlar.. Kimisi de bu coşkuya bisikletleri ile eşlik etmeye çalışıyor. Mutlulukları, bizi mutlu etmelerinden bunu çok iyi biliyoruz. Gözlerindeki coşkuyu neden şehir çocuklarında göremiyoruz bunu çok iyi düşünmemiz gerekiyor.O şehir çocukları ki tabiatı hiç bilmiyor, hatta tabiattan korkuyor..
Köyün çayırında yaşları 6 ile 15 arası gençler futbol maçı yapıyorlar. Ragıp ve diğer misafirler ellerindeki makinaları bırakarak dalıyorlar futbol maçına. Çok keyifli bir maç ama.. O sırada köylülerden de katılan oluyor. Yaşının 50 olduğunu öğrendiğimiz Adem abi öyle bir dalıyor ki sahaya 15’lik gençlere futbolun nasıl oynanacağını gösteriyor..
Maçtan sonra köyde çok iyi bir türkü söyleyen, ağıt söyleyen bir teyzenin olduğunu söylüyorlar. Hemen onun yanına gidiyoruz. Bizi öylesine güzel ve içten karşılıyor ki, yüzünde ve gözlerinde Anadolu insanının cömertliği hemen bizi içeriye davet ederek açlığımızı ve susuzluğumuzu soruyor. Biz ağıtlarını, türkülerini dinlemeye geldik diyoruz. Biraz çekinmesine rağmen bizi kırmadı ve yarım saat bize ağıtlarından türkülerinden bozlaklarından söyledi. Sindelhöyük’teki avşar damarını bildiğim için türküler ve mekan bana hiç yabancı gelmedi..
Son dönemlerde izlediğim en keyifli ve kavgasız maçın sonunda böylesi bir keyif gerçekten en güzeliydi. Türküler biter bitmez yağmur çiselemeye başlayınca Adem Abi bizi çay için evine davet etti. Evin hanımı, kızları, gelinleri, çocukları öylesine mutlular ki. Anadolu insanının sayılma ile sevilmeyi bir mekanda nasıl birleştirdiğini gösterecekler çünkü birazdan. Çamurlu ayakkabılarımızı eşikte çıkarıyoruz. Sobalar hala yanıyor. İçerisi tıpkı insanların gönlü gibi sımsıcak. Sanki bir köy evinin odasına değil, o insanların gönüllerine giriyoruz. Gönül misafirleriyiz biz bundan eminiz..
Kendi evimizde gibi rahat ediyoruz. Çünkü gerek Ragıp ve arkadaşları ve gerekse ben aidiyet anlamında hiçbir sıkıntı yaşamıyoruz. Çok güzel ve keyifli bir sohbet başlıyor. Evin en küçüğü huzurun ve mutluluğun müşahhas hali. Demlenen çay aslında demlenen dostlukların, insanlıkların, arkadaşlıkların göstergesi. Ağızlarından çıkan her cümlenin başında “gurbanım” kelimesi var.. Öylesine bir sadakat, öylesine bir aidiyet ve öylesine bir teslim oluş ki bu, teslim olarak teslim almanın ne olduğunu yaşıyorsunuz. ‘’Gurbanım’’ kelimesinin asla ve asla sınırı yoktur, mesafesi yoktur. Tanımı gönüldedir. O dili bilen anlar ancak..
Bir taraftan vedalaşıyoruz bu insanlarla ama içimizdeki o insan yanımız asla ve asla gitmeyin diyor… Meryem Teyze hala “güle güle gurbanım, yolunuz açık olsun gene gelin” diyor.. Biz de onun tezekli ellerini yeniden öpebilmek ve insan kokan yüreğini yeniden koklayabilmek için en kısa zamanda geleceğiz diyerek “Allahaısmarladık” diyoruz..
Bu yazı 2013 yılının Haziran ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 76. sayısından alınmıştır.