Samih Rifat
Osmanlı Fotoğrafçılarının Gözüyle Bizans İstanbul’u
Eski fotoğraflarda Bizans İstanbul’u
Suna ve İnan Kıraç Vakfı’nın bugün sayılan 4500’lere ulaşan “Eski İstanbul Fotoğrafları Koleksiyonu”nu oluşturmaya başladığımızda bu koleksiyon için topladığımız fotoğrafların, ilerde yapılacak değişik seçmelerle İstanbul’un tarihi açısından değişik okumalara olanak vereceğim ve değişik biçimlerde değerlendirilebilecek bir birikim yaratacağını umuyorduk. Bir süre önce Pera Müzesi’nde açtığımız Konstanliniyye’den İstanbul’a sergisi ve serginin açıldığı günlerde yine vakfımızın yayınladığı aynı adı taşıyan albüm, Boğaziçi’nin Rumeli kıyılarının yüz-yüz elli yıl öncesini 19. yüzyıl Osmanlı fotoğrafçılarının gözünden bize tanıtırken, bir yandan da bu beklentimizi haklı çıkaran ilk örneği oluşturuyordu.
Bugün Pera Müzesi salonlarında açtığımız Sur, kemer, kubbe / Osmanlı fotoğrafçılarının gözüyle Bizans İstanbulu sergisiyse aynı koleksiyondan, bu kez başka bir konu çerçevesinde yapılmış bir seçmenin doğurduğu bir sergi. Aynı günlerde Pera Müzesi’nin başka bir salonunda yer alacak İki anıtsal insan, bir anıt: Theodoros Metokhites’ten Thomas Whlttenıore’a Kariye sergisine paralel olarak tasarlanan Sur, kemer, kubbe, yine 19. yüzyıl ikinci yarısının biraz solmuş, sararmış fotoğrafları aracılığıyla, İstanbul’daki Bizans anıtlarının dünü bugünü üstüne ilginç saptamalar yapmamıza ve aradan geçen zamanın yol açtığı değişimleri değerlendirmemize olanak veriyor.
Eski İstanbul’un özel bir dönemini mercek altına alan bu ilginç sergi vesilesiyle gerek serginin, gerekse yavaş yavaş somut ürünlere dönüşmeye başlayan fotoğraf koleksiyonumuzun oluşturulmasına katkıda bulunan herkese içten teşekkürlerimizi sunuyoruz.
Bir toplumda görüntü üreten kişilerin, fotoğrafçı, sinemacı, ressam ya da çizerlerin, ürettikleri işlerle -önde giden sıradışı birkaç yaratıcı dışında- genel olarak o toplumun dünyaya ve çevreye bakışını yansıttığını söylemek yanlış olmaz sanırım. Bu görüntü üreticileri toplumun seçkin bir kesiminden olsalar bile, en azından o seçkin kesimin beğenisini, bakış açılarını, dünyayı algılayışlarını paylaşırlar. Üretimleri, büyük ölçüde içinde yaşadıkları ortamın genel beğenisiyle koşullanmıştır. Topluluğun önünde giden sıradışı yaratıcının farklı algılama biçimi ve beğenisi de. eğer yadsınıp geri çevrilmez ve kabul görürse, bir sonraki aşamada daha geniş çevrelerin algılama biçimi ve beğenisi haline geliverir. Kendinden önce yapılmışları kırıp döken “devrimci” sanatçı tipiyse 20. yüzyılın bir buluşudur ve bu çağa gelene kadar sanatçı denen kişinin yerleşik beğeniye hoyratça başkaldırıp ötelere sıçradığı pek fazla görülmemiştir. Özellikle fotoğraf alanına baktığımızda, fotoğrafın icadından başlayarak neredeyse tüm fotoğrafçıların belirli ve sürekli artan toplumsal talepleri karşılamaya çalıştıkları, işlerinin de genellikle bu doğrultuda geliştiği ve biçimlendiği görülür. Kimsenin istemediği fotoğraflar çekip bunları biriktiren ve gerçek değeri çok sonra anlaşılan bir iki fotoğrafçı vardır ama, onlar da kuralı değiştirmez ve bu genel görüntüyü bozmaz.
Böylesi bir yaklaşımla ele alındığında, son zamanlarda ülkemizde fotoğrafları değişik biçimlerde ilgi gören, sergilenen, sık sık albümleri basılan ve genel olarak “Osmanlı fotoğrafçıları” deyimiyle anılan fotoğrafçılar grubunun, onlara öncülük eden birkaç yabancı fotoğrafçıyı da hesaba katarak, belirli bir konuya -yazımız kapsamında Bizans’a ve Bizans Istanbuluna- duyduğu ilgiyi, bu fotoğrafçıların içinde yaşadığı, hizmet verdiği toplumun bu konuya gösterdiği ilgiden ayrı tutmak olanaksızdır. Bu nedenle, 19. yüzyıl ortalarından 20. yüzyılın ilk çeyreğine dek etkin olan Osmanlı fotoğrafçılarının Bizans İstanbulu’nu konu alan bir dizi fotoğrafını değerlendirirken, önce yaşadıkları dönemin Bizans’a ve onun başkentine duyduğu ilgiyi tartmak yerinde olacaktır. Öte yandan bu fotoğrafçıların çoğunun öncelikle yabancı gezginlere ve meraklı elçilik görevlilerine satmak üzere fotoğraflar çekip gösterişli aadıklarını, sonra da bunlardan daha yaygın kullanımlı, posta kartı benzeri basılı malzemeler üretildiğini biliyoruz. Demek ki bu fotoğrafların çoğunun varoluş nedeni, doğrudan doğruya yabancıların İstanbul kentine, geçmişine ve eski yapılarına duydukları ilgidir. Ne var ki, bu genel ilginin içinden Bizans’a ve Bizans İstanbulu’na duyulanı ayırdetmek çok da kolay değildir. Çünkü Rönesans’tan başlayarak Doğu’nun gizeminin Batı dünyasında uyandırdığı merak, Napolyon savaşlarından, özellikle de onun 1798 Mısır seferinden sonra gitgide büyümüştür ama. bu Doğu imgesinin içinde başlangıçta Bizans’ın net bir yeri yoktur. Ortaçağ’dan başlayarak istanbul’u ziyaret eden seyyahlar, bu kentteki Bizans yapıtlarıyla ilgili gözlemlerini de yazmış, ülkelerine çok değerli desenler, gravürler götürmüşlerdir aerçi. Ama bir sürü de olumsuz yargı götürmüşlerdir birlikte. Örneğin Ayasofya gibi bir başyapıtı kaba saba bulanların sayısı hiç de az değildir. 17. yüzyılın ünlü gezgini Grelot şöyle der bu yapı için: “Belli ki mimarlık ve ikiz kardeşi heykelcilikle resim, bu kilisenin yapıldığıdönemde fazlasıyla ihmal edilmekteydi ve güzel sanatlar açısından neredeyse ‘barbar’ sözcüğüyle nitelenebilecek bir çağda böyle bir yapının başarıyla kurulmuş olması büyük bir mucizeydi”. 18. yy sonlarında Baron de Tott’un yargıları daha da acımasızdır: “Oransız biçimde dizilmiş çok sayıda sütun; yükseklikleri, tabanları ve baslıklarında herhangi bir modele uyulmamış. Saçaklıklarda hiçbir üslup, hiçbir kural yok: bunca ünü haketmeyen silmelerde hiçbir beğeni izine rastlanmıyor. Yalnızca bir şeye hayranlık duyulabilir bu yapıda: İçinde Delfoi ‘nin, Delos ‘un artık var olmayan zenginliklerinin izlerini tanıyabileceğimiz bir malzeme bolluğu ve zenginliğine.” Bu yargıların değişmesi için de 20. yüzyılı beklemek gerekecektir besbelli.
Buna paralel olarak bilim adamlarının, sanat tarihçilerinin Bizans’a ilgisi de oldukça geç uyanacaktır. Batı dünyasının Yunan-Roma uygarlıklarına Rönesans’tan başlayarak yoğun ilgi ve yakınlık duymuş olmasına karşılık, örneğin Avrupa’da Bizans sanatı tarihini konu alan ilk kitap ancak 1883 gibi geç bir tarihte, Charles Bayet adlı bir Fransız tarihçi-arkeolog tarafından yayınlanacaktır (bu ve bunu izleyen tarihsel bilgileri Semavi Eyice’nin Semavi Eyice Armağanı adlı TTOK 1992 baskısı kitapta yer alan Türkiye ‘de Bizans Sanatı Araştırmaları ve İstanbul Üniversitesi ‘nde Bizans Sanatı başlıklı yazısından aktarıyorum). Bizans sanatıyla ilgili ilk dergi olan Byzantiııisclıe Zeitschrift’m yayına başlama tarihi 1892’dir; ilk Uluslararası Bizans Kongresi de 1924’te Bükreş’te toplanmıştır. Başlangıçta Bizans sanatı yalnızca Batılı örnekler, Ravenna, Venedik ve Sicilya’daki yapıtlar aracılığıyla tanınıyor ve değerlendiriliyordu. Anadolu’nun Bizans sanatındaki önemiyse ancak Avusturyalı sanat tarihçisi Josef Strgowski’nin 1903’te yayınladığı Kleiııasien ein Neuland der Kıınstgeschichte (Sanat tarihinin yeni bir merkezi: Küçük Asya) adlı yapıtla gerçek anlamda vurgulanmıştır. Görüldüğü gibi epeyce geç tarihlerdir bunlar. İlginin geniş bir tabana yayılmasıysa daha da zaman alacaktır.
Bu arada Osmanlı topraklarında neler olmaktadır, ona bir bakalım. 1850’lerde Sultan Abdülmecit döneminde Alman bilimadamı Salzenberg’in Ayasofya’da yaptığı çalışma, özellikle de Fossati kardeşlerin gerçekleştirdiği kapsamlı restorasyon ve yayınladıkları görkemli Ayasofya albümü, Bizans yapıtlarına gösterilmeye başlanan ilgi açısından bir dönüm noktası gibi görülebilir. Bu çalışmalar, özellikle de ikincisi, kamuoyunda da oldukça geniş biçimde yankılanmıştır (sergimizdeki en eski örneklerden bazılarının fotoğrafçısı, Darphane-i Amire’de görevli, İngiliz asıllı hakkak, fotoğrafçı ve ressam James Robertson’a bu restorasyon anısına bir madalya ısmarlanmış olması da bir raslantı değildir elbette). Bu yıllarda genellikle İstanbul’a yerleşmiş yabancılardan ve Hıristiyan azınlıklardan birtakım “amatör” arkeologlar, İstanbul’un tarihi topoğrafyasıyla ilgili çalışmalar yapmakta ve zaman zaman bunları yayınlamaktadır.
Bu yayınların ilklerinden biri, Rum Ortodoks Patriği Konstantios tarafından kaleme alman ve İstanbul’un Bizans dönemi yapıtlarından söz eden küçük bir kitaptır. Heyet-l Sabıka-i Konstantiniye adlı bu kitabın ilk Rumca baskısı 1824’te Venedik’te, ikinci Rumca baskısı 1844’te İstanbul’da basılmış, Türkçe çevirisiyse 1861 yılında önce Tercüman-ı Ahval gazetesinde tefrika edilmiş, sonra da küçük bir broşür biçiminde bastırılmıştır. A. G. Paspates’in Bizans topografyası ve tarihiyle ilgili, bugün de sık başvurulan ünlü kitabı Byzantinai Meletai (Bizans İncelemeleri) 1877 tarihlidir. Görüldüğü gibi Batt’dakilere göre oldukça erken tarihlerdir bunlar. Bu ilk araştuınacıların çoğunlukla Rum kökenli olmasından, bu erken davranmada
SUR,KEMER,KUBBE – Bu yazı 2007 yılının Mayıs ayında yayınlanan Gezgin dergisinin 4. sayısından alınmıştır.