Anneannem damak zevkine inanılmaz düşkün bir kadındır. Birkaç ameliyat geçirmiş, ağrılarla dost olmuş bu 77 yıllık yorgun bedenine rağmen hâlâ harika yemekler yapar. Mutfakta zaman geçirmeye hiç üşenmez. Dinlene dinlene pişirir yemeklerini. Her yemeğin üzerine titrer. Bu hassasiyetten mahrum biri olursa, mutfağın ortasında ona haddini bildirmekten de çekinmez. Yüzündeki ifadeyle “Yemek ciddi bir iştir” der sanki. Anneannemin tipik bir boğa burcu oluşunun bunda büyük etkisi varsa da, bence babasından ona bir şeyler yadigâr kalmış.
Yazı ve Fotoğraflar: Zeynep Yörük
Anneannem, annesini altı yaşındayken kaybetmiş. Hatırlayabildiği o iki-üç yıllık birlikteliklerinden kalan anı kırıntılarıyla ömrü boyunca avunmuş. Bu yüzden hep aynı anıları döner döner anlatır ama biz sıkılmayız. Çünkü o mutfakta olduğu kadar hitabette de iyidir. Betimlemelerle ve taklitlerle süsler hep hikâyelerini. Şiveli konuşmasıyla ve yer yer kullandığı bizim köye has kelimelerle anılar daha bir renklenir. Külleri çoktan savrulmuş hatıraları anlattıkça dün gibi yeniden neşelenir, bazen sinirlenir yüzünü asar; kimi zaman da hüzünlenir, aniden durgunlaşır. Annesi Hasibe Hanım’dan bahsederken “anaceğzim” der. Gencecik yaşta ölen bu kadını şefkatle yâd edişinden mi, yoksa onu anarken bir anda küçük bir kız oluşundan mı; bilmiyorum.
Hasibe Hanım, erkeksiz bir ailenin kızı. Çifte çubuğa hep onu yolladıklarından doğru düzgün mutfağa giremeden evlilik çağına gelmiş. Mustafa Bey, onunla evlendiğinde bu durumu fark etmiş, İstanbul’dan yemek kitabı getirtmiş. Yıl 1927. Harf inkılabından bir sene evvel. Arap alfabesiyle basılmış bu yemek kitabını açıp açıp Hasibe Hanım’a yeni tarifler okumuş, ona güzel yemekler yapmayı öğretmiş. Bu konu yıllar sonra bir dost meclisinde açılınca Mustafa Bey demiş ki: “Hasibe Hanım yemek yapmayı bilmiyordu, ben ona öğrettim.” Hasibe Hanım hazırcevap belli ki, hiç durur mu, “Haklısın” demiş “ama bende de gabilliyet olmasaydı sen zor oğretirdin!” Mustafa Bey ne desin? “Bunda da sen haklısın hanım” diye eşini tasdik etmiş gülümseyerek. Her güzel şey çabuk biter derler. Hasibe Hanım son çocuğunu dünyaya getirirken ömrü nihayete ermiş. Bu güzel evliliğin, mutfakta geçen tatlı anların vadesi bu kadarmış. Arkada gözü yaşlı yedi çocuk.
Eşi ölünce evlilik defterini kapatan erkek nadirdir, bilirsiniz. Mustafa Bey de az bir zaman sonra evlenmiş. Belki de yeni eşi çocuklarına analık yapsın istemişti ama öyle olmamış. Huysuz ve geçimsiz bu kadın “üvey ana” tabirinin hakkını vermiş. Üstelik kaderin cilvesine bakın ki mutfakla da arası hiç ama hiç yokmuş. Mustafa Bey bu eşine de sabırla yemek kitabından tarifler okumuş, mutfakta yanında durmuş ama nafile… Yeni hanımın yemek yapmayı öğrenmeye ne niyeti ne de kabiliyeti varmış. Adamcağız ne kadar uğraştıysa da muvaffak olamamış. Hasibe Hanım’la olan tatlı atışmalarını hatırladığında ne hissederdi bilmiyorum ama tahmin etmek güç değil. Muhtemelen burnunun direkleri sızlardı. Sonra “Goonüm hep seni arıyor, neredesin sen” gibi hasretin koyu rengine bürünmüş bir türkü ansızın dolanırdı diline belki.
Kendi de iyi bir aşçı olan Mustafa Bey bir gün almış anneannemi yanına. “Besime,” demiş, “şimdi anana desem yanaşmaz. Gel seninle bir tavşan yahnisi yapalım.” Anneannem henüz ilkokul çağında ama becerikli. Birlikte o yemek kitabına baka baka yahniyi hazırlamışlar. Pişirirken Mustafa Bey tencerenin kapağının kenarlarını hamurla iyice kapatmış. Doğal düdüklü tencere. Altta odun ateşi. Harlı olsa tencere patlar. Oturmuş ocağın başına; bir ateşin harına, bir kapaktaki hamura bakmış. Anneannem bu kısmı anlatırken hep babasının sözünü hatırlatır: “Yemek bişerken sen de yemeğinen bişecen”. Bu söz, yemeğin lezzetinin, sabırla başında beklenerek ağır ağır pişirilmesinde gizli olduğunun kadim bir parolasıdır.
Şimdi o yemek kitabı bizim kütüphanemizde. İçindeki tariflerden yapılan yemeklerin çokluğu kitabın kopan şirazesinden, yıpranmış yapraklarından belli. Ve her güzel yemek kitabının kaderini paylaşıyor: Sayfalarında çeşit çeşit yemek lekeleri. Kitaba bakarken büyük dedemin ve büyük ninemin birlikte pişirdikleri yemekleri görüyorum. Hiç tanımadığım halde özlediğim bu insanları o minik lekelerin beyhude içinde arıyorum.
Tavşan yahnisine geri dönelim… Yahni usul usul kendi suyunda pişmiş. Afiyetle yemişler. Öyle lezzetli bir yemekmiş ki anneannem 60 küsur yıldır o tadı unutamıyor. Özellikle son yıllarda her fırsatı değerlendirip sözü o yahniye getirir oldu. Sanki tarifi ona okusam, birlikte pişirsek, babaceğzini yanında buluverecekmiş gibi. Bana öyle geliyor ki unutamadığı şey tavşan yahnisinin lezzeti değil, babasıyla birlikte üvey annesi olmadan baş başa geçirdiği vaktin lezzetiydi.
Tadı Damakta Bir Geçmiş Zaman Öyküsü – Bu yazı 2014 yılının Aralık ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 94. sayısından alınmıştır.
Muazzam… İçim titredi okurken.