BİR ZAMANLAR BİR TÜRK EVİNDE NELER OLURDU NELER OLMAZDI, ONU ANLATIR.
“Sen bu hikâyeyi akan bir günün içinde okuyacaksın. Bana verilmeyenle… Bense sana yıllar ve yüzyıllarca anlatacağım . Senin asla sahip olmadığınla…”
Yazı: Asım Fahri Çelik
“Vaktidir, ey Nas, kalkmanın… Uyan artık uykudan… Huuu!” der, kozmik bir saat. Ama vakit sabah değildir henüz. Daha da erkendir. Gün alacasından evveldir. İşte hayat o zaman başlar eski bir Türk evinde. Evin kadını gözünü açar açmaz eteğini beline sıkıştırdığı gibi işine yapışır ve sabahın ocağı, becerikli ve hamarat ellerin himmetiyle başlar tütmeye…
Evin erkeği de kalkmıştır ve hazırlanmıştır. Geçim çengeli ile şehrin dört bir yanına dağılan diğer hemcinsleri gibi. Üzerine güneş doğdurtmayan bir milletin ferdi olarak, o da bereketin tam bu zamanlarda açılan dükkânların kepenklerinden ansızın içeri dalacağına inanıyordur. Bereket avcısı olmak kolay değil zira. Kaçırmaya gelmez eşref saatini. Sular ve hava ağarmadan dükkânın yolunu tutmak lazım.
Evden işe erkek uğurlanırken, örneğin; bir Bursa evinin avlu kapısında bir kadının, her zaman yaptığı gibi, erkeğinin arkasından dualar okuyup üflediğini görebilirdiniz. Ya da İstanbul’un cumbalı evlerinden birinde, kafes arkasından pek fazla da gözükmeden etrafı kolaçan eden bir gözün veya koruyucu kollayıcı dualı bir dilin, neredeyse sokağın sonuna varmış olan kocasına eşlik ettiğini bilirdiniz.
Eşyanın Değil; İnsanın Hüküm Sürdüğü Zamanlarda…
Üst üste, alt alta, omuz omuza duran bu evlerin çoğunda umumi manzara hep aynıdır. Günün geri kalanında evlerde; sadece ihtiyarlar, kadınlar ve çocuklar olurdu. Ve gaile başlardı. Herkes çok önceden ne yapılması gerektiğini bilirmişçesine söylenmeden bir işin ucundan tutardı. Elbette günün getireceği sürprizler ihmal edilmeden…
Öyle pek fazla iş de olmazdı zaten. Esas temizlik yapılmışsa ve de mevsimlik uğraşıların vakti değilse, bir de misafir gelmeyecekse yorulmayı gerektirecek bir faaliyet göremezdiniz bu evlerde. Çünkü her daim tozunu almak zorunda olduğunuz Freng işi lenduha mobilyalara ya da başında gönüllü gönülsüz bekçilik ettiğiniz eşyalara boğulmuş odalarınız ve sizden çok onların barındığı süslü bir depo gibi bir eviniz yoksa; o kadar da hırpalanmaya hacet yoktur ev işleri için.
Komşunun; Hakkının, Hukukunun Olduğu Mekânlarda…
Sabahın getirdiği işler tamam olduktan sonra, komşuya bir sabah kahvesine geçilebilirdi belki… Ve evet, komşu… Diğerinin güneşini kesmeden göz hakkını korumak ve rüzgarına mani olmamak için ne çok yakına ne çok uzağa inşa edilen bu evlerde, komşu hakkı ve hukuku her daim önemliydi. O kadar ki kendi evinin rengini onun evinin rengine uyum göstersin diye hiç üşenmeden değiştirmek bile vardı bu hukukta. Günü geldiğinde külüne muhtaç olacağı kişiyse, ihmal edilmeye gelmezdi tabi, komşu.
Evin hanımı kendi işini bitirdiği gibi komşusunun hatırını gözetmek için komşusunun yardımına da koşardı kimi zaman. Ya da hususi günlerde, mesela bir Muharrem ayında, kaynattığı aşureyi de komşusuna illaki götürmeliydi. Bahçesindeki ağacın dalları meyveye durduğunda ve devşirilme vakti geldiğinde, komşusuna “komşu hakkı” diye gönderirdi gönlünce. Ya da çiçeği açtığında “göz hakkıdır” deyip ulaştırırdı hemencecik. Doğum zamanı sürahi sürahi şerbetler hazırlayıp, komşusunun loğusalığında da yalnız bırakmazdı onu.
Öğleye erişmeden vakit, esas işler dökülürdü ortaya… Günün sonuna yetiştirilecekler ve ertelenecekler çoktan kararlaştırılmış ve hummalı bir faaliyete geçilmiştir sofalarda. Sofaları ayrı ayrı öykülerin mekânıdır bu evlerin; ortak bir neşenin, kolektif işlerin ve imece üretimin mekânlarıdır.
“Üretmek”tir Aslolan…
Herkesin kendi iktisadınca, ayağını yorganına göre uzatıp yaşadığı o devirlerde “tüketmek”, o kadar da matah bir nesne değildir. “Üretmek”tir aslolan. Ve bu üretim bir arada; sofalarda akraba, taallukat ve konu komşuyla birlikte yapılırdı çoğu zaman. Yeri gelir, bir köşede Tahincigillerin Hayriye Hanım, kızı Cemile’nin çeyizini genç kızların gözlerinin sabrına ve ellerin hünerine teslim ederken; öbür köşede Dursunbeyli Saniye’nin eriştesinin kesilmesine ya da Terzi Nigar Teyze’nin tarhanasının yapılmasına yardıma koşardı. Kışın lazım olacak turşu, reçel, salça, kurutulmuş sebzeler mevsimi geldiğinde bu sofalarda hazırlanırdı. Her yiyecek mevsiminde alınır ve yenirdi. Yahut lüzumu halinde kurutmalık yapılırdı. İşte böyle bir evde pencerelerin kenarına kuruması için bırakılan bir sabun dizisi, kaplamasındaki güneşte iyice pişmesi beklenen gül sirkesi, kantaron yağı şişesi yahut asılı bir biber hevengi, süs maksatlı olmasa da, bir zamanlar alışılmış ama vazgeçilmez aksesuarlardan kabul edilirdi.
Hanımının Hünerli Ellerinde, Sabırla Dokunan Bir Huzur Yuvasıydı Evler
Esas vasfı temizliktir bu evlerin. Kadınları hamaratlık ve hünerleriyle zaman zaman birbirleriyle yarışırken, yardımlaşmadan ya da daha bilinen tabirle imeceden de geri durmazlardı… Bu evlerin kadınları asla tembel olamazdı. Çoğunun yardımcısı da yoktur üstelik, gelinlik çağa gelmiş kızlarını saymazsak. Yardımcısı ya da hizmetçisi olanı varsa da; hizmetçi burada tembel bir kadının rahatını sağlayan, evi çekip çeviren değil de, daha çok işlerin yetişmesine yardımcı olan ve her zaman aileden kabul edilen biriydi.
Ev, burada bitmez tükenmez işlerin karmaşıklığında göz gözü görmez bir mekân değil; her yapılacak işin mevsiminin tayin edildiği ve vakt-i merhunu gelmeden bir şeyin olmayacağının bilincinde olan hanımının hünerli ellerinde sabırla ilmek ilmek dokunan yerli yerince bir huzur yuvasıydı.
Güneş Elini Eteğini Çekerken Evlerin Üstünden…
Sokaklara dökülen yoğurtçunun, turşucunun, muhallebicinin sesleri, sokakları yalayarak, dalga dalga gelip, kapılara toslayıp pencerelerden pervasızca girdiğinde, akşamın da yolda olduğu anlaşılırdı. Kış akşamı erken çöker mübarek. Eline dikişini almış ve mangal başında gevşemiş olan evin hanımının elindeki işini bırakma vakti gelmiştir artık. Evin hanımı, mangal göbeğini aldığı gibi, evecen adımlarla akşam ateşini yakmaya çıkardı önce. Bu mangal ateşlerinin ısıtmanın dışında, içine atılan rayiha yayıcı çeşitli maddeler sayesinde havayı tebdil etmek gibi vazifeleri de vardı. Bunun için genelde limon kabuğu, adaçayı, şeker, karanfil ya da elma kabuğu tercih edilirdi.
Yazları güneş çekilirken biraz daha farklı yaşanırdı akşamlar… Evler biraz daha geç toplanırdı mesela. Gecelik entarileri, terlik ve takkeleriyle kahveye çıkmış olan yaşlılar, evlerine doğru ağır ağır yol alırken; çocukların oyunu her zaman oralarda bir yerde olan mızıkçının biri tarafından sudan bir bahaneyle bozulurdu. Tüm gün sokaklarda eşinerek yem gagalayıp gündelik nafakasını devşiren kümes hayvanları ise yerlerine dönerken pek de acele etmezlerdi. Çünkü koyunu, keçisi olan evlerin teslim ettikleri emanetlerin, günün sonunda eve döndüğünü bildiren çobanın ıslığı duyulmamıştır daha…
Lakin mevsim kış ise, davranmak gerekir. Evde yemek hazır olmalı, oyunun hararetine dalmış çocuklar, bir şekilde çağırtılmalıydı. Evin reisinin gelme vaktidir. O da cümle esnaf gibi tezgâhını kapatmıştır. Çünkü gün dönmeden, ezandan önce yetişmesi gerek, erkenden perdelerini örten ocağına… Sofra başı bekletilmeye gelmezdi. Eve dönerken adettendir; eli boş gidilmez. O da uğradığı her dükkândan aldığı tadımlık nesnelerle doldurduğu yazma mendilini, işaret parmağına asmış bir şekilde, dingin adımlarla birazdan sokağın başında gözükecektir.
Sular ve hava kararıp, titrek ve sarı lambalar yanınca perdeler çekilirdi her evde. Ortak bir tavırdı bu; çocuklar bile buna riayet etmeleri gerektiğini gayet iyi bilirlerdi. Zira evler mahremiyetin kalesidir. Buraya yabancı bir nazar sokulmamalıydı. Bu, o dönemde Müslüman veya gayr-ı Müslim her ferdin benimsediği kuralların başında gelirdi.
Akşam bir yandan henüz tay tay yapmayı öğrenmemiş çocuğun maması hazırlanırken, öbür yandan da evin sofrası -masaya değil- bir siniye dizilirdi. Evvela yere bir yaygı serilir, ardından üstüne sofra iskemlesi konulur ve bunun üstüne de sini, dengeli bir şekilde oturtulurdu. Sonra sininin içine de tertemiz işlemeli bir örtü örtülür… Nihayet aile efradının beraberce dizlerine koyacakları yekpare peşkir getirilir ve yemeğe başlanırdı.
Muhabbet Tadında Akşamlar…
Sofrada pek fazla vakit geçirilmez hatta yemek esnasında pek konuşulmazdı. Konuşulsa da kelimeler gayet ekonomik sarf edilirdi. Esas sohbet büyükler arasında çay veya kahvenin muhabbete cila çekmesiyle başlardı. Bu evlerde sohbetin en ballısı misafirlikte ya da misafirlerle; misafirliğin de en şenliklisi kış aylarında olurdu… Hele bir de kar uzunca bir süre buralarda olacağını söyledi mi, değmeyin keyfine akşamların… Özellikle yoğun kar yağışı gibi zorunlu inziva ve afetimsi durumlar, insanların birbirine sokulma ve sığınma duygularını daha da körükler; sönmüş, küllenmiş dostlukların ateşine yeniden fer kazandırırdı… Bu gibi toplanmalarda meşakkatli de olsa sadakat esastır… Ve illaki gidilmelidir.
Sohbetler kışın uzun gecelerinin ritmine uyar ve uzadıkça uzardı. Aralarda kışın getirdiği zorluklardan da konuşurken, mevzu döne döne şehrin ya da o beldenin ücra veya harap mahallesindeki evlerin karın ağırlığına dayanamayıp çöken damlarına gelirdi. Ya da saçaklarda sarkıt olmuş buzların kopma tehlikelerinden; düşme ve kayma gibi kazaların gülünç ve tehlikeli taraflarından bahisler açılır, şiddetli afet zamanlarında nakil vasıtalarının azlığına kadar her mevzu derinlemesine mütalaa edilir, konuşulurdu.
Gece, zifir saçlarını her evin üzerine eşit olarak dağıttığında, meydan yerlerinde yatsıdan sonra kalabalıklaşan kahveleri açık bulabilirdiniz ancak. Ve “kahveler dağıldığında” diye bir zaman ölçüsü vardır bu ülkede. Yani artık çok geç olmuş ve herkes dönmesi gereken yere dönmüş demektir bu. Misafirler de dimağlarında tatlı bir sohbetin tortusu ve omuzlarında günün yorgunluğuyla dönmüşlerdir evlerine.
Yatıya kalacaklar için ise, evde başka bir hazırlık başlamıştır. Duvarda gömülü kimi zaman gizli, kimi zaman süslü ve belirgin yüklüklerden yatak yükleri indirilmiş, pamuk şiltelerin altına yün döşekler serilmiş, keten çarşaf, sarma işlemeli yorganlar tertemiz bir şekilde bazen de lavanta kokuları eşliğinde misafirin rahatına sunulmuştur. İlaveten, odaya el altında bulunması icap eden lüzumlu nesneleri bırakmayı da ihmal etmemiştir ev sahibi.
“Zehir gibi olsa da içi, bal şerbeti yudumlar gibi…”
Bu evlerde de keder ve acı vardır elbette. Lakin gelen misafir her daim güler yüzle karşılanır ve yine öyle uğurlanır. Sandığında, kilerinde, mutfağında her ne varsa dökerdi evin sahibi misafirin sofrasına… Dert küllenip, acı gizlenirdi; ziyaretçinin en ufak şeylerden alınabilme ihtimaline karşı. Zehir gibi olsa da içi, bal şerbeti yudumlar gibi karşısındakine hissettirmezdi olan biteni… Çünkü misafir evin süsü, bereketiydi. Ona ikram, bir ibadet neşveliyle yapılırdı…
“….ve gide gide bir garip çağın tepesine kadar geldim. Orda görülmeyeni gördüm. Şimdi beklemekle yükümlüyüm.”
TÜRK EVİ’NİN HİKÂYESİ
“Çalabım bir şar yaratmış/ İki cihan aresinde/Bakıcak didar görünür/ Ol şarın kenaresinde/ Nâgehan ol şara vardum/ Ol şarı yapılur gördüm/ Ben dahi bile yapıldum/ Taş ü toprak aresinde”
Hacı Bayram-ı Veli
Yılların peşinden sürüklenirken, yazgının ellerinde kıvamını bulmuş her Türk evinde, gündelik hayat aşağı yukarı böyleydi bir zamanlar. Bu sarsak hikâye ile özüne ulaşmaya çabalarken, o yaşamın kabuğuna bakmadan, dokunmadan geçmek olmaz. Zira mazrufa biçimini veren, zarfın kendisidir biraz da. Yani eskilerin deyimiyle; “Kalp, kalıba göre şekil alır.” Şekliyle şemaliyle, odasıyla, penceresiyle, süslemesiyle, damıyla çatısıyla kısaca tasarımı ve mimarisiyle bu evler de, bünyesinde yaşananları etkilemiştir kaçınılmaz olarak.
Tasarımında ve iç düzenlemesinde ilhamını, bozkırdaki göçebe hayatın zorunlu meskeni olan çadırdan alan Türk evi; bir kere doğaldır, daha doğrusu doğaya dönüktür. İnsanidir aynı zamanda. Örneğin dirseğinden parmak ucuna “zira” ile ya da omzundan parmak ucuna yani “arşın” ile ölçüsüne, ebatlarına kadar yansıtır bu insaniliğini.
Bozkır, Bu Uzun Hikâyenin Dibacesidir…
Kayıtlar, Türk evinin doğuş hikâyesini Orta Asya bozkırlarına kadar uzatırlar. Bozkırda hayat basittir, bir o kadar da çetindir. Pratiklik, esneklik, sadelik ve çok işlevlilik bir arada yürümeli ve ihtiyaca cevap vermelidir. Kolayca kurulup kolayca dağıtılabilecek şekilde tasarlanan kimi kıldan, kimi keçeden mamul bu çadırları kurmaya, bazen vakti olmaz göçebelerin. Bu gibi durumlarda çadırlarını, öküzlerin çektiği arabaların üzerine kolaylıkla kurulabilecek şekilde tasarlamakta bulurlar çözümü. Bu, tarihte görülen ilk karavandır aynı zamanda.
Onlar böyle; sırtlarında çadırları, sürülerinin arkasında asırları eskitip dururken… Bir gün kucağında doğdukları bozkır, onları istemez olur ve sırtını döner onlara büsbütün. Hayvanları ot bulamaz olur, onlarsa et… Yazgı derler düşerler yola… Seçtikleri yaşam biçimi olan göçebelik, zorunlu ve uzun soluklu bir “göç”e dönüşür. Nesiller doğar yollarda, nesiller büyür, evlenir, çoğalır, yaşlanır… Nesiller gömerler, bir daha görmeyecekleri topraklarda.
Ve gide gide varırlar bir çağın tepesine. Oradan seyrederler yeni vatanlarını. Sırtlarında getirdikleri alışkanlıkları ve çadırlarıyla kurarlar yeni yaşamlarını. Bu defa kalıcıdırlar. Yurtluk dedikleri, yuva, otağ dedikleri çadırlarının yerini burada evler alır. Ama alışkanlıklar büyük ölçüde değişmez, kalır. Yurtluktaki hayat “ev”e aktarılır. “Otağ” ise “oda”ya dönüşür, hem kelime, hem işlev anlamında…
Meskeni bilirler; yurtluğu, çadırı, otağı bilirler. Ev görmüşü de, içinde oturmuşu da vardır aralarında. Lakin, uzunca kalınacaksa buralarda bir ev lazım, bir de bunu yapacak usta. Bu mesele de çözülür. Büyük göçün önüne katıp savurduğu İran’dan Turan’dan gelmiş kent aşina mimarlar, el atarlar imar ve iskâna. Kentsel birikimlerini, eskinin “konargöçerleri” şimdinin “yatukları”nın (yerleşik hayat sürenler) ihtiyaç ve alışkanlıklarıyla harmanlarlar ve bir sentez yaparlar.
Yurt Edinilen Topraklarda, “Yurt”la Yoğrulmak…
Vardıkları beldelerin yerel renkleriyle uyum içerisinde tabiatının sunduğu imkânlarla yetinerek; arazisinin yapısına, iklimine, mevcut malzemesine ters düşmeden yaparlar bunu. Öyle yerleri var ki bu beldelerin, taş bulunmaz. Bazen de tahtaya rastlanmaz ya da kıtlığı vardır. Kimi yerler sıcak, kimi yerler soğuktur. Taşın bulunduğu yerde taşla, tahtanın bulunduğu yerde tahtayla, toprağın bol olduğu yerlerde kerpiçten veya geldikleri yerlerde “pışığ kerpiç” yani pişmiş kerpiç dedikleri tuğladan yaparlar evlerini. Bütün bunları, sıcağın bulunduğu yerde sıcaktan, soğuğun olduğu yerde soğuktan korunacak şekilde inşa ederler.
İşte bu yüzden; Güneydoğu Anadolu’da taştan, ya da Doğu Anadolu’daki gibi ahşap hatıllı taştan inşa edilmiş, Doğu Karadeniz’de ahşap iskeletli, Marmara bölgesi’nde yine ahşap olarak; kübik düz damlı taş yapısıyla Ege ve Akdeniz Bölgesi’nde, Orta Anadolu’da özellikle Kapadokya’da ise yöreye özgü taş ve kerpiçten yapılmış olanlarıyla, İç Batı Anadolu’da da kerpiç dolgulu ahşap biçimli olmak üzere değişik kılıklarda karşımıza çıkar Türk evi.
Geldikleri diyarlarda evleri olanlar, bir müstakil mutfak ve iki odadan müteşekkil ev anlayışlarını da getirmişlerdir yanlarında. Mutfaklarında kap kacak koymaya yarayan raflar yani “serü”, odalarında “yüdrük” dedikleri yüklük, yaz aylarında kullanılmak için buz konulan bir buzluk ya da “obruk” ile birlikte odunluk ve çardak vazgeçilmezlerindendir bu evlerin. Çadırlarıyla gelenler ise biraz daha iddiasız başlarlar önce hayata. Üç beş işlevi daha ekledikleri yeni evlerinde, odalarının duvarlarını Orta Asya’dan kalma bir alışkanlık gereği halılarla kaplamakla yetinirler; süs ve yalıtım maksadıyla.
Böylece Sid-i Derya’dan, Amud-ı Derya’ya, oradan Anadolu’ya, Balkanlar’a, Kuzey Afrika’ya, Mezopotamya’ya ve Karadeniz’in kuzeyine kadar yayılım gösteren Türk evinin doğumu gerçekleşir. Ama en kâmil noktasına, Osmanlı devrinin on yedinci asrında, Anadolu ve Balkanlar’ da ulaşır.
Mimarlar ve ustalar kalfalarına bıraktığında yerlerini, artık olan olmuştur. Tohum tutmuş, fidan ağaç olmuş, ağaç ise şekil almış hatta meyve vermeye başlamıştır. Bundan sonra yapılacak olan; artık budamadan ve zamanı geldiğinde şartlara göre yapılacak birkaç ufak değişiklikten ibarettir. Kapısından çatısına, bacasından penceresine kadar standartları belirlenmiş olan Türk evini, ustasından aldığı öğreti doğrultusunda mesleğini icra etmeye çalışan orta halli lonca üyesi bir kalfa bile, rahatlıkla yapabilmektedir artık.
Zengini de fakiri de aynı evlerde oturur. Belki birincisininki biraz fazla albenili, süslüdür ve biraz da büyüktür, o kadar. Odaların bölünme biçimi ve dağılımına kadar aynıdır her şey bu iki evde. Yemek ya da yatma… çadırda da böyledir sarayda da.
Ama sanılanın aksine, tek bir şablona göre yapılmamıştır Türk evi. Yörenin yaşam koşulları, üretim biçimi, topografyası ve mevcut yapı malzemesi her şeyi tümden değiştirebilir. Yine de o güçlü tasarım geleneği pek değişmez. Bunu, örneğin bir Antalya evi ile bir Kütahya evinde; aynı açık sofa tipinin kullanıldığını gördüğümüzde daha iyi anlamış oluruz.
Her Oda, Aynı Zaman da Bir Evdir…
Odalar sadedir. Bununla beraber çok işlevli bir İsviçre çakısını kıskandıracak kadar da kullanışlı, üstelik ferahtır. Oturulduğu gibi yemek de yenir, çalışılır da uyunur da… Hatta yıkanılabilir de… Her biri, evli bir çiftin barınabileceği kullanışlılıktadır bu odaların. Çünkü her oda, aynı zamanda bir evdir. Kereveti, seki altı, yüklüğü, yunmalığı (banyosu), fincanlığı, gömme ocağı (ki bu ocakların bazıları, mesela Babadağ’da olduğu gibi, sürme kapaklara sahiptir. Kapak indirildiğinde ocak kaybolur.) ile bir oda, bütün hizmetlerin görülebileceği şekilde düzenlenir Türk evinde.
Bu sabit unsurların yanında, pek fazla eşyaya rastlayamazsınız odalarda. İhtiyaç olduğunda çıkarılan, işi bittiğinde yeniden yerine kaldırılanları saymazsak, odanın ortası hep boş bırakılır. Ya da belki bir mangal olur ortada, kış aylarında. Yataklar yüklüklerde beklerken, yemek yenileceğinde bir başka gömme dolaptan çıkarılan sofra bezi, altlık, bakır sini ya da tahta tabla ile yemek odasına dönüşür hemencecik oda. Oturmak için ise evin tek sabit mobilyası olan duvar diplerine yerleştirilmiş sedirler kullanılır.
“Başka Bir Geçmişin Zevk-i Selimi”
Bir de hayatları vardır bu evlerin ki, kelimenin gerçek anlamıyla ‘’evlere şenlik’’tir. Dalından kiraz yemenin tadını bilmeyen ya da ağaçta limon görmemiş bir neslin anlayamayacağı arkaik bir “gusto”nun (ya da biz buna “başka bir geçmişin zevk-i selimi” diyelim) eseridir bu hayatlar.
Bilenler bilir, biz bilmeyenlere söyleyelim; Başta Gaziantep olmak üzere Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin birçok yerinde, kabaca “yüksek duvarlı, yüksek ağaçlıklı ve kimisinin ortasında bir havuzun bulunduğu avlu” demek olan hayat, belediyelerin bu gün yüksek maliyetlerle kurmuş olduğu parklardan ve suni bir şekilde oluşturulmuş yeşil alanlardan çok daha evvel tasarlanmış olan kişiye özel, mini ve mahrem parklardır.
Yaz aylarının bunaltıcı sıcağında ev ahalisinin sığınacağı mükemmel bir vahadır hayat ve ismiyle müsemmadır. Üstelik yeşilliğe ya da parka rastlamak için apartmanınızdan çıkıp bir on dakika yürümek zorunda kalmadan ulaşabileceğiniz bir güzelliktir.
Ve bu hayatın sokağa bakan cihetinde, önünden geçerken, kimi zaman oraya öylesine iliştirilmiş gibi gözüken alçak gönüllü, gönyesi hafif bozulmuş bir kapıya, kimi zaman da kale kapısı gibi heybetli, vazifesini müdrik bir nöbetçi edasıyla yapan geniş omuzlu bir ‘’porto’’ kapıya rast gelirdiniz.
Ne olursa olsun hepsi de kendi ölçülerine uygun, eski zaman işi, iri, pirinç veya demir kapı tokmaklarını ya da halkalarını göğüslerinde “madalya” gibi gururla taşırlardı. Ve bir kimse geldiğinde ‘’ kapı çalınıyor’’ denmezdi o zamanlar; ‘’kapı vuruluyor’’ diye söylenirdi. “Kapılar kapanmazdı” asla, “kapılar sırlanırdı” ancak. Zira “Allah kimsenin yüzüne kapıyı kapatmasın”dır bundan maksat. Hasbel kader, bu kapılardan biri açılsa ve içeri davet edilseniz, önce malta döşeli ya da toprak kaldırımlı taşlıktan geçip avluya çıkardınız. İşte tam burada, avlunun ya da evin sağır duvarlarından hiç de hissedilmeyen kadının varlığının buram buram tütmeye başladığına ve her köşeden koklanabildiğine şahit olurdunuz.
Son Söz Niyetine…
Son sözü, Frenk diyarından bir anekdota bırakıp savalım vazifemizi:
Vaktin birinde, biri ressam diğeri mimar olan iki Fransız, bir gün gözlerini karartıp çıkarlar yola, niyetleri Paris’ten Ankara’ya yürüyerek gitmek! Yürümeyi pek seven bu çift, gide gide dayanırlar Yunanistan’a. Oradan da sınırdan Türkiye topraklarına geçerler. Evleri seyrede çize yaptıkları bu yolculuktan da “Evler ve Mevsimler” adında, nur topu gibi bir kitap doğar.
İşte bu kitapta, Yunanistan’dan Türkiye’ye geçtiklerinde karşılaştıkları batı tarzı ev ile geleneksel Türk evinin farkını bir güzel tahlil ederler. Anlattıklarına göre gördükleri şudur; bir kere Yunanistan’dan Türkiye’ye geçildiğinde artık bitişik nizam değil, ayrık nizamdır evler. “Sebebi; deprem olsa gerek” diye düşünür mimar. Zira yıkılan bir binanın diğerine zarar vermesi söz konusu değildir Türk evinde.
Sonra, batı topraklarında gördükleri evlerin çatılarını Türk eviyle karşılaştırırlar. Çatıları da farklıdır evlerin. Batı evlerinin çatısı kırma, Türk evlerininki ise beşiktir. Beşik çatı ise kırma çatıya kıyasla üzerine binen yükü taşımada daha muhkemdir. Yine görürler ki; batılı evlerin ekserisi dikdörtgen tiplidir. Oysa Türk evleri kare biçimlidir. Bunun da yine depreme karşı direnci arttırdığını tespit ederler.
Batılı kır hayatını anlatan, örneğin Heidi gibi, çizgi filmlerde ya da Hollywood filmlerinde gördüğümüz çatı katı fazlalığına da, Türk evinde rastlayamazlar pek. Bunu da depreme bağlarlar. Hem evin yaz-kış sıcaklığını ayarlamada epeyce faydası olan çatının içine bir kat daha açmamak, akıllıca gelir onlara. Tabii ki bu da, Allah muhafaza, bir deprem olduğunda tepenize inecek ek bir yük ihtimalini ortadan kaldırmaktadır.
Bir de Türk evlerinin odalarını görürler ki, gözleri kamaşır sadelikten. Bu sadeliğe rağmen çok işlevliliği de ilgi çekicidir odaların. Gündüz yemek ve çalışma odasıyken; gece yatak odası oluveriyorlardır hemencecik. Üstüne üstlük, duvara gizlenmiş bir kapak açıldığında, bir banyoya rastlamak da pek hoş ve şaşırtıcıdır doğrusu. Ve derler ki; bu, olsa olsa yüzlerce yıl göçebelik ve çadır kültürü içinde pişen, geleneğini iyi hazmetmiş kolektif bir pratik zekânın ürünüdür.
Anadolu’nun gittikleri her köşesinde böyle bir ev kültürü olmasına rağmen, herkesin durup söylediği ve fakat kimsenin tam olarak ne denilmek istendiğini kestiremediği şu “depremle yaşamak” mevzusunu, biz Türklerin yüz yıllardan beri bildiğimizi görünce pek bir şaşırırlar. Ama onları en çok şaşırtan ise; bunları çabucak unutmamız ve üstüne bir de depreme ve inşaat mantığına inat, gudubet binalar yapmamız olur. Bunları da bir bir anlatıp, ağıt yakarlar hiç edilmiş bir toplumsal mirasın arkasından. Ve bize de susmak düşer artık…
Türk Evi’nin Hikayesi – Bu yazı 2007 yılının Şubat ayında yayınlanan Gezgin dergisinin 2. sayısından alınmıştır.