Perşembe , 2 Mayıs 2024

Yaşamın Ortasında Akan Şehir : Seul

İsmini 80’li yıllardan itibaren dünya ile birlikte sıkça duymaya başladık. Gelişen sanayisine ve teknolojisine rağmen, dinginliğini hala korumaya devam eden bir ülke Kore.

Türkiye’de Kore adını Kore savaşı ile duyduk. 1950-1953 yılları arasında onlarca Türk askerinin hiç bilmediği uzak diyarlara gönderilip, ait olmadıkları bir savaşa sokulup o savaşta öldüğünü, yakın geçmiş tarihimizden öğrendiğimiz bir Asya ülkesiydi Kore. Bu ülkeyi, 80’li yıllardan itibaren kalkınma ve sanayileşmedeki başarılarını dünya ile birlikte biz de sıkça duymaya başladık. 1988 yılında olimpiyat oyunlarına muhteşem ev sahipliği yapmış Kore artık dünyada tanınan bir ülke oldu.

Yazı ve Fotoğraflar: Tuğba Akyıldız

Benim hayatıma Kore, 2006 yılında, Avustralya’da, bir dizi tesadüf sonucu tanıştığım Güney Koreli arkadaşımla, 6 ay aynı evi paylaşmamla girdi. Onun anlatımıyla, bilmediğim boşlukları burgulu sözcüklerle işlediğim ışıltılı bir hayal ülkesiydi artık benim için Kore. Zihnimin ve benliğimin bakir atlasında artık ayak izlerimi bırakma zamanıydı. Adresi olmayan bambaşka ortamlara, kadim hikayelere, farklı geleneklere ve farklılıklara, belki de tekrar kavuşmalara gebe, yol vakti artık.

Sabahın erken saatlerinde Seul Incheon Havaalanı’na indiğimizde, 10 milyonu aşkın insanın yaşadığı, parçası olmadığım ve henüz katılmadığım evrendeş hayatın kapılarını aralıyorum. ilk iş kendime bir sabah kahvesi ısmarlayarak şehir merkezine en uygun şekilde gitmek için alternatif yolları araştırmak oluyor. Havaalanı limuzini dedikleri otobüs (15-20 TL), metro (8-10 TL) ve taksi ile ulaşım seçenekleri var. Dünyanın en kalabalık şehirlerinden biri olan Seul’de, sabah trafiğinin sıkışıklığını tahmin ediyorum ve daha uygun fiyatlı bulduğum için metroyu tercih ediyorum. İstasyona indikten birkaç dakika sonra tren geliyor ve ben bagajlar için yapılmış alana valizimi yerleştirerek tenha olan kompartımana oturuyorum. Şehre doğru birkaç istasyon geçtikten sonra yavaş yavaş binen yolcular çoğalmaya başlıyor. Meraklı ve acemi bir kaşif gibi etrafıma bakınıyorum. Neredeyse herkesin elinde akıllı telefon var. Adeta, anavatanları sanal dünya gibi bulundukları ortamdan izole etmişler kendilerini. Erkekler gayet bakımlı ve alışık olmadığımız bir modayı takip ediyorlar. Hemen yanımda, siyah, çerçevesi kalın ama camsız gözlüğüyle genç bir adama takılıyor gözüm. Daha sonra anlayacağım üzere, gözlük burada önemli bir aksesuar, camı olmasa da çerçevesiyle görüntüde seçkinlik yaratıyor. Yaklaşık 40 dakikalık bir yolculuğun ardından şehir merkezinde bulunan Seul İstasyonu’na varıyorum. Buraya çok yakın mesafede bulunan otelime gidip, ertesi gün başlayacak olan gezi planlarım için enerji toplamaya, dinlenmeye çekiliyorum.

Önceden planladığım gibi ilk durağım Han Nehri ile birleşerek Sarı denize dökülen Cheonggyecheon Çayı’na gidiyorum. Etrafı yüksek iş merkezleriyle çevrili, sağda ve solda yürüyüş yolu bulunan bu park alanı sabah kahvesini alıp oturan, yürüyüşe çıkan insanlar ve fotoğraf çeken turistlerle dolu. Çayın ortasında bulunan dilek havuzunda ben de şansımı denemek istiyorum ve yanımda bulduğum 50 kuruşu fırlatıyorum. Tam isabet. Buna göre dileğim yerine gelecekmiş.

Buradan yürüme mesafesinde olan Gwanghwamun Meydanı’na gidiyorum. Çok geniş ve uzun olan bu meydanda büyüleyici bir fıskiyenin ardından Kore’ yi Japon işgaline karşı korumuş, Korenin en önemli ulusal kahramanı, Amiral Yi Sunshin’in anıtı var. Biraz ileride de, Joseon Hanedanlığı döneminde emri üzerine Kore yazı sistemi Hangıl’ı hazırlatmış olan Yüce Kral Sejong’un, sır vermez ihtişamıyla tahtında oturan heykeli var. Kore’nin bu iki büyük kahramanı hakkında bilgiler edinmek için meydanın altında bulunan müzeye iniyorum.Anlatacak birçok hikayesi olan, zamanı ilmek ilmek tüketen, asli bir tarihe bakıyorum uzun süre. Müzeden sonra Gyoungbokgung Sarayı’nın en büyük ve ana girişi Gwanghwamun Kapısı’ndayım. Kapının önündeki saygı ve ciddiyet halesi içindeki nöbetçilerin görüntüsü göz alıcı. Yaşanmışlıkların hazzı ile tarihi bekler gibiler. Ziyaretçilerin onlarla poz verme telaşının ortasında, boynumda asılı fotoğraf makinemle, donuk bir zaman anı yakalamak için bekliyorum uzun süre. Hükmedilmiş zamanı bağışlayan Joseon hanedanlığı döneminde Seul’de yapılan 5 büyük sarayın en büyüğü olan Gyoungbokgung Sarayı’nın kapısından tarih yolculuğuna süzülüyorum. Yapılar ahşap, çoğunlukla nefti yeşili ve tarçın renginin hakim olduğu, doğal boyalarla işlenmiş motiflerle alabildiğine sade. Çatı kenarları taştan hayvan heykelleriyle süslü. Sadeliğin ihtişamında vakur bir sessizliğe bürünmüş saraylarda dinlediğim hikayelerden, düşünce sistemiyle tarihi canlandırıyorum zihnimde. Etrafım öğretmenlerinin rehberliğinde gelmiş öğrenciler ve aynı tarihi havayı farklı katmanlarda soluduğum turistlerle çevrili. Daha sonraki günlerde de göreceğim gibi saraylar ve müzeler yerli halk ve öğrenciler tarafından büyük ilgi görüyor.

 

Seul’de Evrensel dünya; Iteawon

Yeni günüm uluslararası ve Koreli sanatçıların  geleneksel ve modern eserlerini sergilendiği Leeum, Samsung Sanat Müzesi ziyaretiyle başladı. İsveçli, Hollandalı ve Fransız dünyaca ünlü üç mimarın tasarladığı bu modern yapılar adeta kendi masallarını inşa etmişler. Kore’nin geleneksel seramik ve metal el sanatlarının sergilendiği bölüm gerçekten görülmeye değer

Müzeye çok yakın olan sonraki durağım, farklı milletlerin ve kültürlerin kucaklaştığı Iteawon semti. Kafeler, lokantalar ve çeşitli mağazalarla dolu olan bu cadde adeta tüm dünyayı bir araya toplamış gibi. Birçok ulustan toplulukları barındıran bu yerde algıda seçiciliğin örneği, ilk gözüme çarpan geleneksel kıyafetler içinde Maraş dondurması satan genç ile arkasındaki döner ve kebap salonu oldu. Biraz ileride gene bir başka Türk lokantası ve pide salonu var.

Hasret aleminde çarpıcı bir teselli ile Türk yemeklerinin enfes kokuları eşliğinde lokantaya giriyorum. Ülkemin değişik bölgelerinden gelen garson ve aşçıların sıcacık sohbetiyle öğle yemeğimi yiyorum. Yemeğin ardından 2002 Fifa Dünya Kupası için yapılan Seul Dünya Kupası Stadyumu’nda soluğu alıyorum. Yıllar öncesindeki Senegal’in Fransa’yla yaptığı sürpriz maç ile iki dost ülke, Kore ve Türkiye maçı, kuvve-i hafızama nüfuz ediyor bu atmosferde. Stadyumun müzesindeki duvarda da Kore ve Türk bayrakları arasında, futbolcuların kucaklaşma fotoğraflarını görüyorum. Müze çalışanı hiçbir şey söylemeden beni dev ekran karşına getirip oturtuyor. İçimden herhalde dünya kupası maçlarından özet görüntüler gösteriyorlar diye geçirip ekrana bakarken flaş patlıyor. Birkaç dakika sonra elinde bir kartpostalla görevli yanıma geliyor. 2002 Kore Milli Futbol takımının hatıra fotoğrafında kendi kafamı görünce dünyanın sırrına ermişçesine gülüyorum.

Gangnam Style

2012 yılının Temmuz ayında piyasaya çıktıktan sonra Aralık ayına dek Internet üzerinde milyarlarca izleyiciye ulaşan PSY’ın “Gangnam Style” şarkısında geçen Gangnam’ın bir semt olduğunu bugün öğreniyorum. Bu semtin lüks bir iş ve alışveriş merkezi olması yanında, mesken olarak Seul’un en pahalı evlerinin burada olduğunu, insanların statüsü, parası ve kıyafetleriyle konuştuğu ve bunların toplamına “Gangnam style” denildiğini de bugün yaşayarak öğrendim. Geniş caddesi boyunca sıralanan kafelerin, mana aranamayacak kadar çok sayıda olması beni şaşırtıyor. Burada herkes birbirinin aynı, hatta tekrarı. Kimsenin kimseyle ilgilenecek zamanı yokmuş gibi bir zaman sarhoşluğunda, hayatın içinden hızla akıyorlar.

Gösterişli binalarla çevrili Gangnam’dan sonra yakın mesafede olan görkemli iş binalarının arasındaki dijital dünyanın gizil gücü Samsung d’light’dayım. Burası adeta bir tür yaşayan teknoloji müzesi. Çekici tasarımlar ve sonsuz detaylar gezegeninde uzun uzun elektronik aygıtları ve fotoğraf makinelerini inceliyorum. Her birinin karşısına geçip acemice pozlar veriyorum ve çektirdiğim her kare, yüzlerce yüz arasında yerini alıyor.

Öğleden sonra kahvemi alarak Seul Olimpiyat Parkı’na geliyorum. Yelpaze şeklindeki park girişindeki anıt, çevresindeki yürüyüş yolları ve yeşilli alanlar hafta sonu tatilini ve güzel havayı değerlendiren ailelerle dolu. Çimler üzerinde miskinlik eden büyüklerle, bisiklete binip koşturan çocukların cıvıltısı adeta panayır yerine çevirmiş parkı. Ben de bir süre miskinlik edip, yakındaki Olimpiyat Müzesi’ne gidiyorum. Olimpiyat oyunlarının başlangıcından günümüze kadar uzanan olimpiyat tarihinin anlatıldığı salonun yanında, başarılı olmuş sporcuların heykellerinin olduğu bölüm var. Müze’nin ortasında Olimpiyatlarda üst üste 3 altın madalya almış sporcular arasında, Naim Süleymanoğlu’nun heykelini görmek ayrıca gurur vericiydi. 88 Seul Olimpiyatı, bu başarılı haltercimizin ilk altın madalya aldığı oyunlardı.

Kore Hamamı

Yıllardır Türk hamamından bu kadar uzak kalmasaydım, sanırım Kore gezimdeki en önemli bölümü kaçırmış olurdum. Pazarlarda bolca gördüğüm kese ve banyo gereçleri bu ülke insanlarının da bizimkine benzer bir banyo kültürü olduğunu gösteriyordu. Yalnızca Türk, Fin ve Japon hamamlarını bilen biri olarak hamam sefalarımın özlemiyle, Kore hamamıyla da (jjimjilbang deniliyor) tanışmak istedim. Dragon’s Hill (Ejderha Tepesi) Hamamı 24 saat açık olan hamamlardan birisi ve giriş ücreti yalnızca 20 TL. Girişte şort ve tişört ayrıca anahtarlı bileklik veriyorlar. Bu anahtarlık aynı zamanda hamam içindeki tüm harcamalarınız için dokunmatik kredi kartı yerine geçiyor. Hiç kimsenin ayağında terlik olmaması dikkatimi çekiyor. Yerler pırıl pırıl. Giyinip erkeklerle kadınların ortaklaşa kullandıkları ana bölüme geçiyorum. Çoğu igloo tarzı sauna odaları var sıcaklık derecesine göre ayrı ayrı. Buz odası, meditasyon odası, buhar odası, tuz odası, uyku odası gibi bir çok bölümün yanında, çocuklar için oyun salonları, manikür pedikür salonu ve açık yüzme havuzu da mevcut. Bitmeyen bir ömrün yorgunluğunu atar gibi saunaların sıcaklığıyla muhteşem bir özdeşlik yaşıyor, buhar banyosunun cazibesine kapılıyordum. Kendimi sıcağa ve suya bıraktığım bu zamanda ne kadar kaldığımı bilmiyorum. Televizyon ve dinlenme odası olan ortadaki geniş salona geçip hararetimi alsın diye soğuk, tatlı içeceği sikhye, altı buz parçacıkları olan hafif tatlısı pat bing su ve biraz da acıktığım için kahverengi yumurta alıp oturuyorum mermer zemine kese ve banyo töreni öncesi. Kimyası bozuk görünümünü en yüksek derecedeki saunada yavaş yavaş pişmesi ile sarı ve beyazının kahverengiye dönmesine borçlu bu yumurta. Tadı nefis ve doyurucu. Her anını minnetle duyumsadığım kese ve banyo kısmından sonra yenilenmiş ve tazelenmiş olarak günümün ikinci yarısına başlıyorum.

Bir başka keşfedilecek zamana, Bukchon Hanok Köyü’ne gidiyorum. Kuzey köyü olarak da bilinen bu köyde geleneksel Kore mimarisini görebilir, yaşamlarının kapısından misafir olabilirsiniz. Özelikle çatıları ve kapıları çok etkileyici. Koruma altına alınmış bu evlerde de, saraylarındaki gibi insanın içine işleyecek kadar sahici bir sadelik hakimGünümün son durağı, akşam sefası yapacağım N Seul Kulesi. Ayaklarımın altındaki şehir gökyüzünün çıplaklığı karşısında sonsuz pırıltı içinde. Daha çok sevgilileriyle gelmiş gençler var. Bahçenin kenarları adeta dilek mabedi gibi. Kalp şeklindeki kilitlere sevgilinizle birlikte isminizi yazıp kilitliyorsunuz. Kore’nin genelinde de çok gördüm. Mütemadiyen dilek diliyorlar bu insanlar. Bu bir kuyuya ya da Buda heykelinin kucağına atılan paradan tutunda, taşları üst üste dizmeye, kalpli kilitlere, lotus fenerlerine yazı yazmaya kadar bir çok yöntemle dilekler evrenine sahipler.

Bongeunsa Tapinagi
Buda’nın Doğum Günü

Bugün Güney Kore’nin resmi tatili. Buda’nın doğum gününü kutlamak için yüzlerce Koreli ile birlikte ben de Bongeunsa Tapınağı’ndayım. Seul’deki tapınakların en büyüğü olan bu yapı, Zen Budizmi’nin de önemli bir merkezi. Fevkalade bir tören olması için günlerdir büyük hazırlıklar yapan Budist rahip ve rahibeler, gizil bir uyum içinde merasime başladılar. İnanç yüklü atmosferin etkisi elle tutulacak kıvamda yoğun. Başımızın üstünde adeta çatı görevi üstlenmiş lotus şeklinde rengarenk fenerler asılı. Fenerlere rahipler aracılığıyla adınızı yazdırarak satın alıp bir dilek dileyebiliyorsunuz. Tören sonrası tapınağın bahçesinde bağış yaparak birçok etkinliğe katılabiliyor (fener, yelpaze, tablo boyamaları), değişik ev yapımı pastaları tadabiliyorsunuz. Bende günün anısı olarak beyaz boş kağıttan yapılmış yelpazeyi içimden gelen motiflerle süslüyorum.

Tapınağın karşısındaki CEOX binasının içinde Kore’nin geleneksel lezzetlerinden biri olan Kimçi Müzesi’ne geçiyorum. En beğendiğim tatlardan biri olan kimçinin yapılma sürecini, farklı türlerini, tarihini, besin faydalarının anlatıldığı bir dolu bilginin yanında birkaç türünü tatma olanağı da buluyorsunuz.

Kore Mutfağı ve Sokak Lezzetleri

Hiç tatmadığım lezzetlerin masalsı yuvası oldu Kore benim için. Tatları ve kokuları katman katman ayırabiliyor, ağzınızın içinde yeni lezzetler dünyası yaratabiliyorsunuz adeta. En bilinen geleneksel tadı Kimçi her öğünde ana kraliçe edasında baş köşede. Öğünlerde çorbaya çok önem veren Kore mutfağı çok çeşitli çorbalara sahip. Et ve sebze sevenlerin mutlaka denemesi gereken Bulgogi yine Kore’nin sevilen yemeği. Geleneksel Kore lokantalarında ayakkabılarınızı dışarıda çıkarıp içeri giriyor yer sofralarında oturuyorsunuz. Ahşap çubuklarla yemek yiyen diğer Asya ülkelerinden ayrılan temel fark, çubukların metal olması.

‘’Sokak lezzetleri cenneti hangi ülke?’’ diye sorsalar hiç düşünmeden, karşılaştırma bile yapmadan, kesinlikle Kore derim. Temiz, lezzetli ve içerikli olan bu yerler, sokak lezzetlerine çok da alışık olmayan beni bile müptelası yaptı. Dinmez lezzet fırtınasına yakalanmış gibi kendinizden geçiyorsunuz. Soju, Ho-Dduk, bibim- bob, balkabağı çorbası mutlaka denenmesi gereken tatlar.

Seul ve Alışveriş Çılgınlığı

Benim gibi alışveriş bıkkını ve meraklısı olmayan birini bile içine çekebilecek etkileyici bir alışveriş dünyasına sahip Kore. İnsan adeta kozmetik bir kürede yaşıyor. Her iki dükkandan biri kozmetik mağazası. BB veya CC kremlerin varlığından da bu sayede haberdar oluyorum. Dünya genelinin tersine, reklamlarda erkek modellerin çoğunlukta oluşu gerçekten dikkat çekici. Giysi satın alırken, makyaj bulaşıyor diye giysiyi denemeden alabiliyorsunuz; çünkü BB veya CC krem kullanmayan yok gibi. Çok değişik göz zevkine ve moda anlayışına sahip Koreliler için alışveriş bitmeyen ve sonlanmayan bir serüven. Özellikle sabahın 4’üne kadar açık olan Doğu kapısının karşısında bulunan Dongdaemun Pazarı, başlı başına kendini alışveriş çılgınlığına teslim etmek isteyenler için bir cennet. Geleneksel giysiler, kağıt, çanak çömlek, çaylar ve el sanatlarına meraklı iseniz Insadong sizin merkeziniz. Eskiye ve ikinci el eşyalara meraklıysanız, Seul Halk Bit Pazarıbiçilmiş kaftan. Myeongdong, Namdaemun, Doota alışveriş merkezleri ise başka başka seçenekler sunuyor.

Korelilere Dair…

Kendilerinin de dediği gibi, Koreliler, Çinlilerden daha az kızgın, Japonlardan daha az sakin bir millet. Yaşamın hamurunu iş ile alışveriş arasında mayalamışlar. Halkın ruhunu yansıtan Seul çok hızlı yaşayan bir şehir. Dünyanın birçok ülkesiyle birlikte Asya’nın bütünü Kore dizileri tutkunu ve meraklısı. Aşk ve entrika burada da ilgi gören konular. Yabancı olduğum besbelli iken, bakışlarında bir damla çirkinlik ve merak bulamayacağınız kadar özel bir millet Koreliler.

Bu yazı 2013 yılının Temmuz ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 77. sayısından alınmıştır.

Yazar : HALİT ÖMER CAMCI

Gezgin, ışık avcısı, oğlunun babası...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir