Yazı : M. Akif Tunç
Her insan biriciktir. Sorsak, kimsenin şüphesi yoktur biricik olduğuna. Ne var ki kendi biricikliğine sahip çıkmaksızın nasıl iddia edilebilir bu; gerçekliği eylemle böylesine sımsıkı bağlı bir insanlık durumu için iddianın ne hükmü olur?
Evet, insan! Daha doğuştan biricik olmak üzere vardır o. Bunun için her şart birleşmiştir. Bambaşka bir yüze sahiptir; bambaşka bir sese sahiptir; bambaşka parmak izlerine, bambaşka gözlere… Kriminoloji bilimi ve adlî tıp ilerledikçe bir insanı diğerinden ayırmanın beden kaynaklı sayısız yollarına ulaşılıyor. Bir beden olarak, yüzlerce işaretin göstermesiyle, evet, insan biricik bir varlık. Öyle ki, her bir insan tekinin yaşayan insanlar arasında biricik bir yapıya sahip olmasından hareketle, bu biricik yapının en küçük unsuruna kadar, gelmiş geçmiş ve gelecek insanların hiçbirinde aynısının olmadığına ve olmayacağına dair halihazırdaki gerçekliğe dayanan bir kanaat var. Bu durumda, her birimizin her biri birbirinden farklı on adet parmağının gelmiş geçmiş ve gelecek insan sayısıyla çarpımından çıkan ve belki de katrilyonları bulan farklı parmak izinin, bir parmak boğumu kadar alana sığması kahredici güçte bir sanata ve düzene işaret ediyor. Bir kağıdın üzerindeki duruşundan, işgal ettiği küçücük yerden onun bir parmak izi olduğu rahatlıkla anlaşılan ve böylelikle kendi arasında birlik arz eden; ama bu birlik içinde hepsi birbirinden farklı olan ve böylelikle baş döndürücü bir iradenin yansımasıyla biriciklik arz eden işaretler.
İşte budur; insanın fizikî yapısıyla dıştan neredeyse sonsuzca biricik çatılmasının arkasında, insanı aslında nasılsa öyle olmaya, yani onu, hisler, hünerler ve yönelimler itibarıyla içte şüphesiz sonsuzca biricik çatılmış evrence engin yapısıyla karşılaşmaya (ona ulaşmaya) iten bir irade var. İşte yüz! İçteki biricikliğin dıştaki en bariz gerekçesi; onun en önemli sergisi. Halbuki ne kadar çok tekdüze yüz var; ne kadar çok bir örnek bakış var. Herhangi bir mânâ akışına, derinliğine veya katmanına rastlanmayan ne çok çehre var; dağları, vadileri ve ırmakları olmayan birer fizikî harita gibi. Kendi biricikliği üzerine düşünmeyen, emek sarfetmeyen kumlardan mürekkep bir çöl, desek dünyamızın çehresi için, çok mu karamsar bir yaklaşım sergilemiş oluruz?
Günümüzde en sık karşılaştığımız tutumlardan (ısrarlardan) biri, insanların farklı olduklarını gözümüzün içine sokmaya çalışması. Giyimi kuşamıyla, saç kesimiyle makyajıyla, dinlediği müziği, en sevdiği filmleriyle, duyulmadık yerleri gezip görmüşlüğüyle bambaşka (biricik) biri olarak kabul görmeyi umuyor birçok insan. Bunlar bambaşka bir insan olmanın araçları olabilir mi? Birçokları tarafından çok zahmetsizce taklit edilebilen tutumlar veya elde edilebilen şeyler değil mi bunlar? Sonra, nasıl olur da bambaşka bir insan olmak insanlar tarafından amaç hâline getirilebilir ki? Kendiyle karşılaşabilmiş her insan biriciktir. Kendini bilmeye, bunun bilinmeye değer olduğunu kavramaya doğru hamlesi bulunmayan insan nasıl karşılaşacak kendisiyle? Artık, sıklıkla, farklı olmaya çalışanların, sıradanlık araçlarını birbirlerinden kıskananların, bunlarla boyuna birbirlerini aşağılayanların sıradanlığıyla karşı karşıyayız. Ne olursa olsun, insan, zihnen de olsa, bu döngünün dışında kalabilmeli. Aşağılayan bir ifade! Bir yüzün bürünebileceği en talihsiz görünüm, takınabileceği en fena tavır. Bir insan olarak nasıl olmasını istiyoruz evimizin (yüzümüzün-hayatımızın)? İşte geldiğimiz nokta bu: Dıştan son derece gösterişli, hareketli; fakat içten, terk tozlarına batmış, tüm odalarıyla atıl bir ev mi? Yoksa dıştan sade, kimseyi imrendirme gayesi gütmeyen; ama içten, her bir odasında bir canlılığın görüldüğü, bir sanatın işlendiği, yaşayana ve misafiri olana hayat veren bir ev mi?
Her iki evin kapısı da yüzleridir insanların. Oradan yol buluruz insana. Dış görünümü ve tavırlarıyla gösterişli birçok insanla çok da uzun olmayan bir birliktelikten sonra, çoğu zaman ne denli bir koflukla karşı karşıya olduğumuzu görürüz. Tavırlarıyla ve görünümüyle gösterişten uzak, sade insanlarda ise, çoğu zaman, huzur veren bir derinlikle karşılaşırız. Bu yüzden, dünyanın bütün büyük şairlerinin, romancı ve öykücülerinin tezgâhındaki en değerli kumaştır insan yüzü. Oscar Wilde, Dorian Gray’in Portresi romanıyla, yüz kumaşını işleyerek güzellik kavramını tersyüz etmiştir meselâ. Arzu tornasından geçmiş insanların yüzlerinden çıkılan bomboş âlemi de; tinsel olanla beslenen insanların çehrelerinden varılan derin evreni de, en ince kıvrımlarına kadar, bulduk bu başyapıtlarda. Şimdilerde beden dili olarak ortaya konan davranış veya görünüm formlarının ana kaynağıdır bu eserler.
Peki, kendi yüzümüz? Sıkça karşılaştıklarımız içinde en az gördüğümüz değil mi kendi yüzümüz? Hayatımızda tecrübe ettiğimiz hadiselerin, atlattığımız badirelerin, gördüğümüz, duyduğumuz şeylerin içimizdeki, his dünyamızdaki karşılığını yaşayarak (hissederek) biliriz. Ama iç dünyamızda yaşadıklarımızın en büyük delili ve göstergesi olan yüzümüzü bu durumlarda görenler başkalarıdır hep. Hiç kimse, çektiği sıkıntıların, acıların, duyduğu endişenin, telâşın veya sevincin yüzündeki karşılığını görmek için geçmez aynanın karşısına. Tecrübe edilen duygunun kişinin zihnini büsbütün kuşattığı bir sırada kimsenin aklına gelecek bir şey değildir aynaya bakmak. Eğer biri bunu yapıyorsa, ya hislerinde samimi değildir, ya o anki hisleri düşük şiddettedir, ya da profesyoneldir.
Evet, birçok sinema oyuncusu ve tiyatrocu, bu kişilerle yapılan bazı söyleşilerde rastladığımız üzere, gerçekten şiddetli hislerin etkisi altındayken bile, gerçekliği (hafifçe!) incitme pahasına, duyduğu hislerin yüzündeki karşılığını; fakat daha da önemlisi, başka gözlerdeki (o hisleri duyan) kendini görmek için yakınlarındaki bir aynada yüzlerini görme fırsatını tepmiyor. Yüzlerinin (sanatlarının hem ham maddesi hem tezgahının; yani neredeyse her şeylerinin) başka gözlerde uyandıracağı sahicilik hissi adına katlandıkları bu sahtelik, onlar için bile, kolayca mazur görebileceğimiz bir şey değil.
Yüzümüzün başkaları tarafından nasıl göründüğü, oldukça tabîi, hatta her insana gereken bir merak. Kişinin bir bütün olarak kendi görünüşüne dikkat etmesi, zaten, onun hem kendine hem başkalarına duyması gereken saygının gereği. İnsan aynaya bakarken, kendi mimiklerinin nasıl göründüğünü belli ölçüde merak da edebilir. Ancak, içinde bulunduğu duruma göre kendi işine yarayacak yüz halini gerektiği anda takınma peşindeki bir insanın aynı karşısındaki temrinleri, bize, olduğu gibi görünmekten zararlı çıkacağına şüphesi olmayan ve buna yanaşmayan, göründüğü gibi olmayı ise kendisi için imkânsız gören, yani insan olmanın çok azına razı olmuş bir insanı resmeder. Evet, galiba, insanın önündeki en büyük mesele bu: Olmak ya da olmamak.
(Ayna karşısındaki temrinler deyince aklıma Martin Scorsese’in “Taxi Driver” filminden bir sahne geliyor: Burada, Robert De Niro (taksi şoförü) toplumdaki rezilliğe karşı tek başına kılıcını çeken, yormayan felsefeli bir modern Don Kişot figürüdür. Kahraman filmin bir sahnesinde, bir hamleyle tabancayı eline ulaştıran, kolundaki, kendi yaptığı bir mekanizmanın çalışmasını denemektedir. Bunu yaparken, aynı zamanda, rakibine aman vermeden işini bitirecek hünerde hazırladığı tuzağın da verdiği müthiş bir güven hissiyle, bir yandan hasmına (aynaya) karşı gözlerini elmacık kemiklerinden itibaren kısmak ve böylelikle dudaklarını birbirinden ayırarak ağzı tehditkâr bir görünüme kavuşturmak suretiyle; diğer yandan ellerini kendi göğsünün üzerine doğrultup silkelerken boyun, bel ve dizleriyle de ellerinin rezonansına uymak suretiyle, aynaya (hasmına) karşı “Bana mı dedin? Bana mı dedin?” diyerek meydan okuyor; böylece yüzünde ve sesinde bulunması gereken sert erkek (tough guy) edasının en mükemmel kıvamına ulaşmaya çalışıyor ayna karşısında. Öyle ki, kendisini küçümseyen hasmının işinin bitişi ve bu gerçekleşirken bir bütün olarak kendi görünüşü, kusursuz bir sanat eseri olmalı.)
Gerçekten de, kendi hislerimizin yüzümüzdeki yansımasıyla neredeyse hiç karşılaşmıyorsak ve zaten buysa tabîi olan, onunla karşılaşan başkalarına (bize-yakınlarımıza-arkadaşlarımıza) bir sorumluluk düşüyor buradan: onu okumak. Kişinin hislerini gizlemek adına yaptığı savunma oyunlarını deşifre etmek ve sezdirmeden bir tebessümle sisleri dağıtmak, yetişmek yardımına sıkıntılı ya da kederli kişinin. Tebessüm, bir yüzün uğrayabileceği belki en zor, ne var ki en güzel yamaç. Çünkü kendi dertlerine yüz vermeyerek ve ancak sevme ve acıma ateşiyle yüzde tutuşturulabilen bir şey tebessüm. Yaşamanın değil yaşatmanın tadını seven ve önceleyen kişilerin sermayesi o. Ne diyordu bir yüz (d)okuma ustası Van Gogh: “Her kim kendi yaşamını kurtarırsa onu kaybedecektir; ama kim yaşamını daha yüce bir şey için kaybederse onu bulacaktır.”
YÜZÜMÜZDEN İÇERİ BİR KISA GEZİ – Bu yazı 2007 yılının Mayıs ayında yayınlanan Gezgin dergisinin 4. sayısından alınmıştır.