“Bir mezar yontun bana dostlarım.
Ozan için,
Taştan ve rüyadan
El Hamra’da yapın,
Suyun ağladığı bir çeşme üstüne.” A.Machado
Yazı : Esra Özcan – Fotoğraflar : Ömer Önüt
Gırnata’ya vardığımızda hava çoktan kararmış, gece inmişti şehre. İnsanların evlerine çekildiği, dolunayın bizi karşıladığı bir vakittte Albayzin sokaklarında adımladık. Geçtik bir zamanlar kandillerde zeytinyağıyla aydınlatılan, iki katlı, beyaz kireç badanalı evlerin baktığı dar sokaklardan.
Adını, vaktiyle yerinde cami bulunan San Nicolas kilisesinden alan Mirador de San Nicolas noktasına vardığımızda gördüm Sen’i ilkin. Sierra Nevada’nın eteklerinde ışıl ışıldın, vuruldum. Bir Sen aydınlıktın o gece bir de, gözümü alıp senden ve zihnimi alıp tarihte dönüp duran düşüncelerden, bakabilseydim gökyüzüne eğer; bir ihtimal yıldızlar. Kimbilir belki onlar bile Sen’in varlığından utanıp, üzerinde duran semada göz kırpmaz olmuştur geceye. Öyle vakurdun ki ve öyle bir başına, öyle garip.. Sağır duvarlarının ardında sakladığın güzelliğini keşfetmek ertesi güne, günün aydınlığına kaldı. Duvağı örtülü nazlı bir gelin gibi göründün o gece bana El Hamra..
Arkam San Nicolas kilisesine yüzüm Sana dönükken az ileride Gırnata Cami’sinde, kimsesizliğine yoldaş olmak istercesine ezan okunuyordu ama öyle gürül gürül değil maalesef. Ah keşke duyabilseydin.. Beş yüz küsür sene sonra 2003’ten bu yana yeniden ezan okunuyor Gırnata’da, minaresi San Nicolas’ın çan kulesini geçmemek şartıyla inşa edilmesine müsaade edilmiş bu mütevazi camide. Kurtuba’da olduğu gibi yine eda ettiğim namazımdan sonra dualarımdaydın, dualarımdaydı Endülüs. Affolunmak, yeniden bu topraklarda arşı doldururcasına ‘Allahuekber’ seslerini işitebilmekti duam. Demiyor muydu ki Yaradan ‘Bir topluluk kendisini değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez.’ Ben de zevale uğramış kalplerimizin şifasını diledim, ahvalimizin değişmesi için.
Gün, yürümekten ve düşüncelerden nasibini alınca yorgunluk düştü payımıza ve gecenin yerini aydınlığa bırakmasını bekledik yoluna koyulmak için.
Yıllarca beklenen maşukun aşığıyla visali gibiydi Sen’le buluşmamız. Mimarinin ‘kudret’ sembolüne dönüşmediği, kaynağını ‘tevhid’ ilkesinden alan benzersiz bir estetik anlayışla tasarlanmış mekanlarında adımlarken, önce gözlerim sonra ellerim değince o hat oymasının en naif tezahürü olan taş duvarlarına; bastığım zemin ayaklarımın altından kaydı ve beni altı asır öncesine götürdü. Fetihlerinden ötürü aldığı methiyelere sarayının duvarlarını ‘Velâ gâlibe illallah’(Allah’tan başka galip yoktur) kelamıyla donatarak mukabelede bulunan bir emirin hakimiyetindeki o emin beldeye. Son narın dalından düşüp, parçalanıp, tanelerine ayrılmadığı zamanlara. Avrupa’nın manen ve madden kire battığı bir dönemde tüm evlerden ve meydanlardaki çeşmelerden suların aktığı, Lorca’ya ‘Granada suların sesiyle yaşar’ dedirten medeniyete..
Ve suların sesiyle geldim kendime, adını havuzun kenarına dikili mersin bitkisinden alan Mersinli Avlu’da (Patio de los Arrayanes) bulunca kendimi. Revakların kusursuz bir şekilde suya düşen aksinin mi kendisinin mi daha gerçek olduğunun ayrımını yapamadan kendi içinde çoğalışını seyrettim bir sonsuzluk algısı içinde. Fikrine ve kalemine: ‘Güzellik; aynada kendine bakan sonsuzluktur. Fakat sonsuzluk da sensin, ayna da.’ mütalaası düşmeden az evvel Halil Cibran da, benim durduğum noktadan Sana bakmış olabilir miydi? Bu düşünceler eşliğinde, artık sularının sesine duaların karışmadığı, güzelliğiyle büyüleyen Aslanlı Avlu’ya geçince (Patio de los Leones) yine zaman kavramım şaştı. Bu ihtişamlı avluya açılan, mukarnasın mimari bir geçiş unsuru olmaktan öte bir işleve bürünüp kubbenin kendisini en sanatkarane biçimde tanımladığı Mukarnaslı Salon’da (Sala de los Mocarabes) kimbilir ne şiir divanlarına tanıklık ettin, diye geçirdim içimden. Hemen karşısında Elçiler Salonu’nda ilhamını Mülk suresinde geçen “yedi kat sema” ibaresinden almışçasına, sedir ağacından ince ince oyulmuş o kubbenin altındaki sırlı çinilerle bezeli duvarlar da şahit olmalıydı ki o anlara, Endülüslü şair İbn Zemrek’in kasideleri vardı salonun duvarlarında. Sahi Sen’i İslam Mimarisi’nin yeryüzündeki en imtiyazlı temsilcisi yapan da bu ince ruh değil miydi? Başka hangi yapının duvarları böylesi naif bir oymacılıkla bezenmiş ki ayetlere, kasidelerle ve şiirlere?..
Sense boynun bükük, mahzun bakıyordun bana, adını; harcının karıldığı kilin kızılından alan El Hamra. Gırnata’nın zaptedildiği gün Kardinal Pedro de Mendoza’nın Nöbet Kulesi’ne gümüş haçı dikerek İspanya’da İslam hakimiyetinin tamamen son bulduğunu ilan ettiği gün mü anladın ilkin kızıldan başka bir renge bürünemeyeceğini? Yoksa Saray Mescidi’nden yükselen ezan sesleri yerine Santa Maria kilisesinin çan seslerini duyduğunda mı? Bir zamanlar Cennet-ül Arifin denilen İslam bahçe mimarisin en nadide örneklerinden, cennetten kopup gelmiş gibi; sümbüller, menekşeler, limon ve nar ağaçlarından mürekkep bahçelerine şimdilerde batılılar dilleri dönmediği (ya da gönül dilleri kafi gelmediği) için “Generalife” demişler.
Ahh El Hamra! Üzülme garip kalmışlığına. Özlemini çektiğin Endülüs bir daha gelir mi bilinmez. Hem biliyor olmalısın; devletlerin de aşklar gibi ömürleri olduğunu ve ben şunu da biliyorum; bir şiir sözcükler yerine taştan ve mermerden yazılabilseydi eğer adı “El Hamra” olurdu ve yazılmış en güzel şiir o olurdu.
Ahh El Hamra! – Bu yazı 2015 yılının Nisan ayında yayınlanan Gezgin dergisinin 98. sayısından alınmıştır.