Pazar , 10 Kasım 2024

Atlas’ın Parçaları

San Francisco Golden Gate’te bir akşam vakti

Yazı: Aysema Berk   Fotoğraflar: Halit Ömer Camcı

Dünyanın en kalabalık 50 şehri

Atlas’ı bilir misiniz? Hani tüm dünyanın yükünü omuzlarında taşıyan, emektar Atlas’ı. Ona ceza olarak verilen bu suç, bugün her coğrafyaya dağıtılmış durumda. Artık kendi coğrafyasının yükünü sırtında taşıyan kentler var. Bu kentler, onları çevre kentlerden ayıran özellikleriyle ve değişen dünya konjektürüne göre ekonomik ve siyasal nedenlerle bulundukları toprakların yükünü taşıyan birer Atlas haline geldiler.

San Francisco, ABD’nin en önemli limanlarından birine sahip büyük bir kent. Özellikle Golden Gate boğazıyla  Büyük Okyanus’a bağlanan kent, aynı ismi taşıyan parkı (Golden Gate Parkı) ile bir bütünlük arzediyor. Golden Gate yani Altın Boynuz ismininde, Haliç’in namından geldiği bile rivayet edilmektedir. İspanyollarca keşfedilen bu topraklarda, aynı zamanda körfezi çevresinde gezinen yelkenlileriyle ve yatlarıyla da dikkat çekiyor.

İlk çağlardan itibaren tüm insanların içinde ufuk çizgisinin ardı yani gözle görülür mesafelerin bir sonrası merak konusu olmuştur. Bir şekilde içinde yaşanılan dünyadan bir adım öteye gitmek, bu dünya üzerinde yaşayan bizim gibi ama bizden olmayan insanları tanımak, tarihlerini koklamak veya daha önce hiç yemediğiniz bir lezzeti tatmak. Tüm bunlar insanın keyfi ama keyfi olduğu kadar ihtiyaçta duyduğu değişiklikler ve renkler. Ancak bunlara ek olarak zaruri haller var ki bu tip durumlarda merak ve keşif duygusu pek de bir mana teşkil etmiyor. Zorla toprağından olmak, temel ihtiyaçlara sahip olmak için “gitmek, ardında bırakmak” durumunda kalınıyor. Ancak ister keyfî ister zorunlu bu yolculukların sonucu, bir yerler tenhalaşırken, bazı topraklar haddinden fazla insan yığınlarıyla dolup taşıyor.

Dünya üzerinde insanın ayak basmadığı toprak ve üzerinde gemilerin sefer yapmadığı bir deniz kalmadı. Keşifler, keşifleri doğurdu. Ancak gelinen son noktada keşifler yerlerini adeta kuşatmalara bıraktı. Yani kentler sizi ifraz etse de yaşamaya devam ediyorsunuz ve bir bakıma istenmediğiniz toprakların “sakini” olup çıkıyorsunuz.

İnsanların akın ettiği, umutla kapısına dayandığı, beklentilerle yurdunu terk ettiği kentlerde otobüsler, her köşeye dikilen binalar insanlar için yapılmasa da bir süre sonra amacın ve aracın yer değiştirdiğini ve otobüsler ve evler için yaşayan insancıklar haline geldiğinizi anlıyorsunuz. Kentin içinde kaybolmak diye buna deniyor sanıyorum. Kentlerin güzelliği, sahip oldukları değerler başka amaçlar için oralarda bulunan insanlar tarafından farkedilmeyi bekliyor. Tezatlığı da burada ortaya çıkıyor. Kentler bu özellikleriyle nam salıp büyürken, kendilerine çektikleri insanlarca, bu özellikleri ikinci kalıyor. Yani kenti yaşayan değil, kenti ayakta tutan dinamikler olmaktan çıkıp, kendi hayatlarını idame ettiren insanlara dönüşüyorlar. İstanbul’da 20 yıldır yaşadığı halde, gecekondusundan bir adım dışarı çıkmamış ve denizi görmeden hayatını kaybetmiş insanların olduğunu düşünürsek, konumuz daha net anlaşılır, zira bu insanlar için büyük kentler, ekmek kapısı ve sığınaktan öte bir anlam ifade etmezler.

Her gün binlerce insanın akınına uğrayan kentlerde yıpranma meydana geliyor. Fazla kullanılmış bir giyecek gibi, olağanca güzelliklerinin üstünü, hava kirliliği, trafik, düzensiz ve adil olmayan yapılaşma örtüyor. Başka sıfatlarla anılması gereken hem göz zevkine hem manevi değerlere hizmet eden bu kentler, sakinlerinin zihninde bıkkınlık ifadeleriyle beraber kullanılıyor. Elbette her kent için bu sözleri sarfetmek doğru değil ama istediğimizde hepsini ortak paydada buluşturan olumlu ve olumsuz yanları var. Bir anlamda taşıdıkları cazibe aynı zamanda en büyük dertleri olup çıkıyor.

Bangladeş / Dakka

Bahsettiğimiz güzel ile çirkinin, iyinin ve kötünün içiçe yaşadığı topraklarda gezinmek istersek, hiç uzağa gitmeden hemen Türkiye’nin en büyük kentinden başlayabiliriz. Elbette İstanbul’dan bahsediyoruz.

İstanbul, üç medeniyet geçişinin yaşandığı, her evresini izleyebileceğiniz yapılarıyla dünyanın en güzel kentlerinden biri olma ünvanını elinde bulunduruyor. Başınızı öne eğip yürüdüğünüzde, her metresinde bir sürü güzelliğini kaçıracağınız, nereye bakacağınızı şaşıracağınız bir kent. Her gelen medeniyetin, bir köşesini yıkıp, diğer taraftan bir köşesine medeniyet inşaa ettiği bu kentte, Roma, Bizans, Osmanlı ve Cumhuriyet izlerini görmeniz mümkün.

Özellikle Osmanlı Devleti’nin son dönemindeki sınırlarıyla İstanbul’un her yeri ayrı bir anlam, ayrı bir güzellik barındırıyor. Elbette bu kadar güzel olmanın bazı kaprisleri de olmuyor değil. Ne yazık ki dünyada trafik sorunu deyince, Bangkok ile birlikte ilk akla gelen kentler arasında yer alıyor. Doğu’nun “Melekler şehri” olan Bangkok da İstanbul ile benzer bir kaderi paylaşıyor. Bir zamanlar kanallar boyunca ulaşımı teknelerle sağlanan bu başkent büyüdükçe kanalları doldurularak kara ulaşımına yataklık etmiştir. Ancak her türlü olumsuzluğuna rağmen, Bangkok’u alışılmışın dışında çekici kılan şey, sarayları, çan biçiminde kuleleri, parıldayan çatıları ve oyma dev figürleriyle pagodalarıdır. 1782′de yapılan Büyük Saray ve bu sarayın içinde yer alan tapınaklarla ( özellikle Zümrüt Buda tapınağı) mutlaka görülmesi gereken yerler arasında yer alıyor. Ayrıca James Bond filminin çekildiği ve cennet adası olarak kabul edilen “Phuket” de olmazsa olmaz durağınız olsun. Ne yazık ki Güney Afrika’nın en büyük ve en zengin kenti olan Johannesburg’da Bangkok gibi bir sıkıntıyla mücadele ediyor. Altın bölgesi (eyoli) olarak bilinen bu kent aynı zamanda siyahlar ve beyazlar arasındaki ırk ayrımı dolayısıyla da farklılık arzediyor. Böyle bir ikilem içerisinde özellikle siyahların yaşadığı Soweto’da yollar bozuk, konforun olmadığı evlerle kaplı. Nüfusun da giderek artığı bu bölgeye rağmen şehrin bütününde park göze çarpmaktadır. Özellikle kıtanın tüm çiçek ve bitki türlerini barındıran ünlü “Wilds Park” bunlardan sadece biri.

İstanbul

Her kalabalık kent büyük sorunlarla uğraşıyor. Ancak bazı kentlerin derdi diğerlerinden biraz farklı. Hatta kimileri bu konuda diğer kentlere göre biraz daha şanslı. Kapitalizmin merkezi olan ve para-güç sayesinde bütün tekelleri elinde bulunduran, adından da anlaşılacağı üzere dünya tarihine sonradan eklenen “New York” sanırım bunun en güzel örneği. Büyük bir imparatorluğun kopyası gibi, dünyanın her yerinden insanın barındığı, her nevi kültürü içinde barındıran, hatta bunlar üzerinden “yeni” kültürler ortaya çıkaran küçük bir dünya. Elbette şaşaalı yaşamları yansıtan ve dünyayı yönettiğini sembolize eden yapılarıyla zaten sizi fazlaca meşgul edecek olan bu kentte, bu binalar yerine edebi ve görsel sanatlara ait pek çok değerli eserin yer aldığı Modern Sanat Müzesi’ni, Guggenheim Müzesi ve Modern Tarih Müze’sini gezmeden o kentten ayrılmayın. Her ne kadar ülke politikalarıyla tezatlık oluştursa da Özgürlük Heykel’inin de New York’ta olduğunu unutmayın. Benzer yapılar diğer Amerika kentlerinde de mevcut. Los Angeles ve San Francisco bunlardan sadece ikisi. San Francisco, ABD’nin en önemli limanlarından birine sahip büyük bir kent. Özellikle Golden Gate boğazıyla  Büyük Okyanus’a bağlanan kent, aynı ismi taşıyan parkı (Golden Gate Parkı) ile bir bütünlük arzediyor. Golden Gate yani Altın boynuz ismininde, Haliç’in namından geldiği bile rivayet edilmektedir. İspanyollarca keşfedilen bu topraklarda, aynı zamanda körfezi çevresinde gezinen yelkenlileriyle ve yatlarıyla da dikkat çekiyor. Ayrıca Trans American Piramit’i de bu bölgede yer alıyor. Özellikle Cannery  ve Ghinadeli meydanları ve altkültüre hizmet eden Haight Caddesi de size farklı seçenekler sunacaktır.

Bangkok’un da anlamı olan “Melekler Şehri” ismini taşıyan Los Angeles ise tam Amerikan filmi tadındadır. New York’tan sonraki en büyük Abd Kenti olan Los Angeles, Meksika dükkanları, “Little Italy” ve Chinatown (ki bu ismi ve özelliklerini taşıyan  bir de film bulunmaktadır) olarak anılan yaşam alanlarıyla iki üç ülkeyi bünyesinde barındırıyor havasındadır. Ayrıca dünya sinema sektörünü elinde tutan Hollwood, ünlüleriyle meşhur Sunset Bulvarı ve Beveryl Hills’de yine melekler kentinin sakinleri arasındadır. Yapar limanlarıyla da zenginleştirilmiş kentte herşey insanların aklına çelme takmak için var gibi gözüküyor.

Fotoğraf: Adnan Büyükdeniz / Chicago

Amerika’dan bir başka kıtaya; Avrupa’ya gözümüzü çevirdiğimizde Paris’ten bahsetmeden olmaz. Ama Albert Camus’un sözleri Paris için yeterli olacaktır: “Yüreğin belleği vardır ve ben bizim o güzel başkentimizin hiç bir yerini unutmadım, rıhtımlarını da. Paris gerçek bir göz cümbüşüdür. Dört milyon (ki 2007′da 12,1 milyonluk bir nüfus) siluetin oturduğu görkemli bir dekordur”. Gerçekten sokak kafelerinin toplumsal yaşamda ve insanlar arası ilişkilerde oynadığı önemli rol ile beraber, Paris için adeta bir filmin dekoru özelliği taşıyor diyebiliriz.

Paris’ten doğuya, hatta kıtanın doğusuna doğru gidersek, Doğu Avrupa’nın batıya açılan kapısı St.Petersburg sizi karşılayacaktır. Dünya klasikleri arasına girmiş romanların başşehri. Nevsky Prospekt’de dolanırken, Puşkin’nin düello seslerini veya Dostoyevski’nin Raskolnikov’u sizi takip ediyor olabilir. Haziran ayı başlarında ise bu yolcuğunuz, gecelerin beyazlığına da tanıklık edeceksiniz demektir. Bir dört beyaz geceler de siz yaşayın. Her yanı kültür kokan, sanat kokan bu kentte Hermitaj Müzesini sakın es geçmeyin. Hem Rus tarihini takip etme fırsatı bulacaksınız hem de Picasso’dan Rembrant’a kadar uzanan sanatçıların eserlerini çıplak gözle görme fırsatı elde edeceksiniz. Ayrıca Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’i yazdığı ve öldüğü daire de “Dostoyevski Müze”si adıyla sanıyla sizleri bekliyor olacaktır. Ekim Devrimi’nin simgesi olan ve Neva Irmağı’nda demirli olarak o günü hatırlatan Aurora Kruvazörü de görmek için ideal. Moskova da en az St. Peterburg kadar önemli kentlerden biridir. Rusya’nın başkenti olan kent, elbette siyasi bir amaca da hizmet ettiği için St. Petersburg’tan biraz farklı. Kent, İstanbul gibi üç ayrı döneme ayna tutan büyük bir tarihsel yelpazaye de sahip. Ancak İstanbul’dan daha düzenli, planlı ve temiz yapısı da kente ayrı bir olumlu özellik kazandırıyor. Çarlık- Komünist rejim ve küreselleşmeye ayak uyrudan üç farklı yapı tipiyle birbirine zıt özellikleri bizlere sunuyor. Monej ve Gam, Bosa Tiyatrosu, Kızıl Meydan, Lenin Müzesi görmeniz gereken yerlerden sadece bir kaçı. İstanbul gibi tarih kokan ama aynı zamanda sanata doyacağınız Rusya’dan medeniyetlerin beşiği topraklara geçmek oldukça mantıklı.

Şüphesiz tarihsel zenginlikleri, medeniyetlerin beşiği olarak adlandırabileceğim topraklardan bir tanesi Mısır. Nil Nehri’nin yönetiminde keşifler yapan, dünya tarihine, bilmine katkıda bulunan bu topraklardan büyük bir başkent Kahire ortaya çıkıyor. Hem tarih öncesine, yapılarıyla tanıklık edeceğiniz hem de İslami eserleri ve camileriyle de Mısır’ın kendi öyküsünü takip edebileceğiniz Kahire’de bir kaç program birden yapmanız gerekiyor. Doğu ile batı kültürünün, zengin ve yoksul mahallelerin içiçe geçtiği kentten, Firavun mezarları olan Piramitleri, Osmanlı döneminden kalan yapıları görebilmeniz için biraz zaman ayırmanız gerecek. El Ezher Camii, Kahire Kulesi ve Ölüler Şehri’ni görmeden şehri terketmeyin. Bir zamanlar dünyanın en büyük kütüphanesini de barındıran bu kentten, yine en az onun kadar medeniyetler kurmuş hatta kurduğu medeniyetlerle ayrı bir kültür ve form oluşturmuş bir başka zengin topraklara geçersek, karşımıza Bağdat’ıyla, Tahran’ıyla Irak-İran ülkeleri çıkacaktır. İran sinemasının bile dünyada hatırı sayılır bir yeri ve önemi var olmasından yola çıkarsak bu topraklar her zaman kültürel çeşitliği beslemiş, başka toplumları etkilemeyi başarmıştır. Buralarda yetişen bilim adamları, şairler de dünya kültürüne hizmet etmiştir. Bu topraklarda da başka medeniyetlerin mimari, kültürel izlerini görmek mümükün. Gerek Fars anlayışı ve gerek sonraki süreçte Osmanlı etkisi şehirde göze çarpmaktadır. Fars kültürünün “gizemli” anlayışı içinde Tahran Bazar-ı Bozurg (Büyük Pazar), Sadabat Sarayı, Özgürlük Anıtı ve hatta Mücevher Müzesi mutlaka görülmeden gidilmemesi gereken yerler arasındadır.

Bangkok

Diğer büyük kentler kadar ismi anılmasa da Dakka’ya uğramadan yolculuğu tamamlamamak lazım. Ganj ve Brahmaputra ırmakları ortasındaki bu “Saklı” kent çanak şeklindedir. Moğol ve İslam döneminden kalan yapılarıyla aslında oldukça eski bir kenttir Dakka. Lal Bagh Kalesi, “Camiler Kenti” olarak anılmasına vesile olan cami mimarisiyle bezeli bu kent, dünyanın en hızla büyüyen kenti ünvanını da elinde bulunduruyor.Gittikçe artan nüfus sebebiyle güvenli olmayan yerleşim alanlarıyla kent tehlike sinyalleri verse de müslümanlık döneminden kalan tarihsel anıtlarıyla, altı farklı morfolojisiyle sizleri bekliyor olacak.

Aslında yolculuk bitmiyor. Giderek dünyanın en kalabalık kentleri ünvanını taşıyan yeni yeni büyük kentler yükselmekte. Ve keşfedilmiş ve henüz fazlaca insanın olmadığı milyonlarca mekanlar var. Umarız, tüketimin hızına kendini kaptırmadan, doğallıklarını koruma fırsatı verilir bu kentlere. Bazıları şimdiden bu şansı kaybetti ama hala umutlu olunacak topraklar var, merak etmeyin.

Her biri kendi içinde esrarlı çekiciliklerini barındıran, her türlü sorununa, ihtiyaçlara cevap verememesine rağmen insanları mıknatıs gibi çeken, büyüleyen ancak gerektiğinde görünmez bir canavar gibi insanları yutan bu kentlere uzaktan bakmak sanırım en doğrusu. Bir süre sonra işler bu topraklarda yolunda gitmeyebilir ama güzellikleriyle, daha asırlar boyu insanları kendilerine aşık edecek kentler olarak yaşayacakları kesin. “Hayat bir yanıyla güzeldir, siz de güzelsiniz”. Bu kentler de en az sizin kadar güzel ve görülmeyi hakediyorlar. ötesini onlardan “ısrarla” isteyiniz.

Hoşçakalın.

Atlas’ın Parçaları – Bu yazı, Gezgin dergisinin 2009 yılının Ağustos sayısında yayımlanmıştır.

Yazar : HALİT ÖMER CAMCI

Gezgin, ışık avcısı, oğlunun babası...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir