Vardar nehrinin iki yakaya ayırdığı Üsküp’ü Taş Köprü birleştirir. Şehrin bir yakasında Türkler ve Müslümanlar yaşarken, yeni kurulan diğer yakasında ağırlıklı olarak Makedonlar oturur. Fatih Sultan Mehmet zamanında yapılan bu köprü çeşitli zamanlarda onarım görmüştür ve hala Üsküp’ün simgelerinden biridir.
Yazı ve fotoğraflar: Mehmet Kamış
Yurdun dışı hep zihinlerimizde uzaktır. Bizim ülkemizi yönetenler bizim zihinlerimizi Kapıkule ile Gürbulak arasına kilitlemiş, bütün ufkumuzun bu sınırlar içinde kalması için ellerinde ne geliyorsa yapmışlar. Bu nedenle sınırın hemen öte tarafı bizim için çok uzak yerlerdir. Oysa İstanbul ile Ankara arası 450 km iken, Kavala 420, Filibe 405 kilometre uzaklıktadır. Ve arada ise beş on dakikalık pasaport işlemlerinden başka bir şey yoktur. Hele Balkanlar İstanbul’a Anadolu’nun her yerinden daha yakındır. Selanik, Kavala, Üsküp, Ohri, Prizren, Varna, Sofya bir kuş uçumluk uzaklıktadır. Arabayla sabah çıksanız İstanbul’dan, vakit öğleyi geçince ulaşırsınız. Bize coğrafi olarak bu kadar yakın yerler ruhen neden uzak kalsın ki? Hadi yine yollara düşelim.
Bu yıl geçen yıl yaptığımız gibi yapmayacağız, daha kısa bir güzergah var planımızda. İtalya’ya, İsviçre’ye, Fransa’yı dolaşacak kadar vaktimiz yok.Hedefimiz Makedonya, oradan Kosova ve Arnavutluk.Makedonya ve Kosova’ya 9 yıl önce görmüştüm ancak Arnavutluk’u daha önce görmek hiç nasip olmamıştı. Bu kadar yakın coğrafyaya gelmek için bile zihinsel duvarlarımızı aşmak söylendiği kadar kolay olmuyor maalesef.
Sabah İstanbul’dan İpsalaya doğru yola çıkıyoruz. İstanbul’dan İpsala Hudut’a ulaşmak için 230 km yol kat etmek gerekiyor. Türk sınırında işlemleri bitirip Meriç’in üzerinden geçmek ve Yunanistan’a sınırına ulaşmak ve sınırı geçmek oldukça kolay oluyor. Yunanistan’da vakit geçirmeden Üsküp’e doğru yola çıkalım diye düşünüyoruz ve otobandan Üsküp’e doğru yola koyulurken Gümülcine levhalarını görünce (gerçi levhalarda Komotini diye yazılı) fikrimizi değiştiriyoruz ve yoldan çıkıp rotamızı Gümülcine’ye çeviriyoruz.
Gümülcine hala bir Osmanlı kenti gibi. Eski çarşısı, camisi, kıraathaneleri, Anadolu’nun herhangi bir şehrinde ya da kasabasında göreceğiniz cinsten esnaf dükkanları ile her şeye rağmen geçmişten getirdiği kimliğini sürdürmeye devam ediyor. Eskiden buralara gelmek çok daha zordu. 2002 yılında kara yoluyla geldiğimde pasaportumda gazeteci yazdığı için bir saate yakın bekletilmiş ve uzun bir sorgudan geçirilmiştim. Şimdi bu tür çağ dışı uygulamaları görmek mümkün değil.
Gümülcine sınıra 90 kilometre uzaklıkta ve Adriyatik’teki İogumenitsa’ya kadar uzanan kuzey otobanı bu kentin yakınından geçiyor. Üsküp’e giderken burada soluklanabilirsiniz. Biz de öyle yapıyoruz. Eski çarşıyı ve camiinin olduğu bölgeyi gezip çarşıda pazarda Türkçe konuşarak çaylarımızı yudumluyoruz. Fazlada oyalanmadan yola koyulmak lazım. Artık Üsküp’e doğru yola koyulma zamanı. İskeçe ve Kavala levhalarına takılmadan Selanik’e doğru yol alıyoruz. Selanik e giderken Makedonya levhaları sizi sakın şaşırtmasın. Eğer bu levhaları takip ederseniz muhtemelen gidece ğiniz yere değil de Selanik’in Makedonya Havaalanına varacaksınız. Nitekim bizde bu yanılgıya düşüyoruz, o yolun bizi Üsküp yolundan farklı bir yere götürdüğünü uzun bir yol kat ettikten sonra anlıyoruz. Selanik’te oyalanmayacağız çünkü daha önce bu şehri enine boyuna dolaşmıştık.
Selanik’in arka yollarından çıkıp tekrar otobana yöneliyoruz. Burada çok dikkatli olmak lazım. Çünkü bütün otoban boyunca Üsküp(Skobje) yolunu gösteren tek levha, Otoban’dan ayrılıp Üsküp’e doğru dönmeniz gereken yol ayrımının hemen başında o da neredeyse görünmeyecek kadar küçük. Yunanistan’ın Kuzey otobanına göre Üsküp diye bir yerleşim yeri yok. Neyse bu tür küçük politikaları bir tarafa bırakıp rotamızı Üsküp’e doğru çeviriyoruz. Makedonya’ya girdiğimiz hemen belli oluyor çünkü ilk mola verdiğimiz benzin istasyonunda Ülker golf dondurmanın kocaman stantları karşılayınca insanın gurur okşanıyor. Akşam olurken Üsküp’e giriyoruz. Bu geceyi ve belki bir kaç geceyi bu kentte geçireceğiz.
Üsküp ki Yıldırım Beyazid Han Diyarıdır Üsküp’ü ikiye ayıran Vardar Nehri’nin üzerindeki taş köprüden geçerken Yahya Kemal’in şiiri kulaklarımda çınlıyor: Üsküp ki Yıldırım Beyazıd Han diyarıdır.Evlad-ı Fatihan’a onun yadigârıdır.
Yıldırım Beyazıt’ın küçücük bir yer iken İstanbul’dan 61 yıl önce fethettiği, geliştirdiği, büyüttüğü bu şehir, aradan bunca yıl geçmesine rağmen hâlâ Osmanlı kokuyor Bu benim Üsküp’e ikinci gelişim. 2002 yılında bir kere daha gelmiştim. Bu şehir Vardar nehrinin ortasından geçtiği iki yakalı bir şehirdir. Bir yakası eski binaları, camileri, sokakta yürüyenlerin görüntüleriyle hala Osmanlı, hala Türk bir şehriyken 1963 depreminden sonra kurulan nehrin öte yakasındı ise Makedon bir kenttir. Üsküp Osmanlı’ya ve Türklere Yıldırım Beyazıt Han’ın bir armağanıydı.Bu sebeple Balkanlarda her şeyiyle Türklerin kurup büyüttüğü en önemli olması hasabiyle her yerinde Osmanlı mührü olan şehirdir.
Eski çarşıda yani Türk çarşısında dolanıyoruz. Buraya Türk çarşısı diyorlar burada Türkçe dışında bir dil bilmeye ihtiyaç hissetmiyorsunuz. Neredeyse bütün esnaf Türkçe konuşabiliyor. Hala Yıldırım Beyazıt Han’ın şehri. Mustafa Paşa Camii’nden ezan sesi dinliyoruz. Bu şehirde ezan açıktan okunuyor ve normal vakitte bile merkezdeki camilerin tamamı doluyor. Türkler ve Arnavutlar aynı camilerde ibadetlerini yapabiliyorlar. Çarşı içinde köfteciler, kuru fasulyeciler de Türkiye’de olduğunuz hissini iyice peşiktiriyor hele de Cafelerin brandalarının büyük çoğunlukla Ülker yazıyor olması da kaymaklı kadayıf gibidir.
Ancak Makedon hükümetinin Taş köprüyle bağlanan nehrin öteki yakasında yeni bir şehir inşaa ettiğini de gözden kaçırmamak gerekir. Yeni parlemento binası, yine hükümet binaları ve daha modern bir şehrin sakinleri büyük oranda Makedonlardan oluşuyor. İki gün kalıyoruz Üsküp’de! İki gün kalsak da gecesini, gündüzünü, sabahını, akşamını her vaktini ruhumuzda hissederek dolaştık şehrin. Camilerinin dingin havasına, bedestenlerinin güngörmüş haline, çarşılarının telaşına tanıklık ettik. Artık Üsküp’den ayrılmak vakti. Rotamızı Kosova’ya yani Balkanlardaki bir başka Türk kenti olan Prizren’e çeviriyoruz. Kısa bir mesafe ama dağlardan çok güzel yollardan aşarak ulaşıyoruz. Şar dağları milli parkında soluklanıyor dağların karlı zirvelerine doğru uzun yürüyüşler yapıyoruz. Dağlardaki vaktimizi doldurunca ver elini Prizren. Balkanlardaki Kütahya’da hiç yabancılık çekmiyoruz. Burada herkes Türkçe biliyor. Arnavut, Makedon fark etmiyor herkes şehir dili olan Türkçe’yi bilmek zorunda hissediyor kendini. Çarşıda, pazarda, sokaklarda Türkçe konuşuluyor. Bir yere oturduğunuzda garson size Türkçe olarak hitap edip ne istediğinizi soruyor. İliklerine kadar bizden bir şehir Prizren! Neden gurbet elinde olduğunu, aramıza sınırların neden girdiğini anlamak mümkün değil. Osmanlı’dan kalan Taş köprü ve Sinan Paşa Camii kentin sembolü olmaya devam ediyor.
Prizren’in şehir çıkışında nehrin kenarında balık yedikten sonra vakit de akşam olmaya yüz tutunca yolumuzu Tiran’a doğru çeviriyoruz. Buraya kadar olan yerleri daha önce de görmüştüm ancak Arnavutluk topraklarına ilk defa ayak basacağım. Prizren ile Tiran arasında Türk firmalar tarafından yeni yapılan çok güzel bir otoban var. Tirana ulaşmak tahminimizden çok daha kolay oldu. Akşam olurken Tiran’a ulaşıyoruz. Bizi İzmir’den, Üniversite yıllarından arkadaşım Bülent Başfırıncı karşılıyor. Neredeyse yirmi yıldır görmediğim arkadaşımla Tiran’da hasret gidermek varmış.
Sabah Tiran’ı dolaşıyoruz. Tiran’ın en ilginç yerlerinden birisi şüphesiz Enver Hoca’nın mezarı, daha doğrusu eski mezarı. Arnavutluk’u yıllarca demir yumrukla yöneten Enver Hoca 1985 yılında ölünce şehrin tam ortasına yapılan anıt mezara gömülüyor. 1991 yılında rejim değişince buradan çıkartılıp normal bir mezarlığa taşınıyor. Anıt mezar da önce bir fuar alanına dönüştürülüyor bir müddet bu amaçla kullanıldıktan sonra boşaltılıyor şimdi ise metruk bir halde duruyor.
Tiran’nın bir diğer ilginç binası Ethem Paşa Cami kuşkusuz. Enver Hoca’nın istibdat devrinde camiler ve diğer dini yapılar ortadan kaldırılırken Ethem Paşa Camii içinde bulunan çok etkileyici süslemeler sayesinde yıkılmaktan kurtuluyor. Kurtuluyor kurtulmasına ancak 1966 yılında ibadete kapatılıyor. Yıllarca kapalı kaldıktan sonra şimdilerde ibadete açık hale getiriliyor.
Günü Tiran’da geçiriyoruz. Cami şeklinde yeni yapılan kiliseyi, yeni düzenlenen kent meydanını dolaştıktan sonra Berat’a doğru yola çıkıyoruz. Berat’a gitmek için Durres’den geçmek gerekiyor. Durres Adriyatik kıyısında bir turizm kenti. Burada geçireceğimiz çok vaktimiz yok. Dışarıdan bakıldığında sahiliyle var olmuş bir şehir. Sahili çıkardığında geriye kalan bir şey yok. Berat’a geç kalmamak için burada hiç oyalanmıyoruz. Berat yolu bazen otoban bazen tek şerit bazen stabilze yol ama bizi çok oyalamadan Fatih’in bize armağanı Berat’a geliyoruz. Berat; Balkanlar’daki Safranbolu sanki.
Cumbalı evleri, dar ve kıvrımlı sokakları ile Enver Hoca’nın zulmünden kurtulmuş ve yüzlerce yıl önceki haliyle kendini muhafaza etmeye devam ediyor. Kentin eski çarşısının, bedestenlerinin olduğu bölge de restorasyon çalışmaları var. Zannedi- yorum bir kaç yıl sonra harap olmuş yerler de tadil edilecek ve daha çok kimliğini bulacak. Yokuş yukarı ara sokaklarında dolaşıp, yukarıdaki kaleye gidiyoruz. Kale içinde de cumbalı evleri görmek mümkün. Taş sokaklarda, kapı eşiğinde oturan gün görmüş kadınlarla tarzanca sohbet ediyoruz. Türkiye diyince herkesi yüzünün şekli değişiyor ve bizimle daha sıcak sohbete başlıyorlar.
Berat’da gecelemeyi düşünmüyoruz. İkindi üzeri yine yollardayız. Elbasan’ı aşıp Makedonya’ya tekrar dönme planımız var.. Elbasan yolunda nevigasyondan bulduğumuz yol bizi büyük bir çıkmazın içine sokuyor. Ana yoldan Elbasan yoluna saptıktan 30 km sonra yol bitiyor. Evet resmen yol bitiyor, geri dönmek bir dert ilerlemek başka bir dert.
Ne yapacağımızı bilemeden keçi yollarına arabamızı sürüyoruz. Arnavutluk’un köylerinde ne Türkçe bilen var ne İngilizce. Soru sorabileceğimiz, sorsak da bizi anlayacak kimseyi bulamadan ilerlemeye çalışıyoruz. Nihayet o keçi yollarında çat pat Türkçe bilen birisi bize yol tarif ediyor ama 8 km yolu 2 saatte alabiliyoruz. İnsanın bile yürüyemeyeceği yollardan aşıp nihayet arabanın rahat gidebileceği bir yola ulaşıyoruz ama yollarda çok vakit kaybettiğimizden bundan sonraki yolu karanlıkta yapacağız. Elbasan’ı geçip daha once hiç gitmediğimiz yollardan Makedonya sınırına ulaşıyoruz. Sınırdan hemen sonrası Struga kenti. Ohri gölünün kenarında ve Ohri kentine’ye 10 km uzaklıkta harika bir yer Struga. Geceyi gölün kenarında yapılan Türk okulunda geçireceğiz. Stresli bir yolculuktan sonra tanıdık insanlar bulmak insanı gerçekten mutlu ediyor.
Sabah Avrupa’nın en derin ve en berrak göllerinden birinin kıyısında uyanıyoruz. Hazırlanıp gölün kenarına gitmek ve güzel bir kahvaltı etmek zamanı. Kahvaltı için Ohri’ye gidiyoruz. Ohri’yi 10 yıl önce görmek nasip olmuştu. O zaman tertemiz bir göl kenarında ki Safranbolu gibiydi.Cumbalı Osmanlı evlerin hakim olduğu bu tenha şehirde Mevlevi tekkesinde her sabah namazından sonra zikir yapılıyordu. Ohri malesef aradan geçen 10 içinde hınca hınç kalabalık bir turizm kenti haline gelmiş. Dışarıdan gelenleri bile rahatsız edecek kadar kalabalık bu şehirde 10 yıl önceki izleri bulamamak bizi bir hayli üzüyor. Belki çok fazla anlam yüklemiştik bu şehre. Gidip berrak suyu seyredip ruhumuzu dinlendirmeyi hayal ediyorduk. İşin doğrusu bu beklentimizi karşılamak böylesine kalabalık bir yerde mümkün olmuyor.Berat gibi bu şehrin de Osmanlı’dan kalan sokaklarında Cumbalı evlerin altından geçerek yukarıdaki kaleye ulaşıyoruz oradan Ohri gölü olağanüstü güzel görünüyor. İki gün bazen Struga’da, bazen Ohri’de ama olabildiğince gölün kenarında vakit geçiriyoruz.
Şimdi yine yola çıkma zamanı. Gostivar üzerinden Tetova’ya ya da Osmanlı’nın dediği gibi Kalkandelen’e gidiyoruz. Gostivar kentini turlayıp, karnımızı doyurduktan sonra Kalkandelen’e gidiyoruz: Sadece Alaca Camii’yi görmek için bile bu kente gelinir. Tiran’da ki Ethem Paşa Cami gibi belki çok daha güzel bir Cami. Camiide namaz kılıp avlusunda ruhumuzu dinlendirdikten Bektaşilerin Harabati tekkesini ziyaret ediyoruz. Geniş bir alan içine kurulan Harabite Tekkesi 10 yıl öncesine kadar, Arnavut milislerle Sırp askerleri arasında şiddetli çatışmalara tanıklık etmiş bir yer. 10 yıl önce buraya geldiğimde duvarlar camlar, aynalar kurşun izleriyle doluydu. Şimdi hem restore edilmiş hem de eli ayağı düzgün bir kampüs haline getirilmiş.. Harabati Tekkesinde çaylarımızı yudumlayıp sohbetimizi ettikten sonra yola koyuluyoruz. Üsküp üzerinden o şehre bir kere daha girmeden dönüşe geçiyoruz. Akşamı Kavala’da geçirmenin iyi olacağını düşünüyoruz. Gün batarken Kavala’ya giriyoruz. Ama otellerde yer bulmak mümkün değil. Uzun aramalarımız sonuç vermiyor. Mecburen geceyi arabada geçireceğiz. Uyumadan önce Deniz kenarında balık yemek çok güzel olacak. Yemekten sonra uyuyacağız bari denize doğru döndürüp denizi seyrede seyrede uyumak en güzeli.
Sabah yine yola koyuluyoruz. İskeçe’yi, Dedeağacı dolandıktan sonra yeniden Türkiye’deyiz. 10 günlük Balkan turundan sonra Türkiye’ye dönüşü Tekirdağ’da Özcanlarda köfte yiyerek kutluyoruz.
OKUMA PARÇASI
Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğumuz
Berat Kalesi’nin taş sokaklarında, mahalle aralarında, taş evlerinde bizim olan bir şeyleri arıyorum. Ya hepsi bizim ya da hepsi çalınmış. Ya tepeden tırnağa yabancılaşmış ya da evlerin, sokakların bütün temelleri bizimle aynı yapı taşından. Kök kardeşliğimiz var yani. Ya Madagaskar kadar uzak bir yer ya da yüreğimizin taa içi kadar yakınız.
Yok yok, bu yabancılık hissi gerçek değil.. Biz, araya bir müddet ayrılık girmiş iki çok yakın yüreğiz. Bizim o kadar çok ortak hikâyemiz var ki… Aynı dedelerin, aynı ataların büyüttüğü çocuklarız. Aradaki küçük tortuyu temizleyebilsek konuşacak ne kadar da çok konumuz var. Berat, bir gün ansızın kendisini terk edip giden bu akrabalarına biraz yaban duruyor ama bizim gibi yani çok yakın akrabaları gibi ağlıyor, hüzünleniyor, özlüyor. Fatih Sultan Mehmet’in bize hediye ettiği bu şehir, bütün Balkanlar gibi yeni Fatihlerini bekliyor. Cumbalı evlerde, yüzyıllarca öncesinden kalma hayatları yaşıyorlar hâlâ. Balkan komitacılarına, dünya savaşlarına, Enver Hoca denen tirana rağmen inatla yüzyıllar öncesinden getirdiği kimliğini devam ettiriyor.
Balkanlar’a her gelişimde yüreğimi kanatan, içimi acıtan yitirmişlik duygusu, Berat Kalesi’nde de her tarafımızı kaplıyor. Ahmak paşaların, siyasete soyunmuş askerlerin başımıza açtığı gaileler yüzünden elimizden yitirdiğimiz bu topraklar, her şeye rağmen buram buram Osmanlı kokuyor. Bütün Balkan şehirleri gibi…
Balkanlar deyince pek çok kişi soğuk ve yağışlı havanın geldiği yer olarak düşünür. Fetihlerle oraya gittiğimiz, sonra da geri döndüğümüz kanaati olduğu için çok da ağıt yakılmaz Balkanlar’ın elimizden gidişine… Ama bu düşünceler ne kadar gerçeklerden uzaktır oysaki… Çünkü 90 yıldır dünya savaşlarına, komünist veya ırkçı yönetimlere rağmen Osmanlı’nın izini ortadan kaldırmaya muvaffak olamamışlar. Hâlâ Makedonya, Yunanistan, Arnavutluk, Kosova şehirlerinde hatta köylerinde Türkçe bilen birileri var. Sıradan insanlar bile Türkçe birkaç kelime biliyor. Hele Üsküp’te, Prizren’de, Ohri’de, Gümülcine’de Türkçe dipdiri duruyor. Türk okulları Türkçeye yeniden çok büyük saygınlık kazandırmış.
Balkanlar, coğrafik olarak yanı başımızda olmasına, Türkiye’de milyonlarca Balkan göçmeni Arnavut, Boşnak, Torbeş, Pomak ve Türk yaşamasına rağmen yeterince gündemimizde değil. Hâlâ orada bizden o kadar çok şey yaşıyor ki, görünce hayretler içinde kalıyorsunuz. 90’lı yıllara kadar dönüp bakmasak da Osmanlı, en az Türkiye’deki kadar yaşıyor orada da. Üstelik Üsküp’e, Prizren’e gitmek, Kayseri’ye gitmek kadar kolay ve yakın.
Bu yazı 2012 yılının Nisan ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 62. sayısından alınmıştır.