Cuma , 13 Aralık 2024

Bir Yol Hikayesi: Karadan Avrupa’ya Sefer

Yazı: Mehmet Kamış – Afra Ömür Kamış Fotoğraflar: Mehmet Kamış

Modern zamanlarda gezginlik biraz gizemini yitirmiş gibi görünse de, gezmek daha kolaylaşmış gibi düşünülse de gerçek hiç de öyle değil. İnsanın alıştığı hayatı terk etmesi göründüğünden çok daha zor bir olay. Öyle ki gün geliyor her gün alıştığınız bir bardak demli çayın olmaması bile size büyük sıkıntı verebiliyor. Her gün nasıl olduğun bile düşünmeden yediğiniz yemeklerin, yatağınızda rahatça yatıyor olmanızın ne kadar büyük bir imkan olduğunu ancak gezilerde anlayabiliyorsunuz. Ama gezmek, ötekini görmek, başkasını seyretmek her türlü zorluğu, sıkıntıyı göze almaya değiyor tabii ki de.

Bazen düşünüyorum eski zamanlarda yaşasaydık nasıl gezerdik, dünyada bu kadar çok yeri görmek için kaç yıl harcamamız gerekirdi diye çok merak ediyorum. İbn-Batuta gibi geçmiş zaman gezgini olsaydık uçan halımız olmadığı için bu kadar yeri bu kadar kısa bir sürede görememiz mümkün olmazdı. Hele de İbn-i Batuta ya da bir başka gezgin iki bebek bir çocuk iki kadınla böylesine yolculuklara çıkmaya asla cesaret edemezdi.

Bütün gezginlerin ilgisini çeken bunca zorluğu bunca sıkıntıyı göze almaya zorlayan şey şüphesiz ötekine duyulan meraktan başka bir şey değil. Başka mekanlar, başka diyarlar, başka şehirler, başka insanlar…

Biz bu yaz bir araba kiralayıp eşim, on üç yaşındaki oğlum, dört yaşındaki kızımla bir de gelinimiz Manü ve kızı Zeynep’le sekiz bin beş yüz kilometrelik bir Avrupa turuna çıktık. İpsala’dan Kavala’ya, oradan Selanik, Yanya, İgoumenitsa üzerinden gemiyle Bari, oradan Napoli, Roma, Siena, Floransa, Bolonga, Milano, Zürih, Basel, Strasburg, Frankfurt, Haidelberg, Salzburg, Viyana, Budapeşte, Belgrad, Niş, Sofya rotasını dolaştık.

Aslında biz bu tür gezilere alışığız. Hatta biz tatilleri hep böyle geçiririz. Bir rota belirleriz kendimize ve günlerce süren bir serüvene atılırız. Öyle bir serüven ki yola çıktığımızın sabahı akşam nerede kalacağımız bile belli değildir. Ama bugüne kadar çıktığımız rota hep yurt içindeydi. Bir yıl Bolu-Beypazarı-Kayseri-Malatya-Elazığ-Diyarbakır-Mardin-Urfa-Mersin-Tuz gölü hattında yaptık tatilimizi. İstanbul’dan çıkıyorduk her beğendiğimiz yerde kalıyor oranın doğasını, tarihini öğreniyor o yöreye ait yemeklerinden tadıyorduk. Bir başka tatil imkanımızı Akçakoca, Ereğli, Zonguldak, Safranbolu yu içine alan Batı Karadeniz’de geçirdik. Bir başka yıl Kapadokya-Mersin-Adana hattında gezdik. Köy köy, kasaba kasaba, şehir şehir. Bir yaz Ilgaz dağından İnebolu’ya indik sonra Ardeşen’de Ayder yaylası oradan da Kavron yaylasına kadar uzanan uzun bir Karadeniz turu yaptık. Tabi aradaki Giresun’un, Ordu’nun, Trabzon’un yaylalarını, köylerini, kasabalarını karış karış gezdiğimizi söylemeye gerek bile yok. Bir yaz İzmir-Aydın-Muğla-Dalaman-Ortaca İztuzu-Fethiye-Saklıkent dolandık durduk. Şimdi Türkiye içinde yaptığımız yolculukların hepsini yazmaya niyetim yok. Sadece bir kısmından bahsettim. Egeyi, Çukurova’yı, Doğu’yu defalarca karış karış ilçe ilçe dolaştıklarımızın detayına girmeye gerek yok. En azından bu yazının konusu değil.

Eşim oğlum ve kızımla hemen her yıl ya da her tatil imkanının böyle değerlendiriyoruz. Şöyle bir deniz kenarında sahilde hiç bir şey yapmadan hiç tatil geçirmedik desem yalan söylemiş olmam zannediyorum. Yani arada bir kaç gün deniz kenarını da gördüğümüz oldu ama gezi deyince maaile birbirimize bu kez hangi rotayı takip edeceğiz diye soruyoruz. Ellerimizde haritalar, yeni yerlerin, yeni dünyaların yeni hikayelerin hayallerini kuruyoruz. Kendi dünyamızdan başkasını, ötekisini merak dürtüsü bize binlerce kilometrelik yolların hiç de aşılmaz olmadığını gösteriyor. Yani erkek başınıza bu yollara çıkmak aman aman bir şey değil tabi ki ama aile boyu olunca hele de ekipte küçücük çocuklar olunca gezi bir hayli zorlaşabiliyor.

biryolavrupa0007

Bu kez rotamız başka. Türkiye sınırlarında dolaşırken hep yurt dışında böyle bir geziyi hayal ediyorduk: Ama işin doğrusu cesaret edemiyor, böyle bir girişimi göze alamıyorduk. Maaile yurt dışına hiç çıkmamıştık. Benim yurt dışı gezilerim ise çoğunlukla uçakla yapmış hava alanından alınıp gideceğimiz yerlere gitmiş, fırsat buldukça biraz şehri dolaşmış yine steril bir şekilde uçağa bindirilip gönderilmiştim. Başka insanları yeterince tanımamış, başka yerleri anlayana kadar yaşamamıştım. Bu sefer karayoluyla gidecektik. Daha önce Saraybosna ya kadar karayoluyla yolculuk etmiş daha uzaklara cesaret edememiştik. Ancak o arabada dört yetişkin erkek vardı ve gittiğimiz coğrafyanın demografik özellikleri nispeten Türkiye’ye benziyordu. Bu sefer hem daha uzaklara, zamanımızın ve enerjimizin bize müsade ettiği ölçüde uzaklara gidecekti hem de arabada iki bebek, bir çocuk ve iki hanım vardı. Üstelik gitmeyi planladığımız coğrafyanın demografik özelliklerinin Türkiye ye benzediğini söylemek bir hayli zordu.

Bir pazar günü İpsala’dan yola çıktık. Daha önceden hiç bir şeyi planlamadan, hiç bir ön rezervasyon yaptırmadan. Akşama nerede kalacağımız bilmeden düştük yollara. Sadece gitmeyi düşündüğümüz rota belli. İpsala’dan çıkacağız, Kavala, Selanik üzerinden İgomenitsa oradann gemiyle İtalya’nın Bari limanına geçiş, Bariden Napoli, Roma, Siena Floransa. Bologna üzerinden Venedik Sonra Milanoya dönüş oradan İsviçre. İsviçre’yi dolaştıktan sonra yine İtalya üzerinden geri dönüş. Haftalarca önceden özellikle İtalya üzerine pek çok kitap okuyup internet bilgileri topladık ama İpsala’dan çıkarken akşama nerede kalacağımızı bilmeden çıktık yola. Oğlumun ve eşimin biraz ingilizcesi var ama bunlar uzun yolda yeterli olmayabilir bereket yanımızda eşimin yengesi fransız asıllı Manü’ye var.

İpsala’dan çıkmak bir hayli kolay oldu. Hatta çok şaşırdık, yani kortuğumuz şey bu muydu diye bir hayli hayret ettik. İpsala sınır kapısına girdiğimizden sadece 15 dakika sonra Yunanistan sınırlarına girmiştik. Artık ilk hedefimiz Kavala olacak, burada biraz oyalandıktan sonra asıl hedef Selanik. Hani şu gizemli şehir

Kavalada Kurabiye

Kavala’ya daha önce bir kaç kez geldim. Nedense bu şehri hem Kuşadasına benzetirim. Denizle öylesine iç içe bir şehir ki kucak kucağa koyun koyuna yaşıyorlar desek yalan olmaz. Mehmet Ali Paşa’nın memleketi diğer Yunan şehirlerine nazaran az da olsa Türk izlerini hala taşıyor. Kale içinde eski Türk evlerini, harabe de olsa Türk hamamını ve medresesini bulmak mümkün. Ama bizim ilk işimiz Kavala kurabiyesi aramak oldu. Hakikaten isim yaptığı kadar var bu kurabiyenin lezzeti. Bir kafeteryada elimizde kurabiyelerle soluklanıyoruz. Hala Yunanistan sınırlarına girmenin şokunu tam olarak atlatabilmiş değiliz. Biraz durup soluklanmaya kendimize gelmeye ihtiyaç var. Altı kişilik sefer ekibi serildik masalara. Sonra Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın medresesine ve camisine gittik. Yunanistan’da ibadete açık ender camilerden birisinde namaz kılıyoruz. Sonra daracık sokaklardan kıvrıla kıvrıla iniyoruz. Bu şehirde eski bir Türk kentinin özelliklerini görmek mümkün.

Ama Kavalada çok oyalanamayacağız. Hava kararmadan Selanik’e gitmek bu şehri gezmek dalabildikçe şehrin damarlarına nüfuz etmek hedefimiz. Vakit ikindiyi aşarken Selanik’e girdik ve hala o akşam nerede kalacağımızı bilmiyoruz. Bu kente varınca Beyaz kule’nin etrafına bir müddet dolaşmak gerekir tabi ki. Biz de öyle yaptık. İzmir’in kordon boyuna benzer bir yer burası.

Prensesim mısır istiyor. Mısır haşlamasının sadece Türkiye’de olduğunu sanıyordum. Ama burada da tam Türkiye’de ki gibi kazan içinde kaynatılmış mısırlardan satın alıyoruz. İzmir’de Kordon da gezer gibi Beyaz Kule’nin tepemizden bakmasına aldırmadan sahil kenarında yürüyoruz. Birazdan bizi gezdirecek olan Batı Trakya Türklerinden Mehmet ile buluşacağız. Bize otel bulma ve şehri gezdirme konusunda yardımcı olacak.

biryolavrupa0006

Mehmet Selanik’de okuyan bir batı Trakya türkü. Otel bulma konusunda yardımcı oluyor ard arda bir çok otele götürüp tercümanlık yapıyor ama Selanik otellerinin tuzu bir hayli kuru. Hiç esnemiyor, hiç yardımcı olmuyor hiç de misafirperver davranmıyorlar. Türkiye şartlarında kötü sayılabilecek bir otele hatırı sayılır bir para ödüyoruz gecelemek için. Ertesi gün Selanik kalesini, Atatürk’ün evini geziyoruz. Selanik sokaklarında ve ruhunu kaybetmiş caddelerinde dolanıyoruz. Belki de üzerinde en çok kafa yorduğum, bütün tarihimizi en çok etkileyen yerlerden biri olan bu şehir aşığını öldürmüş bir yosma gibi başka birisinin koyunda, geçmişteki karakterinden hiç bir eser taşımadan yaşıyor. Şehri dolaşırken kulağımda hep o türkü ”Selanik selanik viran olasın, sende benim gibi yarsız kalasın. Taşını toprağını seller alası.. ”

Selanik’den çıkıp yolumuzu İgoumentsa ya doğru çevirmiştik ki Mehmet İoannaya mutlaka uğramamızı tavsiye etti. Yani Osmanlıdaki ismiyle Yanya. Hani şu Tepedelenli Ali Paşa’nın memleketi Yanya. İsmini bilip kendisinin nerede olduğunu bilmediğimiz Yanya. Selanik’ten çıkıp Yanya’ya doğru yola çıkıyoruz aslında İgoumenitsa ya giderken tam da yolumuzun üstü bu şehir. Yapımı bir kaç yıl önce bitmiş Selanik-İgoumenitsa otobanı hakikaten çok güzel bir yol. Dağlar tünellerle vadiler viyadüklerle geçilmiş çok zor ve dağlık bir bölge otobanla hayat bulmuş.

Yanya çok güzel bir göl kenarına kurulmuş çok güzel bir Osmanlı kenti. ve hala bir Osmanlı kenti. Göl kenarında bir tepeye kurulmuş olan Camii…minaresini hala muhavaza ediyor ama cami olarak kullanılamıyor. Müzeye çevrilmiş ve girerken ücret ödemeniz gerekiyor. Göle hakim muhteşem bir manzara üzerine kurulmuş bu camii ve külliyesi nasıl olmuşta ayakta kalmış insan şaşırıyor. Osmanlı’nın yaptığı kale ve eski Yanya üç aşağı beş yukarı muhafaza edilmiş. Yıllardır Osmanlı’dan kalan bütün eserlere karşı çok acımasız politikalar yürüten Yunanistan’ın Yanyanın bu şekilde kalmasına müsade etmesi ilginç. Göl kenarında ve eski Yanya sokaklarında dolaşmak bir hayli keyifli. Kale içinde cumbalı Osmanlı evlerini görürken insan bir an Anadolu’nun herhangi bir şehrinde dolaştığını düşünüyor. Tepedelenli Ali Paşa’nın memleketinden ayrılmak bir hayli zor. Görmeyi hiç planlamadığımız bu şehirde iki gün kalıyoruz. Tarih ve tabiatın iç içe olduğu bu şehir planlarımızda hiç yoktu ama çok keyifli iki gün geçirdik. Hele de bu şehirde kocaman bir İstikbal bayisi görmek içeri girip ve Türkçe sohbet etmek hayli güzel bir süprizdi. Yanyadan ayrılıp İgomenitsa ya doğru yola devam ediyoruz.

Küçük bir sahil kasabasını andıran bu şehir bütün doğuyu Adriyatikten Avrupa’ya bağlayan bir liman kasabası aslında. Avrupa’nın bir çok şehrine buradan gemi kalkıyor. Türkiye’den gelen TIR’lar buradan RO-RO gemileriyle İtalya’ya ve diğer ülkelere geçiyorlar. Yeni yapılan otoban sayesinde buraya ulaşım bir hayli kolay ve rahat. Bizi Bari’ye götürecek gemi gece kalkacağı için bu şehri dolaşmaya vaktimiz var. Güzel bir deniz kenti, uygun ve tenha bir yer bulup denize giriyoruz. Çarşaf gibi bir deniz çok durgun bir su. Doğrusu bu kadarını beklemiyorduk. Bu geziden denize girebileceğimizi hiç düşünmemiştik. Akşam yemeğinde bol zeytinyağlı bir Akdeniz salatası yiyoruz ardından balık. Türk TIR’larının uğrak yeri olduğu için en azından limanın çevresindeki lokantalar meramımızı anlatacağımız kadar Türkçe biliyor. Gece lüks sayılabilecek bir gemiyle Bari’ye doğru yola çıkıyoruz. Aslında kamaralar da var ailece kalabileceğimiz ancak bu mevsimde çok pahalı olduğu için biz pulman koltukları seçiyoruz. Pulman koltuk da yatak sayılabilecek kadar geniş ve rahat. Gemi yolcuları arasında bir hayli çok Türk TIR şoförleri de var.

Selam Sana İtalya

Sabah gözlerimizi gemi Bari’ye yanaşırken açıyoruz. Çizme’ye geldik. Bari’ye girmeden yönümüzü Napoli’ye doğru çeviriyoruz. Gemiden indikten sonra 225 km yolumuz var. Napoli anlatması güç bir şehir. Ancak yaşanınca fark edilebilecek karışık, kaotik hatta kopuk bir şehir. Sokakları kirli neredeyse bütün evlerin sıvaları dökük karmakarışık bu şehir Yanya’dan sonra bir hayli ürkütücü geldi desem yalan söylemiş olmam. Bu şehri derinlemesine gezmek bir hayli zor. Arabayı açıkta park etmek bile bir hayli cesaret istiyor. Bu nedenle kaldığımız otele ekstra 18 euro daha verip kapalı otoparka bırakıyoruz arabayı. Napoli otelleri diğer bütün İtalyan otelleri gibi kirli ve çok pahalı. Yurt dışına çıktığında insan ister istemez her şeyi yaşadığı yerle kıyas ediyor. İstanbul otelleri buradan çok daha temiz ve çok daha ucuz olduğu kesin.

biryolavrupa0005

Napoli benim için Maradona’nın şehrinin. Futbol’daki zenginler çetesine başkaldırının simgesi olan bu şehirde en çok Maradona’nın oynadığı bir futbol maçını seyretmeyi isterdim. 1990 Dünya kupası yarı finalinde Arjantin-İtalya maçında Arjantin’i tutan bu şehrin Arjantin şehirlerini hatırlattığından çokça bahsediliyor. Hatırlayacaksınız yarı final maçı öncesinde Maradona bütün Napoli halkını Arjantin’i tutmaya çağırmış ”Bugün sizden İtalya’yı tutmanızı istiyorlar ama geri kalan 364 gün sizleri aşağılayacaklar ve size Afrikalı olduğunuzu söyleyip duracaklar” demişti. Ve söz konusu yarı final maçında bütün Napoli halkı Arjantin’i tutmuştu.

Uzun süreli kaldığınızda bu şehrin size dillendireceği şüphesiz çok şey var Gizemli sokakları, yıllanmış binaları, egzotik limanın size anlatacak şüphesiz çok büyük hikayeler vardır. Ama bizim maalesef bunlara vaktimiz yok. Şimdiki önceliğimiz çocuklarımın ve ailemin güvenliğini sağlamak.

Napoli’nin en etkileyici yerlerinden birisi şüphesiz 25 km uzaklıktaki Pompei. Zevk ve sefa içerisindeki bir şehrin kızgın lavlarla bir anda nasıl yok olduğunu duymak insanı hakikaten dehşete düşürüyor. Öyle ki taşlaşmış cesetlerin yüzlerinde o korkuyu görmek, 1941 yıl önceki dehşetin günümüze kadar geldiğine şahit olmak insanı çok etkiliyor. Bildiğiniz gibi tarihin en hedonist şehirlerinden birisi olan Pompei M.S 79 yılında Etna dağından çıkan lavlarla bir gecede yok olmuştu. Tam 1700 yıl kimsenin haberi olmadı bu şehirden. 17 asır sonra başlayan kazı çalışmalarıyla bu şehrin harabeleri ve taşlaşmış insan cesetleri yeniden gün yüzüne çıkartıldı. Zannediyorum bugün hala kazı çalışmaları devam ediyor. Eğer buraya yolunuz düşerse Pompei’ye uzun vakit ayırmanızı ve tefekkür ede ede gezmenizi tavsiye ederim.

İtalya’nın kötü ve çok pahalı otobanını kullanarak Roma’ya doğru yola çıkıyoruz. Napoli’nin Roma’ya uzaklığı, Bari’nin Napoli’ye uzaklığı kadar yani 224 km. Roma’nın çok tarihi bir şehir olduğu hemen herkesin bildiği bir şeydir ama bu şehre gelmeden bunun ne demek olduğunu tahmin etmeniz hakikaten çok zordur. Roma’ya tarihi değil tarih demek daha doğru. Bu şehri görünce hakikaten haset etmemek mümkün değil. Neredeyse 250 senedir tarihi roma sınırları içinde yeni bir bina yapılmıyor. Binalar zaman zaman restorasyon görüyor ama yeni bir bina yapılmıyor. İstanbul sur içini düşünün, sur içine tam 250 senedir hiç bir yeni binanın yapılmadığını tasavvur edin. Edemiyorsunuz değil mi? Çünkü biz sur içini öylesine hunhar bir şekilde katletmişiz ki bırakın yüz yıl öncesini daha bir kaç sene önce History diye bir AVM bile açıldı. Roma’da her sokağın, her caddenin hatta her binanın bir anlamı, onun yaslandığı çok derin bir dini arka planı var. Bu nedenle ne kadar güçlü olursa olsun, bir belediye başkanı, bir başbakan ya da bir diktatör burada keyfe keder şehir düzenlemeleri yapamıyor.

Roma’yı anlayabilmek için Cenap … gibi bir rehber eşliğinde en az bir hafta 10 gün vakit ayırmanız ve bu şehirle hem dem olmanız gerekir. Çünkü tıpkı Kudüs gibi bu şehrinde her taşının, her binasının, her sokağının bir anlamı var.Gerek Hıristiyan dünyasının gerekse bütün Batı dünyasının en önemli medeniyet şehrini anlamak büyük oranda Batı Medeniyeti’ni de anlamak anlamına gelecek tabiki. Her yıl milyonlarca turistin ziyaret ettiği bu şehirde de oteller hem çok pahalı hem de yeterli temizlikten uzaklar. Belki Roma gibi bir şehirde şehrin en merkezi yerlerinde kalmak ve şehrin tüm saatlerine yaşamak gerekir ama biz bu lüksü arayacak halde değiliz. Hele de kalabalık bir grupla yolculuk halindeyseniz şehir merkezlerindeki oteller ödeyeceğimiz para bizi bir hayli sarsıntıya sokacak. Yine kötü bir otele dünyanın parasını vermek üzereyken Manü bizim litaratürümüze Camping’i sokuyor.

biryolavrupa0004

Bu öneri aslında bundan sonra kalma problemimizi çok büyük oranda çözecek bir kapı açıyor bize ve biz akşamdan sonra Roma’da Camping aramaya başlıyoruz. Bulduğumuz Campingi aramamıza değecek güzellikte. Yolculuğun bundan sonrasında kalacak yerlerimizi bulduk sayılır. Camping içindeki bungalovlar hem çok daha temiz hem de çok daha ucuz mekanlar. Daha sonra Avrupa’nın bütün şehirlerinde göreceğimiz bu Campinglerde bungalov larda kalanlar olduğu gibi karavanlarda kalanlar bir hayli çok insan vardı. Öyle ki bütün hayatlarını karavanlarda geçiren aileleri görmek mümkün. Şöyle ki diyelim bir aile İspanya’dan çıkıyor Roma’ya geliyor burada bir kaç ay kalıyor sonra oradan Floransaya, buradan sıkılınca diyelim Sienaya ya da İsviçre’de Alplere gidiyor orada kalıyor. Gittiği yerden sıkılacağı zamana kadar orada bulunuyor. Son derece lüks dizayn edilmiş bu karavanlarda bir evde ihtiyaç duyacağınız her şeyi bulmak mümkün. Karavanları Avrupa’da bir yaşama biçimi olarak da görmek mümkün. Bu yolla insan bütün Avrupa’yı görmek ve farklı şehirlerde yaşayabilme imkanına kavuşuyor.

Roma’da iki gün geçirmemize Vatikan’ı daki San Pietro Katedralinde uzun saatler geçirmemize rağmen bu şehri hiç gördük kabul etmiyoruz. Çünkü Roma’ya tekrar ve sadece bu şehir için gelmeye niyet ederek ayrılıyoruz. Şimdiki hedefimiz Siena. Siena da aşağı yukarı 222 km.

Siena gerçek anlamda bir orta çağ kenti olarak bin yılı aşkın süredir aynılığını koruyan bir şehir. Geçmişten kalan şehri neredeyse hiç değiştirmeden koruyabilmelere insan gıpta ile bakıyor. Mardin’in, Urfa’nın şimdiki halini düşündükçe çok çok hayıflanmamak elde değil. Çok daha uzun bir geçmişe sahip, Tarihte çok daha büyük medeniyetlere beşiklik etmiş Anadolu’da hiç bir değerin korunmaması neredeyse bütün şehirlerin karmakarışık bir hale getirilmiş olması bir hayli içimizi acıtıyor. Mesela Hasankeyf İtalya’da olsaydı acaba üzerine baraj yapılmasına müsade ederler miydi. Ya da herhangi bir kimse buraya baraj yapma cesareti gösterebilir miydi?

Binlerce yılın medeniyet beşiği Anadolu’da herhangi bir şehri gezerseniz zannedersiniz ki orada hayat 40-50 yıl önce başlamış. Çünkü tarih öylesine hunharca ve kaba saba katledilmiş ki buraları gören insanın canının acımaması mümkün değil. Yüzlerce yılın o muhteşem tarihi yapıları, binaları, şehirleri, son yüzyıldaki kötü şehirciliğin, zevksiz kentleşmenin, özensiz yapılaşmanın ve geçmişle hesaplaşmak isteyen art niyetli bir zihniyetin elinde yok olup gitmiş. Bu gün neredeyse hiç bir kentimizin kendisine has bir özelliği şehir kimliği yok. Nazilli’yi görünce Salihli’yi, Manisa’yı, Aksaray’ı ya da Karabük’ü görmüş gibi oluyorsunuz. İzmir’le Mersin ya da Adana aynı tavırsız kimliksiz şehirciliğin pençeleri arasında kalmış. Bütün kentlerimizin mimari zevkini karadenizli müteahhitler belirliyor.

Siena’nın ortaçağdan kalma sokaklarını dolaşırken zihnimde hep bunları düşünüyorum. Bu ülkede bizdeki gibi tarihsel bir kırılma yaşanmamış. Yani bütün geçmişini düşman olarak gören ve onlara ait tarihi eserleri ortadan kaldırmak için her şeyi yapan bir dönem ülkede hiç iktidar olmamış. Bir de bizdeki kadar iç göç hareketleri yaşanmıyor bu ülkede. Yani burada yüzyıllardır aynı mahallede aynı sokakta hatta aynı evde oturan aileler var. Bu nedenle İtalyan şehirlerinde, şehrin kimliğini üreten ve koruyan insanlar orada yaşamaya devam ediyor. Bizde mesela Urfa’nın, Diyarbakır’ın şehir kimliğini kimler korusun. İki nesil öncesi o şehirde yaşamıyordu çünkü. Diyarbakır’ı, Mardin’i, Urfa’yı, Malatya’yı kent yapan aileler artık burada oturmuyor onların yerini köyden gelenler dolduruyor.

Siena yüzlerce yıl öteden olduğu gibi duruyor. Eski şehrin tam ortasında büyük bir meydan var. Yuvarlak sarmal bir şekilde yapılan sokakların hepsi de bu büyük meydana açılıyor. Yani eğer doğru çıkıştan çıkmazsanız gideceğiniz yeri bulmanız mümkün olmuyor. Hatta yanlış çıkış yaptığınızda saatlerce birbirine çok benzeyen sokaklarda dolaşmanız işten bile değil. Siena öylesine ortaçağ kenti ki sokaklara bevletmek de o tarihten kalma bir adet sanıyorum. Bu adet öylesine yaygın ki bütün kent sokakları sidik kokuyor desek yanlış söylemiş olmayız. Duvar dipleri sıra sıra çiş izleriyle dolu.

biryolavrupa0003

Siena da kaldığımız camping öyle güzeldi ki tarih gezisini bırakıp bir gün doğa tatili yapmaya karar verdik. Bundan sonra gitmek istediğimiz Floransa ile arası 60 kilometre nasıl olsa. Günlerdir koştura koştura gezmekten yorulduk. Bir gün aylaklık yapmak, uykudan geç uyanmak zamanı. Yemyeşil doğanın tadını çıkarıp camping alanında yürüyüşe çıkmak en iyisi.

Siena da planladığımızdan fazla kalıyoruz. Sonra ki durağımız Floransa. İşte final, bunca geziyi göze almamızın en büyük sebeplerinden birisi olan Floransaya sabahın erken saatlerinde ulaşıyoruz. Bütün gün adım adım bu Avrupa’nın en fotoğrafik şehirlerinden birinin caddelerini, sokaklarını, binalarını arşınlayıp dolaşıyoruz. Çok sıcak bir floransa gününde kaç kilometre yol yürüdüğümü de hesaplamayarak olabildiğince çok kareyi fotoğraf makinama hapsetmeye çalıştım bu şehirle ilgili. Floransa bütün gezi boyunca doyasıya dolaştığımız şehirlerden birisi oldu. Doğrusunu söylemek gerekirse Rönesansın bu en önemli kenti sırlarını bir yabancıya açmada bir hayli cömert davrandı. Dante’nin mi Micelanco’nun mu, Rafael’in mi yoksa Fatih Terimin’in mi bu şehir bilemiyorum ama Floransa bizim için de bütün Avrupa şehirleri içinde en az yabancılık çektiğimiz şehirdi diyebiliriz. Biraz daha kalabilsek hemencecik içine alacak gibi. Şehir misafire pek bir alışık görünüyordu. Şehre yukarıdan bakan tepeye çıkıp şehri seyretmeyi ihmal etmedik tabiî ki. Nasıl edebilirdik ki bizim bütün bu Avrupa gezisini tasarlamamıza neden olan ana görüntü o görüntüydü.

Floransa’dan sonra aslında bizim için İtalya bitti. Bolonga da küçük bir şehir turu ve bir kahve molasından sonra rotayı Venedik’e çevirme isteğime geziye katılanlar pek de sıcak bakmıyorlar. Ben Venedik’i daha önce görmüştüm. Aile fertleri Venedik’e dönmeye sıcak bakmayınca arabanın rotasını Milano’ya oradan da İsviçre’ye doğru çeviriyoruz.

biryolavrupa0002

Milano’dan Como gölünü uzaktan seyrede seyrede geçiyoruz. Duramadığımıza içimiz yana yana Zürihe doğru yol alıyoruz. İsviçre’ye girince her şey bir anda değişiyor. Bunaltıcı sıcak yerini yağmurlu ve serin bir havaya bırakıyor. Burası başka bir gezegen başka bir dünya! Bir akşam üstü dillere destan İsviçre göllerinin kenarını takip ederek Zürih’e doğru yol alıyoruz. Zürih’de üniversiteden arkadaşımız Enes Rasim Cindemir ve ailesi bizi bekliyor.

Güneşin batış zamanlarında geçtiğimiz İsviçre gölleri hakikaten konuşulduğu kadar güzel bir yer. Ama asıl güzel olan bütün yerleşim yerleri de oto yollar da tabiata uygun olarak yapılmış olması. Bu coğrafyada İnsanoğlunun yaptığı hiçbir şey tabiat içinde çirkin durmuyor. Doğal ortam ile insan tahmin etmeyeceğiniz kadar uyum içinde. Daha sonra da görme fırsatı bulacağımız İsviçre’nin dağlık ve kırsal kesimlerindeki manzara da bundan başka bir şey değil. Bir tarafıyla baktığınızda bizim Karadeniz Bölgesi’nde İsviçre’den çok daha güzel yerler var ama orada tabiat o kadar tahrip edilmiş ve tasarımsız kullanılmış ki. Böyle olunca İsviçre çok daha güzel ve dikkat çekici geliyor insanlara.

Zürih’de Enes Rasim Cindemir ile buluşuyoruz. Yaşasın günlerdir ilk defa demlenmiş bir çay içeceğiz. Zürih’de diğer bütün İsviçre şehirleri gibi tabiat ile uyum içinde kurulmuş bir kent. İsviçre’nin en büyük gölünün kenarında 350 bin nüfusuyla İsviçre’nin en büyük kenti. Ancak Zürih gölünün etrafında bir milyondan fazla insan yaşıyor. Böyle olmasına rağmen göl besberrak. Gölde balık tutmak yasak. Durgun bir suyun üstelik etrafında bu kadar insan yaşıyor olmasına rağmen böylesine temiz kalması gerçekten insanı hayrete düşürüyor.

biryolavrupa0008

İsviçre biraz da Almanların etkisiyle kurallara neredeyse ibadet edilen bir ülke. Bütün hayat mutlak kurallar içerisinde yaşanıyor. Akşam olunca hayat neredeyse duruyor.

İsviçre’de üç gün kalıp dağları, şelaleleri, Luzern ve Basel’i gezdikten sonra yolumuzu Fransa’nın Strasburg kentine oradan da Frankfurt’a çeviriyoruz. Frankfurt da bir gün kalıp şehri adım adım dolaştığımızı, Kahramanmaraşlı Bekir Civak ve eşinin sabah kahvaltı ikramını, kahvaltıda doyasıya içtiğimiz demleme çayları unutmadan yakındaki Haidelberg’e gidiyoruz. Yani İkinci dünya savaşında yerle bir edilmiş Almanya’nın bombalanmamış tek şehrine.

Haidelberg evet tarihi bir şehir ama asla bir Roma, ya da Siena ya da Floransa hatta bir Salzburg değil. Orta düzeyde tarihi bir şehir. Bütün Alman şehirlerinde olduğu gibi büyük bir kanal kenarında kurulmuş görmediğiniz için çok da hayıflanmayacağınız bir yer. Ama görürseniz de size keyifli zamanlar geçireceği de bir gerçek.

Münih’e uğramadan kenarından Salzburg’a doğru yol alıyoruz. Geceyi Münih Salzburg arasında bir göl kanarında Camping’de geçiriyoruz. Gece geldiğimiz Campingin nasıl bir yere kurulduğunu sabah olunca fark ediyoruz. Çok güzel bir göl kenarına kurulmuş bu camping de maalesef oyalanamadan yola koyulmamız lazım. Yol bizi Salzburga götürüyor. Bu dışarıdan hiç de iddialı durmayan ama hakikaten çok güzel ve tarihi kente. Salzburg Mozart’ın doğduğu kent. Adımlayarak bütün şehri dolaşabileceğiniz bir şehir. Bir kaç yüzyıl önceden kalma harika bir şehir. Bütün gün çok keyifle dolaşıyoruz.

biryolavrupa0001

Salzburg’dan çıkıp Viyana’ya doğru yola koyuluyoruz. Ve geceyi şehre yakın bir Camping’de geçiriyoruz. Planımız Viyana’yı iyice bir gezdikten sonra dönüşe geçmek ama bu şehir böyle iki günde gezilecek gibi değil. Bu gezi bize iki kentin önemini çok daha iyi anlatıyor. Birincisi Roma ikincisi ise Viyana. Bu iki şehre de müstakilen gelmek ve anlayarak gezmek gerek. Viyana’yı hak ettiği gibi gezemeden dönüşe geçiyoruz. Artık yolda çok oyalanmadan dönmek zamanı. Budapeşteyi çok istemememize rağmen göremeden yola devam ediyoruz. Belgrad’ı da Budapeşte gibi es geçiyoruz. Sofya’yı gezmeye çalışıyoruz. Ama kondisyonumuz kalmamış. Buralarda oyalanmadan memlekete dönmek en iyisi. Bir gurbetçi akınına kapılıp on binlerce arabayla birlikte soluğu Kapıkulede alıyoruz.

Edirne’ye girer girmez önce kulaklarımıza ezan sesi sonra da midelerimize ciğer tadı ile dolduruyoruz. Selam sana Türkiye.

Bu yazı 2010 yılının Aralık ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 46. sayısından alınmıştır.

Yazar : HALİT ÖMER CAMCI

Gezgin, ışık avcısı, oğlunun babası...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir