Cuma , 4 Ekim 2024

Çinilerin Efendisi Rüstem Paşa Camii

Rüstem Paşa, Osmanlı devletinin en meşhur sadrazamlarından biridir. Bunda, Osmanlıların altın çağını yaşadığı bir devirde Muhteşem Süleyman’ın biricik kızıyla yaptığı evlilik kadar, devlet içinde kazanmış olduğu nüfuz ve servet de son derece etkilidir.

Yazı ve Görsel Arşiv : Önder Kaya

Bazı kaynaklar Paşa’nın cimrilik derecesine varan bir tutumluluk içinde olduğundan bahsetse de, eşi benzeri pek görülmemiş serveti ile imparatorluğun pek çok farklı köşesinde nice hayır kurumu tesis ettirme yoluna gittiği de bir gerçektir. Öte yandan imparatorluğa gelen seyyahlar da bu nüfuzlu Paşa’dan bahsetmeden geri kalmamışlardır.

Rüstem Paşa’nın İstanbul siluetine de önemli katkılarda bulunduğu bilinir. En azından Eminönü meydanına hakim iki camiden biri onun yadigârıdır. Yine Paşa, Eminönü’nün bir ticaret merkezi ve bir hanlar bölgesi olmasında da önemli rol oynamıştır. Şimdi “kahle-i ikbal” lakabıyla anılan Paşamızı biraz daha yakından tanıyalım.

Osmanlı tarihinin en tanınmış sadrazamlarından biri olan Rüstem Paşa’nın aslen hangi milletten olduğu tartışmalıdır. Ancak kaynaklar onun Hırvat, Boşnak ya da Arnavut kökenli olabileceğini yazar. Bazı kaynaklarda babasının Saraybosna yakınlarında küçük bir köyde doğduğu ve babasının bir Sırp köylüsünün domuzlarına çobanlık ettiği yönünde kayıt vardır. Paşa’nın iç oğlanı olarak saraya giriş hikayesi de ilginçtir. İlk efendisi haracını ödeyemeyince, genç Rüstem’e el konulur. Delikanlı, Galata sarayına gönderilerek eğitim alır ve iç oğlanı olarak saraya girer. Sarayda yaşanan bir hadise, bir anda sultanın gözdeleri arasında girmesine vesile olur. Sultan, pencereden bakarken elinden bir şey düşer. Tüm iç oğlanları merdivenlerden koşa koşa inerek düşen şeyi kapmaya çalışırken, genç Rüstem pencereden atlayarak hedefine ulaşır.

Rüstem, kısa bir sürede Kanuni’nin gözüne girer. Has Oda’da yetiştikten sonra rikâb ağası olarak çıkar. Akabinde büyük mirahurluk vazifesinde bulunur. Bu sıralarda muhtemelen padişahın hayli güvenini kazanmış olmalı ki, sadrazam Pargalı İbrahim Paşa’nın dikkatini üzerine çeker. Bu sebepten Anadolu’da bir sancağa tayin edilerek İstanbul’dan uzaklaştırılır. Anadolu’da Dulkadir Beylerbeyliği, Karaman Valiliği ve Diyarbakır Beylerbeyliği gibi vazifelerde bulunur. Son görevi sırasında Paşa’nın talihi dönecektir. Kanuni Sultan Süleyman, biricik kızı Mihrumah Sultan için damat namzedi ararken Rüstem Paşa’da karar kılar.

Gelgelelim bu sefer de Paşa’nın nüfuz kazanmasından çekinen rakipleri, onun cüzzamlı olduğu şayiasını ortalığa yayarlar. Merkezden gönderilen hekim Mehmet Çelebi, Paşa’yı muayene ederken, elbiseleri arasında bite tesadüf eder. Bit illetinin cüzzamlı hastalara musallat olmadığından hareketle, bu dedikodunun aslı olmadığını padişaha iletir. Bu sebepten dolayı da Paşa’ya bir yerde ikbal kapılarını bir bit açtığı için, “Kehle-i ikbal” denilmeye başlanır. Böylelikle Rüstem Paşa, önce Mihrumah Sultan ile nişanlanır, kısa bir süre sonra da evlenir. Rüstem Paşa’nın talihinin yaver gittiği su götürmez bir gerçek. Zira nikâhtan kısa bir süre sonra Osmanlı tarihinde eşi benzerine pek de kolay tesadüf edilemeyecek bir hadise vuku bulur. 1544 yılının Aralık ayında bir Divan toplantısı sırasında vezirlerden Deli Hüsrev Paşa, adeta unvanının hakkını verircesine bir Divân toplantısı sırasında Sadrazam Hadım Süleyman Paşa ile tartıştıktan sonra ona hançer çeker. Kanuni, huzurunda meydana gelen bu edebsizlik üzerine her iki vezirini de azleder ve Rüstem Paşa sadrazamlığa getirilir. Bazı kaynaklarda bu kavganın Rüstem Paşa tarafından tertiplendiği zikredilse de, Hüsrev Paşa’nın yaşanan bu durum sonrasında kendisini aç bırakarak kısa bir süre sonra ölmesinden hareketle, bu ihtimal akla pek yakın durmamaktadır.

Şehzade Mustafa’nın Katli ve Paşa’nın Dahli Meselesi

Rüstem Paşa açısından hem siyasi kariyerinin hem de yaşamının kırılma noktası Şehzade Mustafa’nın katli meselesidir. Halk arasında Rüstem Paşa’nın bu işte kilit rol oynadığına, padişaha büyü yaptığına ve genç şehzadeye iftiralar attığına dair güçlü kanaatler yayılmıştır. Rüstem Paşa, şehzadeyi gözden düşürmek için, onun İran Şahı ile iletişimde olduğunu beyan etmiş ve sultanı bu şekilde oğlundan soğutmuştu. Sonuç olarak 1553’te çıkılan İran seferi sırasında ordugâha çağrılan şehzade Mustafa, padişahın emri ile boğularak katledilmiştir.

Yeniçerilerin büyük sevgisini kazanan ekber şehzadenin bu şekilde katli, Yeniçerilerin son derece öfkelenmesine sebebiyet vermiş, hatta kul taifesi padişahtan “bunak ihtiyar” diye bahseder olmuşlardır. Yine yeniçeriler tarafından Kanuni’ye gönderilen ve Rüstem Paşa ile mevcut yeniçeri ağasını kötüleyen imzasız bir mektupta da aynı saygısız lisan kendini gösterir: “Sözün doğrusunu söyleriz, senden dahi, oğlundan dahi ve paşalarından dahi bîzar olduk. Sultan Mustafa ölmekten biz kırılaydık.” Ayrıca mektubun devamında sıklıkla Şehzade Mustafa’ya gönderme yapılarak “Ne devletsüz başımız var imiş ki Sultan Mustafa gidip biz kaldık”, “Sultan Mustafa sağ olaydı, iş başka türlü olurdu” tarzında ifadelere yer verilmiştir . Öfkenin asıl merkezinde olan şahıs ise “gazi padişah” değil, sadrazam Rüstem Paşa idi. Dönemin bazı kaynakları Rüstem Paşa’nın can korkusundan karargahı terk etmek durumunda kaldığından bahseder.

Kanuni de biricik kızının eşi olan damadını korumak için, onu sadaretten azl etmek ve yerine kız kardeşi Fatma Sultan ile evli olan Tameşvar kahramanı ikinci vezir Kara Ahmet Paşa’yı geçirmek zorunda kalacaktır. Bu atama Kara Ahmet Paşa’nın önce ikbaline, sonra ise katline sebebiyet verecektir. Zira ortalığın yatışmasından sonra tekrardan Rüstem Paşa’yı sadarete getirtmek için harekete geçen saray grubu, Paşa’nın başını yiyecektir. Yazık ki tarihi kaynaklar Ahmet Paşa’nın neden öldürüldüğü konusunda net bir gerekçe belirtmiyorlar. Muhtemelen Hürrem Sultan ile kızı Mihrumah Sultan, damatlarını iktidara getirmek amacıyla sudan bir sebepten dolayı Paşa’nın katlini temin etmişe benziyorlar. Zaten Topkapı’daki Kara Ahmet Paşa Camii’nin girişinde yer alan bir kitabede de ilerleyen yıllarda Paşa’ya iade-i itibar verildiği yazılıdır.

Rüstem Paşa, sadaretten azledildikten sonra da nüfuzunu korumuş görünüyor. Zira Busbecg, İstanbul’a yaptığı ziyaret sırasında Kanuni’nin ordusunun başında Asya tarafından olduğunu, İstanbul’un idaresini sadrazamı Hadım İbrahim Paşa’ya tevdi ettiğini, kendisinin de hem onu hem de Rüstem Paşa’yı ziyaret ettiğini vurgular.

Hatta Üsküdar’daki Mihrumah Sultan’ın sarayında yaşayan Rüstem Paşa’yı ziyaret sebebini de “her ne kadar o sırada sadrazamlıktan azledilmiş bulunuyor idiyse de ilerde tekrar bu mevkie getirilme ihtimali var” şeklinde izah etmektedir.

Paşa’nın Rüşvetçiliği

Rüstem Paşa’nın en çok eleştirilen yönlerinin başında aldığı rüşvetler sayesinde zenginleştiği yönündeki ithamlar gelir. Onun zamanında devlet görevlilerinin atama sonrasında sadrazama bir caize vermesi gelenek haline gelmiş idi. Kendisinden sonra bu konuda iyice ifrata kaçılacaktır. Kaynaklar Rüstem Paşa’nın herşeye rağmen bu tür uygulamalarda insaflı davrandığını dile getirirler. Rüstem Paşa mahir bir maliyeci olup, caizenin bedelinin halktan çıktığının farkındaydı. Bu sebepten dolayı Erzurum Beylerbeyinin yollamış olduğu 5000 altınlık hediyenin üç binini iade etmiş ve sadece iki binini kabul ettikten sonra “Erzurum’un bu kadar miktara tahammülü yoktur” demiştir. Ayrıca Koçi Bey, Rüstem Paşa’yı, iltizamı yaygınlaştırdığı ve devlet arazisini özel mülke çevirdikten sonra bunları çocuklarına vakıf olarak bıraktığı gerekçesiyle de itham eder.

Paşa’nın rüşvetçiliği bağlamında Tayyib Gökbilgin hocanın uzun bir makalesi neşr olunmuştur. Bu yazıda bilhassa Kanuni’ye gönderilen ve hemen hepsi imzasız olan bazı mektuplardan örnekler zikrolunur. Misalen bir mektupta Eflak Voyvodası Mirçe’nin sadrazama 1 milyon akçe göndererek ödemesi gereken 3 milyon akçe vergiden muaf tutulduğu kayıtlıdır. Bir diğer mektupta Selanik kadısının yolsuzluğundan ve bu yolsuzluğu örtbas etmek için de sadrazama gönderdiği rüşvetten bahs olunur. İddialara göre Rüstem Paşa, son derece tamahkâr bir vezirdi. O kadar ki, Bosna Beylerbeyi Ulama Paşa’nın kendisine hediye ettiği 25 gulâmı ihtiyacı olmadığı için kabul etmemiş, ancak bunların bedelini istemişti .

Paşa’nın ölümünden sonra geride bıraktığı servet de akıllara ziyandır. Bu mirasın miktarı yaklaşık 15 milyon duka kadardır. Servetinin bir kısmının dökümü şöyle idi: 1700 köle, 2900 savaş atı, Anadolu ve Rumeli’de 815 çiftlik, 76 su değirmeni, 5000 ciltten fazla yazma eser, vb.

Bununla beraber araştırmacılar Paşa’nın devlet hazinesine kaynak bulma konusunda son derece mahir olduğunun da altını çizerler. Öyle ki has bahçelerde yetiştirilen ihtiyaç fazlası bazı zerzavatın yanı sıra, çiçekleri de toplatıp sattırıyor ve hazineye gelir olarak kaydettiriyordu. Bununla da kalmayan Paşa’nın, bazı kaynaklarda kişisel mülk konumundaki bahçelerde yetişen çayırlara, gül ve menekşe gibi çiçeklere dahi vergi koymak suretiyle nevzuhur icatlarda bulunduğu kayıtlıdır. Öyle ya da böyle devlet hazinesi onun zamanında yeniden ikmal edilmiş ve doldurulmuştur. Hasisliğinden haz etmeyen sultanın dahi, onun maliyeci yanını takdir ettiği bilinir. Rüstem Paşa, devlet maliyesine zarar verecek hususlarda üst düzey devlet ricalini karşısına almaktan da çekinmez. Nitekim dördüncü vezir Haydar Paşa’nın, Karadeniz’de bulunan haslarından elde ettiği hububatı padişahtan izin alarak yabancılara satması üzerine padişahı uyarma yoluna gitmiştir. Sadrazam, Karadeniz hububatının ülkenin hayati bir önem taşıyan yiyecek politikasında oynadığı rolü hatırlatmış ve bu gibi durumların yaygınlaşmaya başlamasının başkentin ve Anadolu’nun iaşesini zora sokacağının, bunun da bir dizi isyana yol açacağının altını çizmiştir. Yine Paşa, Haydar Paşa’ya verilen bu izinden diğer vezir ve devlet ricalinin de istifade etmeye kalkacağını beyan ile durumun önüne geçilmesini talep etmiştir. Rüstem Paşa, gayet haklı olarak Akdeniz ve Ege’den dışarıya daha yüksek fiyatlarla hububat satışının engellenemediğini, ancak Boğazlar sayesinde Karadeniz hububatının dışarı çıkmasının kontrol altında tutulabileceğini beyan ile gerekli tedbirlerin alınması gerektiğini dile getirmiştir . Bu teşebbüsünde, rakip vezirlerin ekonomik açıdan zenginleşmesinin önünü alma kaygısı da gözden ırak tutulmamalıdır.

Rüstem Paşa Külliyesi

Rüstem Paşa’nın İstanbul’da pek çok hayır eserine imza attığı biliniyor. Bu eserlerin nerede ise tamamı Mimar Sinan’ın elinden çıkma. Rüstem Paşa’nın imar faaliyetlerinin daha ziyade Eminönü ve civarına yoğunlaştığı görülür. Bu yapılar dinî-ticarî ve ilmî hayat açısından son derece önemlidir. Paşa’nın en önemli yapısı kendi adını taşıyan külliyesidir. Külliye ticari hayatın son derece canlı olduğu ancak arazi sıkıntısının yaşandığı bir alan üzerinde yükselir. Bu sıkıntı sebebiyledir ki Paşa, külliyesi için tasarladığı medresesini Cağaloğlu tarafında inşa ettirmek zorunda kalacaktır. Bir çini deryası olan türbesini de belki bu sebepten külliyesi içinde değil, Şehzade Camii avlusunda inşa ettirmiştir. Rüstem Paşa Camii, Mimar Sinan’ın deniz kıyısında inşa ettiği ve şehrin silüetine damgasını vuran üç önemli camiden biridir. Diğer ikisi ise Üsküdar’da olup biri Mihrumah Camii ile Şemsi Paşa (Kuşkonmaz) Camii’dir. Rüstem Paşa Camii, çarşılar merkezinde yer alan bir yapı olduğu için fevkani bir üsluba sahiptir. Yani zeminden yüksekte tasarlanmıştır. Böylece hem heybeti ortaya çıkmış, hem de caminin alt zeminine inşa edilen dükkanlar vesilesiyle, bulunduğu bölgeye eklenmiştir. Yapının etrafında başta Büyük ve Küçük Çukur Han’lar olmak üzere bir kısmı Rüstem Paşa tarafından Mimar Sinan’a inşa ettirilen ticaret merkezleri de bulunmaktadır.

Caminin muhteşem kubbesi de bu ihtişama ayrıca katkıda bulunan bir diğer unsurdur. Caminin yer seçiminde Paşa’nın hayli titizlendiği anlaşılıyor. Bunun için Fatih devrinden kalma Tahtakale hamamının hemen yanını seçmiş, çevrede bulunan pek çok yapıyı da parasını ödeyerek satın almıştır. Bununla da kalmayan Paşa, cemaatinin çok olduğunu fark ettiği Attar Halil Ağa mescidine de göz koymuştur. Padişahtan gerekli izni aldıktan sonra bu mescidi yıktırtmış ve arazisini kendi camiinin alanına katmıştır. Söz konusu mescidin parçaları Aksaray yakınlarındaki Yenibahçe semtine taşınmış ve burada yeniden inşa olunmuştur. Mescid, 1956’da Vatan Caddesi’nin yapımı sırasında ortadan kaldırılacaktır.

Caminin Rüstem Paşa’nın ölüm tarihi olan 1561’de bitmiş olabileceği genel olarak kabul edilir. Hatta Doğan Kuban, bitmemiş bazı aksamının da Paşa’nın karısı Mihrumah Sultan tarafından ikmal ettirilmiş olabileceğini dile getirtir. Cami avlusuna dört farklı merdivenden çıkmak mümkündür. Bunlardan ikisi Uzunçarşı caddesine bakar ki, bu çıkışların sonunda birer müezzin ve kayyum odası bulunmaktadır. Cami avlusunda şadırvan da bulunmaz. Cami şadırvanları sahile bakan kesimde ayrı bir noktadadır.

Cami asıl şöhretini İznik çinileri ile elde etmiştir. Mimar Sinan inşa ettiği camilerde pahalı bir malzeme olan çiniyi gerekli gördüğü yerde, belli noktaları vurgulamak için kullanmıştır. Ancak Rüstem Paşa Camii’nin durumu farklıdır. Paşa, adeta bazı kaynaklarda zikrolunan cimrilik hasletini yalanlarcasına yapının içini İznik çinileri ile kaplatmıştır. İznik çini ekolü bu dönemde teknik ve desen olarak sanatının zirvesinde bir dönem yaşıyordu. Paşa’nın çini talebine İznik’teki atölyeler kâfi gelmeyince Paşa, Kütahya’da da sadece caminin ihtiyaçlarına hasredilen bir çini atölyesi açtırma yoluna gidecektir. Camideki çini desenleri ilhamını daha ziyade doğadan alır. Hakim olan desenler incelendiğinde lale, salkım, nar çiçeği ve sümbüllerin ağırlıkta oldukları görülür. Gelgelelim caminin çinileri, bu yapının hem ikbaline hem de bir takım sıkıntılar yaşamasına vesile olacaktır. Eski dönemlerde İstanbul’a gelen önemli misafirlere bu caminin gezdirildiği biliniyor. Mesela Monako prensi Reiner ve eşi sinema oyuncusu Grace Kelly 1978’de İstanbul’a geldiklerinde bu camiyi gezmiş ve hayran kalmışlardı. Yine Fransa’da bulunan “Chloe” isimli dünyaca meşhur bir giyim firması 1981 yılında Rüstem Paşa çinilerindeki bazı motifleri yeni kreasyonlarında kullanacağını duyurmuştu.

Ancak cami yazık ki daha ziyade çini hırsızlıkları ile gündeme geldi. Bu hırsızlıkların bir kısmı “adi hırsızlık” dediğimiz kategoriye girerken, bir kısmı da restorasyonlar sırasında yaşanmıştır. Yakın dönemde gazetelere Rüstem Paşa Camii çinilerinin başına gelenler hakkında epey haber çıkmıştı. Bunlardan belki de en ses getireni 1992’de yaşandı. Bir Fransız müzayede şirketi olan Druot, bu tarihte yapacağı bir müzayedede Rüstem Paşa camiinden sökülen 16 çinilik bir panoyu satışa çıkarmış, ancak sonrasında çiniler satıştan çekilmişti. Şirket, gerekçe olarak çinilerin asıl geldiği yere dönmesinin önceliğine karar verilmesini göstermişti. O dönemin parası ile 800 milyon ile 1 milyar Türk lirası arasında satılması beklenen panonun, sonradan İstanbul’daki Sadberk hanım müzesine satıldığı öğrenilmişti. Çinilerin Paris’e geliş hikayesi de oldukça ilginçti. Çiniler, müzayede şirketine Provance bölgesinden Bay F. Tarafından getirilmişti. Kendisi bu çinileri 1940’da Mısır’da J. O. Matosyan adlı bir Ermeni koleksiyonerden almıştı. Panolar belki de Osmanlı döneminde yurt dışına kaçırılmıştı.

Daha yakın bir zaman önce 1995 yılındaki bir gazete haberinde ise caminin Hünkar mahfilinde bulunan çinilerin hem de bir ayda tam iki kez, kilidi kırılmak suretiyle girilerek çalındığı belirtilmektedir. 2000’li yılların başında da Rüstem Paşa gibi bir caminin basit kilitlerle korunduğundan dem vuran haberlere tesadüf olunur. Yakın bir zaman önce ise caminin avlusuna kulübe konularak daimi güvenlik görevlileri tahsis edilmiştir.

Caminin inşa edildikten bir yüzyıl sonra çıkan 1660 yangınında büyük zarar gördüğü biliniyor. Hatta bu sırada caminin dış kısmında son cemaat yerindeki çinilerin de ciddi zararlara maruz kaldığı düşünülebilir. Bir yüzyıl sonra 1766 depreminde ise, hem minaresi yıkılmış hem de kubbesi çökmüştü. 90’larda yeniden restore edilen caminin ilginçtir ki bu restorasyon sırasında da bazı panoları çalınmıştır. Çini hırsızlığının kendini en belli ettiği yer ise son cemaat yerinin Bayezid’e bakan tarafında yer alan bölümdür.

Rüstem Paşa camii, bugün de turistlerin sıkça rağbet ettiği bir mekan olmaya devam ediyor. Bulunduğu semt tıpkı eskiden olduğu gibi İstanbul’un ticari hayatının en yoğun attığı mevkilerden birinde. Gönül arzular ki bu rengârenk ve iç açıcı Osmanlı mirası daha asırlarca yaşasın.

Çinilerin Efendisi Rüstem Paşa Camii – Bu yazı 2014 yılının Mart ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 85. sayısından alınmıştır.

Yazar : ÖNDER KAYA

1974'te İstanbul doğumlu. Öğretmen, araştırmacı-yazar ve tarihçi. Marmara Üniversitesi Tarih Bölümü'nden mezun olan Kaya, aynı yıl Marmara Üniversitesinde yüksek lisansını yaptı. Öğretmenlik hayatına Robert Koleji'nde devam etmektedir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir