Cumartesi , 2 Kasım 2024

Dünyanın Değerli Hazinelerini Saklıyor: “Smithsonian”

1800’lü yıllarda varlıklı bir İngiliz ailesinin üvey çocuğu hayatı boyunca bütün dünyayı dolaşıyor. Neredeyse tek ayak basmadığı yer Amerika kalıyor. Daha sonra ilginç ve beklenmedik bir kararla, James Smithson adındaki bu kişi, servetinin çok büyük bir bölümünü; yarım milyon ABD Dolarını Amerika’ya bağışlıyor. O dönem, bu miktar Amerikan toplam federal bütçesinin 1/66’sını oluşturuyor. Smithson’ın bunu neden yaptığı hiç bir zaman tam olarak anlaşılamıyor. Kimilerine göre, babasının mirasını reddetmek amacıyla; kimilerine gore Amerika’nın demokrasi tecrübesinden çok ilham aldığı için bu derece yüklü bir bağışta bulunuyor.

Yazı: Damla Tantekin

Fotoğraflar: Smithsonian Enstitüsü

Smithson tarafından Amerika’ya bağışlanan bu paranın nasıl kullanılacağı konusu da yıllarca süren bir tartışmaya dönüşüyor. Amerikalı siyasetçiler bu ilginç ve beklenmedik jest karşısında ne yapacakları konusunda uzun süre kararsız kalıyorlar. Hatta birçok siyasetçi, eski sömürge gücü İngiltere’den gelen bu paranın reddedilmesi gerektiğini savunuyor. Nihayet 1846 yılında bu bağışla Smithsonian Enstitüsü’nün kurulmasına karar veriliyor. Amerika’nın başkenti Washington DC’de yer alan ve dünyanın en büyük müze ve araştırma kompleksi işte böylelikle hayat buluyor.

Smithsonian Enstitüsü tam on dokuz müzeden, dokuz araştırma merkezinden ve bir hayvanat bahçesinden oluşuyor. Yılda yaklaşık 30 milyon kişi bunları ziyaret ediyor. Sergilenen eser ve obje sayısı ise yaklaşık 140 milyon.

Yağmurlu bir gündeyiz… Başkent Washington DC’de en fazla turistin bulunduğu, özellikle hafta sonları park yeri bulmanın hemen hemen imkansız olduğu; Lincoln Anıtı’ndan, ABD Kongre binası Capitol Hill’e kadar uzanan ve “The National Mall” olarak adlandırılan DC’nin kalbindeyiz. Sağlı sollu müzelerle çevriliyiz. İlk durağımız Amerikan Tarih Müzesi.

Tarih Müzesi’nde, Micheal Jackson’ın şapkasından, 1948-1952 yılları arasında Beyaz Saray’ın renovasyonu sırasında çıkarılan bir tuğlaya; Başkan Bill Clinton’ın saksafonundan, bugüne kadar bütün “first lady”lerin göreve başlama töreninde giydikleri elbiselere kadar hem yakın hem uzak tarihe ait pek çok obje sergileniyor. Müzenin özelliği, Amerikan tarihini basitleştirilmiş bir biçimde anlatması ve de bir “popüler tarih müzesi” olması.

Smithsonian’ın rehberi eşliğinde müzede genel bir tur atıyoruz. Amerikan Başkanlarına ayrılmış bölümde suikast sonucu hayatını kaybeden Abraham Lincoln’ün hikayesini dinledikten sonra, sağlık ve tıp bölümünde bir insana yerleştirilen AbioCor’u; ilk elektro-hidrolik kalbi inceliyoruz. AbioCor, 2001 yılında Kentucky eyaletinde ilk kez uygulanan yapay ve daimi kalp sistemi. 15 yıl önceki ilk yapay kalp Jarvik-7’ye kıyasla teknolojik bir devrim olarak kabul ediliyor.
Müzenin giriş katındaki Julia Child’ın mutfağı ziyaretçiler arasında en çok ilgi çeken bölümlerden. Julia Child Amerikan kültüründe önemli bir yere sahip. “Mastering the Art of French Cooking” kitabının yazarı olan Child, ilk kez televizyondaki yemek programıyla Amerikalılara Fransız yemeklerini anlatan kişi. Julia Child’ın bütün mutfağı tamamen müzeye bağışlanmış.

Ünlü Teddy Bear da müzede sergilenenler arasında. Teddy Bear’ın ilginç bir hikayesi var: Teddy Roosevelt olarak da bilinen Başkan Theodore Roosevelt 1902 yılının Kasım ayında Mississippi’de avlanmaya çıkıyor. Avlanma çok başarısız geçtiği için, o günün akşamında morali bozuk olan Başkan’ın önüne vurması için küçük bir ayı getirerek, ağaca bağlıyorlar. Başkan, ayının kendini savunma şansı olmamasından dolayı ona merhamet duyarak vurmayı reddediyor. O dönemde Washington Post gazetesinde çizen Clifford Berryman de bu hikayeyi karikatürize ediyor ve olay böylelikle hem halkın hem de oyuncak yapımcılarının ilgisini çekiyor. Ardından 1903 yılında üretilen ilk Teddy Bear oyuncağı Roosevelt’in torunu Kermit’e veriliyor. Kermit Roosevelt de bu ayıyı müzeye bağışlıyor.

Amerikan Tarih Müzesi, canlı, interaktif ortamı ve aktiviteleriyle yetişkinler kadar çocuklara da hitap ediyor. Aslında Amerika kadar kısa bir tarihe sahip bir ülkenin bu müzesini gezince bir şeye sahip olmaktan çok, onu korumak ve iyi saklayabilmenin daha önemli olduğunun bilincine varıyorsunuz.

Smithsonianlar arasında –yıllık ziyaretçi istatistiklerine göre- en popüler müze.

Havacılık ve Uzay Müzesi. İçerisinde Wright Kardeşler’in orjinal uçağından, İkinci Dünya Savaşı sırasında pilotların kıyafetlerine; Amerika’nın aya gönderdiği uzay aracı Lunar Lander’a kadar pek çok ilginç eser sergileniyor.

Müzeyi her yıl sekiz milyon kişi ziyaret ediyor. İçinde ayrıca, gün boyu dönüşümlü şekilde film gösteren bir IMAX sineması bulunuyor. Müzeye bağlı olan ve Dulles Havaalanı’na yakın bir de gözlem merkezi var. Bu gözlem merkezine ana müzeden gün içinde belirli saatlerde servisler kalkıyor. Bir çok uçağın sergilendiği bu merkezin gözetleme kulesine çıkıp Washington Uluslararası Havalimanına iniş ve kalkış yapan uçakları izleyebiliyorsunuz.

Astronot dondurması (uzayda astronotların yediği ve tadı gerçekten çok kötü olan) müzenin hediyelik eşya dükkanında en çok ilgi görenlerden.

Smithsonianlar arasında ikinci en popüler ve bizim üçüncü durağımız olan müze ise Doğal Tarih Müzesi. İçerisindeki herşey halihazırda yeterince ilgi çekici iken, sürekli eklenen yeni objelerle günden güne daha da ilginç kılınıyor. Müzede 200 bilim adamı çalışıyor. Dünyada doğal tarih ve kültürleri alanında en fazla sayıda uzmanın birarada bulunduğu tek yer olma özelliğine sahip. Ayrıca, Smithsonianlardaki bir geleneği yıkarak politik bir bakış sergiliyor: Yaradılış teorisini savunanlara karşı, Darwin ve evrim teorisine ilişkin sergilemelere ağırlık veriyor.

Smithsonian Enstitüsü’nün müzelerine giriş ücretsiz. Bu kadar masraflı bir Enstitü’nün en azından giderlerinin bir bölümünün karşılanması ve vergi mükelleflerinin üzerinden yükün alınabilmesi için müzelerin paralı hâle getirilmesi sık sık gündeme geliyor. Hatta yine geçtiğimiz dönemde, Obama’nın bütçe komisyonu tarafından müzeye girişin kişi başı 7.50 Dolar olması önerildi ancak tasarı bir kez daha reddedildi.

Yeşillikler içinde, sakin, huzurlu, uzun vadede biraz monoton ama her daim sayısız kültürel faaliyete ev sahipliği yapan başkent Washington DC’deki şüphesiz en güzel vakit geçirme yollarından biri de Smithsonianları gezmek.

Amerika deyince zihnimizde ilk anda, New York’un devasa gökdelenleri ve Times Square’deki neon ışıklı tabelalar canlanır. Buna karşılık, Washington DC daha mütevazı boyuttaki, ancak gösterişli binalarıyla Amerika’nın dinamizmini değil, olduğundan daha uzun ve kapsamlı gösterilmek istenen tarihini temsil ediyor. İşte bundan 165 yıl önce hayatında ABD’ye ayak basmamış bir İngiliz’in bağışladığı yarım milyon ABD dolarıyla kurulan Smithsonian Enstitüsü’nün bugün ulaştığı nokta Amerikalıların kısa zamanda büyük işler başarma ve bir şekilde tarihte iz bırakma azmini ortaya koyuyor.

Bu yazı Gezgin dergi 2011 yılının Nisan (50) sayısında yayımlanmıştır.

Yazar : HALİT ÖMER CAMCI

Gezgin, ışık avcısı, oğlunun babası...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir