Yazı ve Fotoğraflar: Mehmet Kutlu İnanç
2014 Ramazanı benim açımdan madden ve manen oldukça yoğun şekilde ilerlemişti. Biraz soluklanmak üzere hızlıca bayramda nerelere gidebiliriz diye düşünürken Gürcistan ve Ermenistan bize göz kırptı. Ramazan’ın son günü Hopa’da buluşmak üzere kadim dostlarla sözleştik. Ben “Yengen vizemi” alır almaz sırt çantamı, fotoğraf makinamı ve iftarlığımı alarak yola koyuldum. Hopa’da buluştuktan sonra Batum üzerinden Gürcistan’a girdik. Konumuz Ermenistan olunca buraları hızlıca geçiyorum. Biraz konakladıktan sonra, Ermenistan’a yaklaşmıştık artık. Malum sınır kapımız kapalı. Haliyle Türkiye’den kara yoluyla geçiş imkânsız. Tiflis’te büyük yeraltı treni binasının yanı başından kalkan minibüslerden birine hostelden de yardım alarak rezervasyonumuzu yaptırdık. Sabahın erken saatlerinde minibüse heyecanla yetişip yola koyulduk.
Açıkçası oldukça heyecanlıydık. Ayrıca Osman’ın vizesi hala onaylanmamıştı. Gümrük kapısına kısa bir süre içerisinde vardık. Kapı ve sakindi. Kocaman yeşil şapkalı polisler kadar dikkat çeken kocaman bir levha vardı. Muhtemelen “Aman burada rüşvet filan olmaz” gibi bir şeyler yazıyordu. Ben elektronik vizem için on doları kredi kartımla ödeyerek daha önceden almıştım. Ama Osman abi belki de iki gün önce müracaat ettiği için olsa gerek hala vizesi çıkmamıştı. Telefondan son dakikaya kadar kontrol ederek gayret ettiğimi itiraf etmem lazım. Tüm minibüs meraklı gözlerle bizi kesiyor ve bir yandan sıkılarak bekliyordu. Hasılı, kapıda vize almak zorunda kaldık. Vize müracaat kuyruğuna girildi. Yarım saat süren işlemlerin ardından görevli abimiz bu sefer “Vize tamam ama ben de bir vize parası hak ettim” diyerek on Doları söke söke aldı. Aracımız Vito ve yolcu sayısı yedi kişi.
İnsanlar daha iç içe yaşıyor anladığım kadarıyla bu coğrafyada. Bu arada henüz daha gümrük kapısından geçerken sırıtmaya başladım galiba “Ben Türkiye vatandaşıyım” diye… Yahut bana öyle geldi. Ama bir beklenti var işte, Taşnağın birisi çıkacak saldıracak diye. Otogarda minibüsten iner inmez bir miktar para ayarlamak üzere döviz büfesini bulduk. Yaşlı ablalar ev veya oda kiraya vermek için oraları mekân tutmuşlardı. Nerdeyse herkes bizi Farsça sözlerle karşıladı. Tabi bunun sebebini anlamamız için biraz zamana ihtiyacımız vardı. Daha önce rezervasyon yaptığımız hosteli biraz güç bela da olsa bulduk. Kapısı kilitliydi. “Anahtar için filan yere gidin filancayı sorun” tarifini aldık, bulduk derken yorgunluk ile birlikte gerilmedik desek yalan olur. Yerleştikten kısa bir süre sonra şehri adımlamak üzere yola koyulduk.
Kaldığımız hostel Hanrapetutyan Hraparak nam-ı diğer Cumhuriyet meydanına çok yakındı. Biz pergelin iğnesini buraya batırdık. Yolları da buraya göre zihnimize nakşettik. Koca meydanda binaların taşları hep aynı. “Arkadaş hiç mi renk olmaz?” demeyin. Bana göre şehre kesinlikle fark katıyor bu mimari. Ama illa bir renk derseniz kamu binalarının çevrelediği bu koca meydanda kocaman bir havuz var. İsmi de “Şakıyan Fışkiyeler” (Singing Fountains). Unutmadan, bu kadar resmi bina arasına meşhur otel zincirlerinden birisi de sıkışıvermiş.
Mavi Cami. Başından kim bilir neler geçmiştir şu ikiyüz yılda. Bulmam çok zor olmadı. Meydana oldukça yakın. Bahçesine adım attığınızda İran’da herhangi bir camiye girmiş gibi hissedebilirsiniz. Aynı şekilde toplantı malzemesi, bol secde taşı… Duvar kenarlarındaki harika sırtlıkları da unutmamak lazım. Hatta lavabolardaki merkezi sabunluk sistemi bile aynı. Tabi ben bu sadeliği ve yaşam alanını çok seviyorum. Keşke bizde de böyle yaşam alanları olsa, insanlar sırtlarını bir yere dayayıp kitabını okusa, çayını içse muhabbet etse, çocuklar koştursa camilerde. Ortalama bir vatandaşın evinden üks olmasa camiler, boyası, cilası ve eşyaları ile… Allah’ın bunlara ihtiyacı olmadığını hepimiz biliyoruz aslında. Namazlarımı burada kıldım genellikle. Her ne kadar kimseye denk gelmediysem de, açık olması bile güzel.
Camide dört mihrap var. Minber çok çok sade şekilde yapılmış. Bizim camilerde Peygamberimizin adıyla birlikte dört halifenin adı geçer kubbe yazılarında. Burada ise bolca Hz. Ali; İran’da görmeye alışık olduğumuzdan farklı olarak imamın namaz kıldırdığı kısım aşağıda değil burada. Yandaki bölmeye ayrı bir kapıdan giriliyor. Bölmeyle ayrılan bu kısımda tv vs… de olduğuna göre bir eğitim toplantı salonu olsa gerek. Bahçe harika. Hele de havanın sıcaklığı ve yolun yorgunluğu olunca kestirmeden edemedik. Yine burada bir Ermeni ve Fransız turistin, İslam tarihi ve ibadetlerle ilgili sorularına kısaca cevap vermek de varmış kısmette. Hoş görevli abi çok oyalanmayın diye ikaz edene kadar tabi ki.
Fransız turist hemen İstanbul, özellikle Sultanahmet’ten sonra gördüğü farkları anlattı bir süre.
Gezinmenin bir faydası da bu galiba. İnsan farkına varıyor hayatın. Caminin medrese kısmı da var ama biz kapalı olduğu için giremedik. Yine hemen yanı başında bir kütüphane ve İran kültür yayma cemiyeti gibi levhaları gördük bu avluda.
Yollarda herhangi bir sebep olmadan alakalı alakasız birçok heykel, sanat eseri görebiliyorsunuz. Şehre ayrı bir hava ve renk katıyor kesinlikle. Ben heykellerle genetik olarak sorunluyum. Ama eğer illa da olacaksa elinde silah top tüfek olan sağı solu gösterip şiddet ve nefret içeren şeyler olmamalı diye düşündüm bu gezide.
Sokaklara bayılmamak elde değil. Rengârenk taşlarla bezenmiş her yer. Bu şehir bana Petra’nın yaşayan halini hatırlatıyor bu açıdan bakınca.
Gezinirken denk geldiğimiz ilginç bir yaya yolu çıktı karşımıza. Alt geçit şeklinde yapılmış ama alabildiğine uzun. Gidip gelmemiz yarım saatten fazla zaman aldı bu geçitte. Giriş ve çıkış yine çeşitle sanat eserleri, grafitiler ile bezenmiş. Tabi ilk günün de etkisi ile tenhalıktan korkmadık değil. Bir süre sonra bazı gençler burada bisiklet yarışı yapmaya başladılar. Tünelin çıkışında bir kaplan bizi bekliyordu. “Türkler gelirse ye, hele de o sakallı şişman olanı” demişler kaplana. Garibanı biraz fazla bekletmiş olmalıyım ama. İnce detaylar bu şehirde hep şaşırttı beni.
Yollar uzadı, biz dolandık. Karşımıza bir anda kaskat (cascade) çıkıverdi. Harika bir yapı demekle başlamak zorundayım. Burayı adımlamak çok zamanımızı aldı. Anlatmak ve aktarmak uzmanlık isteyecek kadar detaylı. Her haliyle çok ciddi emek verilmiş buraya. Her katta ayrı bir kompozisyon, hatta kompozisyon içinde farklı objeler tasarlanmış. SSCB ile olan güzel ilişkilerin 50. yıl anısına en yukarıdaki kısmı da tamamlayıp bitirmişler gibi. İyi de etmişler. Her bir obje ünlü bir sanatçının elinden çıkmış. Şimdi yavaş yavaş başı biraz kapalı insanlar görmeye başlıyoruz. Erivan’a tatil nedeniyle akın eden İranlılar nedeniyle olayı yavaş yavaş kavramaya başladık yani. Zaten bir süre sonra Ermeni’den çok İranlı gördüğümüzü anlamış olacağız gün sonunda. Molla abilerin baskısından buralara gelerek biraz nefes almaya çalışıyorlar kendilerince. Hatta kendilerini Babil’in asma bahçelerinde gibi hissettiklerini açıkça görüyorsunuz. Her kat ayrı bir güzel, ismi kaskat ne de olsa. Meydanın sağı solu kafelerle dolu. Genellikle turistler ve maddi imkânı çok iyi olan kesimlerin mekanları yani.
Burada bir halk pazarını adımlamak nasip olmadı ama bir sonraya artık diyerek not ettim bir tarafa. İkindi ışığında, gün batımına yakın ışık ayrı bir harika. Ağrı dağı, nam-ı diğer Ararat tam karşımızda, 60 km mesafede. Aklıma memleketim geldi. Şimdi bizim orada bu havuzlar olacak da çocuklar beyaz donlarıyla yüzmeyecekler, hiç mümkün mü? Ararat’ı gördüğümde önceden hazırladığım şu müziği arşivimden bulup dinledim. Bu da kötü huyum. http://youtube/0WaNVxsL6s0
Zirvede biraz soluklandım. Birkaç fotoğrafımı çekmek isteyen oldu. “Hay hay” dedim. İranlı abi ve ablalar kadraja devam ediyorlardı biz yolumuza devam ederken.
Kaskattan hemen sonra opera binası denk geldi. Bulunduğumuz günlerde maalesef güzel bir etkinlik yoktu. Binanın hemen önünde iki meşhur sanatçısının heykeli ile meydanı süslemişler. Bu arada havanın yavaş yavaş kararması ile gençler yolları doldurmaya başlıyor. Genetik kodlarımızın yakınlığına bir örnek daha görüyoruz. Bu güzelim Opera binasının üzerini hemen mobil istasyonlarla kaplayıvermişler. Opera binasının diğer tarafı ise daha gerçekçi bir şekilde “Khachaturian” konser salonu olarak düzenlenmiş. Bildiğimiz davullu zurnalı konserler veriliyor burada.
Özgürlük meydanından geçince Swan gölü parkı karşımıza çıkıyor. Evet, burada biraz soluklanıp vakit geçirmek lazım dedirtecek cinsten. Gölet’in çevresinde envaı çeşit kafe ve restoran var. Biz de bir akşamımızı burada geçirdik. Hatta kafenin ismi de Cezve idi, ortak noktalarımız azımsanmayacak kadar fazla. Hemen arkada yine kafeler ve sinema var. Ayrıca özellikle İran’dan gelen turistlerin bolca doldurduğu kasinolar görülüyor. Caddelerde lüks mağazalar olsa da, çok sınırlı bir kesime hitap ettiği açık. Gürcistan’dan gelirken Erivan’a varana dek yol boyu evler ve yaşamı da gözlemiş olduk. Görüntü hiç iç açıcı değildi. Açıkçası insanlar perişan halde demek yanlış olmaz.
Trenle mi dönsek diye düşünürken bir de tren istasyonunu görelim şehri gezelim dedik. Bir bizim şehrin otobüs terminaline, hava alanına bakarım bir de buraya. Sonra gel de mırıldanma! “Abi tren buradan kalkıyor” diye gösteren abimiz meğer Sasonların oğlu David imiş.
Bina Moskova üniversitesi gibi meşhur binalardan esinlenerek yapılmış. Tabi David isimli kahramanlarına ithaf edilmiş. Heykeli de hemen kocaman bahçesinde arzı endam ediyor. Biz her ne kadar bilet bulamasak da buradan kalkan tren Batum’a kadar gidiyor.
Her gezide taksi konusunda biraz geriliriz. Bu defa dostum ben ayarlayacağım dedi. Hatta ben uzaklaştım ki rahat çalışsın. Sonunda yolda bırakın kalmayı patlamasından korkacağımız bir araba ile anlaşmış olarak beni buldu. Ama şoförümüzün kalbi dişi kadar altından idi. Yolda Ararat votkalarının tarihini dinleyerek geldik Cenosayt (ismi ofsayt olunca ben de adını cenosayt koydum) müzesine. Aslında müze ve anıt şeklinde büyük bir kompleks burası. İlk önce anıt tarafına geçtik. Eğilen taşların ortasında ateş sürekli olarak yanıyor. Ziyaretçiler çiçeklerini bırakıyorlar. Açıkçası, kıllanmış vaziyette, “Buras Mecusi adetlerine ne kadar yakın” derken bir abi şapkasını çıkarttı çiçeğini kenara koydu. Akabinde çevresinde saygı içerisinde bolca tur yaptı ve hitamında secde etti ateşe doğru. Durun siz siz Hristiyansınız diyecektim ki….
Dostum sigara molası istedi. Şakası bir yana bu bölgede Pers / Mecusi kültürünün izleri bir şekilde hala yaşıyor. Anıttan çıkarken liberal kanım kaynadı ve bırakılmış bir çiçeği sahiplenerek birkaç poz çekiverdim. Uzun bir yolda adımlamaya başladık. Kenarındaki duvarda açıkçası ne yazdığını bilmiyorum ama tasarım ve atmosfer müthiş etkileyici. Gaza gelip yol arkadaşımı Türk diye kovalayacaktım neredeyse. Tabi ciddi bir ses sistemi ile her yerden gayet net ve etkili bir şekilde duyulan hatta hissedilen bir müzik kaplıyor sizi. Müzeye vardığımızda açıkçası tedirgindim. Görevli ablalar müzenin bakımda olduğu ancak küçük bir odada bazı kaynakların sergilendiğini söyledi. Neredensiniz filan derken 30 – 40 kişinin idam edilmeden önce çekildiği bir fotoğrafı göstererek, “Bu fotoğrafın çekildiği yerden yarım saatlik mesafede” oturuyorum dedim. Şok olduğunu belli etmemeye çalışsa da benim gözüm kapıda idi. Bir güvenlik görevlisi her an gelebilir şeklinde. Müze genel anlamda ciddi delillerden uzak geldi bana. Benim beklentim daha ciddi belgeler ve kitaplardan oluştuğu yönünde idi. Bu vakti zamanında hataların yapılmadığı anlamında değil tabiki, ama yalan dolan girince işin ciddiyet kaçıyor.
Bir de siyasi tutum çok dikkat çekiyor. Osmanlı, Almanya tarafında iken içerden bir etnik grup ciddi anlamda Rusçu oluyor. Şimdiki gibi, terör örgütü mensubu muamelesi görmüşler o zamanki insanlar. Konuyu tarihçilere bırakarak “Savaşmayın, çay için kardeşlerim” deyip müzeden ayrılıyoruz. Bizi bekleyen altın dişli şoförümüzün kaçmış olabileceğini düşünürken bir hayrat çeşmesinin başında serinlerken buluyoruz kendisini. Muhtemelen “Filan filanca hayrına yapılmıştır” yazıyordu çeşmede. Dönüş yine Ararat konyakları, fabrikası, özelleşmesi, Fransızlara peşkeş çekilmesi… Anlaşılan son zamanların en civcivli gerilim konusu bu özelleştirme olmuş. Ekonominin bozulması diasporaya da yarıyor göründüğü kadarıyla. Bir de rakibi varmış bu firmanın. Altın dişli taksiciyi bulursanız anlatacaktır uzun uzun.Hoş buralarda üzüm bağları çok meşhur. Haliyle üzümden envaı çeşit güzel şeyler de elde ediliyor.
Bu arada üç beş caddeyi öğrenince şehir kolaylıkla çözülüyor. Örneğin Tumanyan, Tigren, Sarian, Moskovyan ve Mashtot caddesi gibi.
Kitap müzesi. İsmi de çok çekici, Matenadaran. Bu müzeden çok etkilendiğimi açıkça itiraf etmeliyim. Giriş sağdan abiler ablalar diyen ciddi abilerin heykelleri ile süslenmiş. Açıkçası haritada arayarak ve bilerek gelmesem buranın bir kitap müzesi olduğuna inanma ihtimalim yoktu. Hele de saray muhabbetlerinden sonra. Evet, ekonomi berbat durumda görünüyor. Demek ki bir de bol bütçeleri olsa. Binada yirmi bine yakın el yazması kitap, yüzbinlerce belge, vesika mevcut. Dünyanın en büyük el yazma koleksiyonlarından birisi. Tabi önemli olan bunlara sahip çıkıp, sunmak aynı zamanda. Kâğıt fabrikalarına hurda olarak satmak değil. Ekranlarda kitaplardan ve belgelerden örnekler sunuluyor. Ayrıca nükleer saldırıya bile hazırlıklı şekilde dizayn edilmiş burası. Açıkça ve özetle söylemek gerekirse burası Ermenistan’ın beyni ve gözbebeği gibi değer görüyor. Suriye’de bir kişi ile karşılaşmıştım. Yollarda karakalemle insanları ve önemli gördüğü yerleri çiziyordu. (https://www.facebook.com/georgebutlerillustration) Şimdilerde ünü arttı George’un.
Burada da yine zamanla daha da tanınacak biriyle karşılaştık. Müzeye ve onlara veda ettik ki karşımızda bir ip gibi uzanan Mashtots Caddesi. Galiba buranın belediyesi bizi çok şaşırtacak. Kilometreler sonrasını görebilecek düzlük ve genişlikte bir cadde demek ki yapılabiliyormuş.
Yol boyu adımlarken bazı Türk markaları gözümüze çarpıyor. Demek ki bir şekilde ticaret yapılıyor buralar ile. Ayrıca 4G altyapısı da dikkatimizi çeken bir başka şey oldu sokaklarda. Tigaryan binaları caddesi çok civcivli ve dikkat çekici. Yol boyunca lüks arabaları görmek mümkün. Tabi bunlar yurtdışında yaşayan zengin diasporanın yaptıkları binalarmış. Halkın uzaktan yakında pek alakası olmadığı belli oluyor. Zaten göründüğü kadarıyla bu gerginlikte asıl gazı veren de onlar. Unutmadan, son zamanlardaki ekonomik krizler bu caddedeki inşaatların hızını da kesmiş. Yollarda harika taş ve ahşap işçiliği eserleri görmek mümkün. Bazı eserleri de görünce şehir açık hava müzesi gibi geliyor insana.
İlk gün Mavi Caminin yakınındaki taş taverna lokantasından sonra bu kez bizim oraların esintisi hissedeceğimiz bir lokantada kendimiz bulduk. Dükkân sahibi geldi. “Nasıl buldunuz?” diye sordu. Suriye’ye benzer ama Lübnan stili dedim. 🙂 Güldü “Lübnanlıyım ben” dedi. Biraz muhabbet ettik. Kısa zamanda ne kadar birbirimize yakın olduğumuzu bir kez daha hissettik, anladık. Ama baklava kocaman ceviz parçaları ile yapılmıştı. Bu konuda ayrıldık işte.
Diğer gün sabah kahvaltısı için ne yapsak diye birbirimize bakarak uyandık. Zira sabah kahvaltısında bir defa menemen bir defa da çörek yemek âdetimiz genel olarak oturdu. Tarhana zaten olmazsa olmazımız. Bulduğumuz bir kafede, dostum “Menemen için şansımızı bir deneyelim” dedi ve garsona tarif etmeye başladı. “Domatesi doğra.. Biraz pişir.. Sonra üstüne yumurta kır..” Ben arada “Menemensiz geçmiyor bu yollar” gibi bir laf ettim ki, adam bir anda “Siz menemen istiyorsunuz taman!” deyiverdi. Türkçe konuşan olması bir tarafa, uzun zamandır “taman” (Maraş bölgesinde “Yahu” anlamında kullanılır) kelimesini de duymamıştım. Yani yollarda o kadar çok bizden, birbirimizden şey vardı ki. Siyasetin ve dünyanın kötü gölgelerinin bizleri neden ayrı uçlara attığına yol boyunca saydırdım. Olanlardan kimse memnun ve mutlu değil. Ararat deyince gözleri buğulanan insanlara 60 km den seyrettirmek bu dünyanın zalim düzeni bana göre…
Yollarda birçok Suriye plakalı araba gördük. Binlerce Ermeni gelmiş oralardan. Hele kaskat bahçesindeki kafelerin birinde 13 – 14 yaşlarındaki Halep’li İbrahim. Hala gözlerimiz buğulanır o çocuk aklımıza geldiğinde. Türkçe konuştuğumuzu görünce yanımıza geldi. Diğer müşterileri aksatmak pahasına ayrılmadı bir türlü. “Size yakın bir şehirden geldim” deyince, “Abi ben çok özledim evimizi ne zaman döneriz acaba?” diye soruşu, Halep’in sokaklarını, evlerini anlatışı… Ermenistan için durumlar zaten zor. Üstüne de misafirler gelince sıkıntı daha da artmış. Ne okul, ne sağlık, ne barınacak yer… Parası olan yaşayabiliyor anladığım kadarıyla. Ama gerisi ciddi sıkıntı içerisinde. Gece dumanlanırken telefonumdan aslen Maraş’lı bir Ermeni ablamızın, Lena Chamamyan şarkısını buluveriyorum. İbrahim’e dinletmeye korkuyorum. Zira hangi şarkısını dinleseniz Şam’ın sokaklarında bulursunuz kendinizi.
ERMENİSTAN – Bu yazı 2015 yılının Mayıs ayında yayınlanan Gezgin dergisinin 99. sayısından alınmıştır.