Cuma , 22 Kasım 2024

Fotoğraf Üzerine Düşünceler 4

Fotoğraf, Kimlik, Aidiyet

Fotoğraf bir aidiyet ve kimlikle ilgilidir. Çünkü bir kültür ve sanat eseri kimlik ve aidiyet boyutu olmadan bir anlam ifade etmez. Evrenselcilik ve objektifçilik sadece bir kandırmacadır.

Yazı ve fotoğraflar: Hayrettin Oğuz

Bir sanat eserinin beynelmilel anlamda bir değer kazanması ve kabul görmesi başka bir şeydir, bir sanat eserinin evrensel olması başka bir şeydir.

Çünkü bugün evrenselcilik veya objektifl ik dendiğinde, batı değer yargıları, batının sanat ve kültür anlayışı, modernitenin temel ilkeleri kastedilmekte veya anlaşılmaktadır. Modernite tüm kimlikleri parçalamış, postmodernite ise dağıtmış hatta savurmuştur. Dolayısıyla modernite- postmodernite ikileminde bir evrenselcilikten veya objektifl ikten söz etmek kendini kandırmaktır, safdilliktir.

Bugün fotoğrafın aidiyetini yitirdiği ve kimliksizleştiği bir süreci yaşıyoruz.

Oysa fotoğraf ancak bir kimlikle ve aidiyetle anlam kazanır. Nitekim bugün bir kimliğin fotoğrafından değil, olsa olsa bir “yükselen değerlerin” fotoğrafından söz edilebilir. Bu da içinde bulunduğumuz kimliksizliği daha da pekiştiren bir kısırdöngüdür. Yükselen değerlere mensup olmak ya da tüketim toplumunun değerleriyle bakmak bir kimlik durumu değil kimliksizliktir… Bakış açıların tüketilmesi, kadrajların tüketilmesi, eşya ve hadiselere aynı biçimde bakma tabiatı tekdüzeleştiren bir meta haline indirgemiştir. Bugün artık kimliği olan bir fotoğraftan değil, bir görüntüden söz edebiliriz.

Hâlbuki fotoğraf yalnızca fotoğraftan ve görüntüden ibaret değildir…

Fotoğrafın oluşmasında belki de en az katkı, görüntüyü dondurmak için kullandığımız makinenindir. (Özellikle son zamanlarda fotoğrafı makinenin çektiği düşüncesi ile tüketim kültürü ile de paralel olarak kısır fotoğraf makinesi tartışmaları ve tüketimi ayrı bir tartışma konusudur.) Fotoğraf makinesi, fotoğrafın teknik anlamda kaliteli olması ile ilgilidir. Hiçbir fotoğraf makinesi kompozisyonu oluşturmaz, sizin neyi nasıl gördüğünüzü belirlemez ve hatta anlamaz. Daha önce de belirttiğimiz gibi fotoğraf, fotoğrafçı tarafından henüz makinenin deklanşörüne basılmadan, insanın içinde, gönlünde, muhayyilesinde çekilendir.

Fotoğrafı birinci derecede belirleyen unsurlar:

-Fotoğrafı çeken -Fotoğrafı çekilen -Fotoğrafı çekenin kültürel birikimi, tarih ve medeniyet tasavvuru, gelecek tasavvuru ve dünya görüşü -Fotoğrafı çekilenin içinde bulunduğu durum ve haldir…

Görenin niçin ve nasıl gördüğü ve bize gösterdiklerinin yanında, göstermediklerini de niçin göstermediği önemlidir.

Dolayısıyla bir fotoğrafın ortaya çıkışında birinci derecede belirleyici olan fotoğrafı çekendir. Çünkü biz onun bakış açısını, onun vermek istediği mesajı, onun dünya görüşünü, eşya ve hadiselerle ilgili tasavvurunu, geçmiş ve gelecekle ilgili düşüncelerini çektiği fotoğraftan anlar ve okumaya çalışırız. Zaten bu bağlamda fotoğrafı çekilen edilgendir ve kendisinin fotoğrafını çekenin niçin ve hangi amaçla çektiğini, kendisinde ne gördüğünü ve kendi fotoğrafını hangi amaçla kullanacağını kesinlikle bilemez… Fotoğrafı çekilen bir başka deyişle, tanımlanan, belirlenen, indirgenen, bir kadraja ve çerçeveye sığdırılandır…

Öyleyse fotoğrafı çekenin bakma biçimi, amacı, kültürel arka planı, ideolojik yanı, gelecek tasavvuru, tutkuları, duyguları çektiği fotoğrafa yansır. Kimi inandığını arar, kimi savunduğunu…

Kimi bir duygusunu billurlaştırmaya çalışır, kimi de tutkusunu… Dolayısıyla deklanşöre bastıran saik birinci derecede fotoğrafı çeken ile ilgilidir. Çünkü bakış açısı (nazar), bizi doğrudan değil, onunla (fotoğrafını çektiğimiz unsur ile) aramıza giren kültürel temsiller vasıtasıyla fotoğrafl ar…

Bu bir yere kadar tabii ve zorunludur da..

Ancak fotoğrafçı, kendi yaptığını idealleştirdikçe, araçsallığını göz ardı ettikçe, üçüncü bölümde belirttiğimiz sıkıntılar ortaya çıkar. Çünkü hiçbir bakış, kendi egosunun, benliğinin tuzaklarından kurtulamaz. Fotoğrafın zapt edici niteliğinden dolayı, fotoğrafçı, avcı, sömürgeci ve misyoner boyutuna girebilir.

Fotoğraf üzerinden fotoğrafçının eşya ve hadiselere tek boyuttan bakma riski vardır. Daha açıkçası, bazen fotoğraf kişinin fanatizmini, tek boyutlu bakış açısını pekiştirir. Başka bakış açılarının üstünü örter. Sebepleri tek bir mecraya indirgeterek o fotoğraf vasıtasıyla bakanları, izleyenleri yanıltır..

1 ve 2 numaralı fotoğraflardan hareket edersek meramımızı daha iyi anlatabiliriz diye düşünüyorum.

Bu fotoğraflar paradoksal bir durumu yansıtması bakımından çeken için müthiş bir haber aracı olarak kabul edilebilir ve fotoğraf çeken buradan hareketle Türkiye’deki gelir dağılımının ne kadar adaletsiz olduğunu, ne kadar büyük çelişkiler bulunduğunu ve dolayısıyla kapitalizmin ve sömürünün alabildiğine yaygınlaştığını, çözümün de devrim, sosyalizm vb. ideolojiler olduğunu belirtir ve iddia edebilir. Bu fotoğrafı dini değerlerin kendini belirlediği bir fotoğrafçı çektiğinde ise bu kez fotoğraf, yine eşitsizlik, adaletsizlik, kimsesizlik, garibanlık, sömürü kavramları ile izah edilecek muhtemelen bu kez dini bir mesaj ve çözüm önerisi sunulacaktır. Bu fotoğrafın olmasının nedeni olarak dinin zaman ve mekâna egemen olmaması vurgulanacak din toplumu ve düzeninde böyle bir şeyin olamayacağı belirtilecektir. Evrimci tarih anlayışını kabul eden, liberalizm ve kapitalizm değerleri bağlamında bir nazarı olan insan için ise, gelişmişliğe ayak uyduramayan bir insan (çapulcu) görüntüsüdür bu görüntü. Dolayısıyla bu fotoğrafl ar evrime siyasi, iktisadi, dini vs. hususlarda ayak uyduramayanların temizlenmesi gerektiği çerçevesinde bir yoruma sebep olacaktır. İkinci fotoğraf üzerinden hareket edersek, ön plandaki hayvan ile bank üzerinde yatan insan arasında nitelik ve nicelik bakımından bir ayrım yapılmayacak ve onların moderniteyi engelleyen, modern olamamış, zamana ve mekâna ayak uyduramayan, yok olmaya mahkûm varlıklar, atıklar olduğu vurgulanacaktır.

Oysaki her üç bakış açısı ekseninde düşünecek olursak, her üçü de indirgemeci bir yaklaşımla olayın sadece bir boyutu görerek fotoğrafı kendileri belirlemekte ve fotoğrafı kendileri için araçsallaştırmaktadırlar.

Fotoğrafa kendi dünya görüşlerini, ideolojilerini yansıtmakta, fotoğrafı tanımlamaktadırlar. Fotoğrafa bir görüş giydirmektedirler… Bir başka deyişle fotoğraf teknik anlamda rötuşlamanın ötesinde, içerik anlamında da rötuşlanarak göründüğünden başka bir fotoğraf ortaya çıkarılmaktadır.

İşte bugün fotoğrafçının çözemediği açmaz ve paradoks buradadır.

Fotoğrafçı objektif olup olmama sıkıntısını yaşamaktadır. O zaman şöyle bir soru soralım!.. Bir insan (bilim adamı, siyasetçi, şair, sufi, sanatçı, fotoğrafçı, vs.) objektif olabilir mi? Bize göre bu mümkün değildir ve böyle bir soru tarihsel anlamda da saçma bir sorudur? Çünkü insan değer yargıları ile kültür ve din ile gelenek ve mitoloji ile etnik kökeni ve inanma biçimi ile belirlenen, tanımlanan, oluşturulan bir varlıktır. İnsanlık tarihinde Peygamberler, veliler, bilgeler, ermişler, bilim adamları, sanatkârlar da dâhil olmak üzere, herkes bir taraftır ve kendini bir takım değer yargıları ile tanımlar. Öyleyse, tarihte, ideolojide, sanatta, fikirde objektifl ik iddiası içi boş kuru bir iddiadır ve anlamsızdır.

O zaman bir objektifl ik söz konusu değilse en başta sanat olmak üzere değerlendirmede ve eşya ve hadiseleri okumada temel kriterimiz ne olacaktır?

İddia boyutunda olan, fikir boyutunda olan, yorum yapan, inanan, fikir üreten, fotoğraf çeken, beste yapan v.b. insanların aidiyet duyguları ekseninde, inandığına inanan inanmadığına inanmayan insanlar olup olmadığına bakmaktan başka imkânımız yoktur. Yani kişiyi kendi inandığı değerler ekseninde bir ölçüye kıstasa tabi tutabiliriz. Fikir ahlakı bakımından bir tutarlılık arayabiliriz. Kendi aidiyet duygusu ekseninde ne ve nerede olduğu ile ilgili bir değerlendirmede bulunabiliriz.

Nitekim içinde yaşadığımız postmodern dönemlerde asıl bu sıkıntıyı yaşıyoruz.

Bırakınız objektif bir insan bulmayı, neye inandığını, neyi savunduğunu, ne olduğunu bilemediğimiz (sanatkâr, bilim adamı, siyasetçi v.b) bir topluluk ve bir yapı ile karşı karşıyayız. Mesele bir aidiyet ve kimlik meselesi.. İnsanların ne olduğu konjonktür belirliyor.

Biraz daha somutlaştırırsak, anti-kapitalist İslamcı bir tarafta, kapitalist İslamcı öbür tarafta, ya da Amerikancı devrimci bir tarafta, Rusyacı-Çinci devrimci öbür tarafta..

Mercedes’e binen İslamcı ile BMW’ye binen devrimci kimi zaman birbirinin kolunda kimi zaman birbirinin karşısında… Dolayısıyla böyle bir tüketim toplumunda kimin ne olduğu, kimin neye inandığı, kimin zihnini, inancını, değer yargılarını kimlerin ve nelerin belirlediğini anlayamıyor ya da birbirine karıştırıyorsunuz.. İşte tam da kapitalizm, tüketim toplumu dediğimiz şey budur: İnsanların ben buyum diyerek kendilerini tanımlayamama ve aidiyetlerini belirleyememe durumu…

Öyleyse fotoğrafçının da objektifl ik hastalığından ve saçmalığından kurtulup, ne olduğu ve ne olmadığı konusunda bir duruşunun olması gerekmektedir.

Fotoğrafı okumada ve anlatmada kimliğini yansıtmasından daha doğal bir şey olamaz. Çünkü başta da söylediğimiz gibi, o içinde olanı arar, içinde olanı yansıtır.. Bu anlamda kendinin farkında olan, aidiyet ve kimlik sorunu olmayan fotoğrafçıların fotoğrafl arından bir şeyler anlayabiliriz. Daha açıkçası böylesi insanların fotoğrafl arı bize bir şeyler anlatabilir. Aksi ise sadece bir tüketim unsurudur ve manipülasyona açıktır.

Bir aidiyet duygusu olmayan, kimlik problemini halledememiş, Modern değerler ile kendi değerleri arasında sıkışıp kalmış bir insanın insana, zamana ve mekâna bakışı zorunlu olarak problemli olacaktır.

O bakış açısında bir tutarlılık da sağlayamayacaktır. Kimi zaman bir modern, kimi zaman bir gelenekçi, kimi zaman bir sosyalist, kimi zaman bir kapitalist, kimi zaman bir dindar, kimi zaman da bir ateist gibi bakacak ve görecektir. Yükselen değer neyse, fotoğrafçının bakış açısı da o olacaktır.. (bkz: 3 ve 4 numaralı fotoğrafl ar.) İslam ile sosyalizmi veya kapitalizmi, Marksizm ile Kemalizmi, tasavvuf ile mistisizmi, Hristiyanlık ile liberalizmi (veya bu birleştirme buradaki her kavramın bir başkasıyla birleşimi de olabilir) kendisince birleştiren bir zihniyetin ne olduğu belli değildir. Ortada bir kimliksizlik söz konusudur. Kimliği olmayan da sadece yükselen değerler tarafından istismar edilir, kullanılır, tüketilir ve bitirilir.

Nitekim bugün en büyük problemimiz budur.

Kimlik ve aidiyet problemi.. Kültür, sanat ve medeniyet üretememek (teknolojiyi kastetmiyorum) 150 yıldır tüm dünyanın sorunu.. Çünkü bizatihi dünyada yaşadığımız bir problemdir bu.. Tüketim toplumu ve kültürü gücünü ve muhalefetini de kendi belirlemekte, kendi oluşturmaktadır. Dolayısıyla öyle bir kısırdöngü içindeyiz ki, muhalefet ederken bile tüketim kültürünün bir parçası olarak tüketim toplumuna katkıda bulunuyoruz. Küresel sermaye sadece devletlerin siyasi yönetimini değil, insanını, kültürünü, sanatını, değer yargılarını, muhalefet etme biçimini, hatta dinini dahi belirliyor.

Biz olayın fotoğrafla ilgili boyutuna gelirsek; yükselen değerlere göre sürekli değişen ve savrulan bir fotoğraf dünyamız ve bir sürü fotoğrafçımız var.

Tabiatı ruhundan soyutlayarak, bizatihi tabiatın kendisini fotoğraf olarak gören bir fotoğrafçı topluluğuna sahibiz. Kimliği ve aidiyet duygusu olmayan, fotoğraf vasıtasıyla, insanı ve tabiatı, zamanı ve mekanı tüketen, tahrip eden bir fotoğrafçılar topluluğumuz söz konusu..

Fotoğrafı çekenin bir aidiyet duygusu veya kimlik sorunu problemi varsa doğal olarak onun için her şey bir kültür sanat ve medeniyet meselesi değil bir tatmin ve haz vasıtasıdır.

Para, makam, şöhret belirleyici unsurlardır. Çünkü bakmak onun için artık bir görmenin ötesinde bir tüketmektir. O artık bakmadan nefes alamaz ve yaşayamaz. Hatta bu süreç öyle boyutlara gelir ki, fotoğrafçı kendini bir ruh veren, ruh üfl eyen, can veren, yaratan, yapan, oluşturan konumunda görür. Dolayısıyla bu boyut artık tabiatı ruhsuz olarak görme boyutudur. Diğer deyişle bu, tabiatın, fotoğrafı çekilenin ruhsuz olduğu ilkesini içinde barındırır.

Fotoğrafı çeken tüketimin başat unsuru ise ve fotoğrafı bir araç ve tutku boyutunu getirmişse fotoğraf artık psikolojik bir boyutta demektir.

Fotoğrafçının kimliksizliği ve aidiyetsizliği fotoğrafa da zorunlu olarak yansıyacaktır. Çünkü arzunun sınırsızlığı bir süre sonra sizi avcı haline getirir ve bir fotoğrafçı değil sürekli av bekleyen biri haline gelirsiniz. Bundan sonra artık tabiattaki herhangi bir görüntü sizin için av malzemesidir.

Temel soru şudur: Fotoğraf gerçekliği yaratma arzusunda mıdır?

Yoksa gerçekliği anlama arzusunda mı? Bugün artık biliyoruz ki modern fotoğraf gerçekliği yıkmaktadır ve kendi göreli gerçekliğini inşa etmektedir. Bu da kendine, topluma, zaman ve mekâna yabancılaşma, kendini, toplumu, zaman ve mekânı yabancılaştırmadır. Kimliksizlik budur.

Bir fotoğrafı çekerken kimliğiniz varsa inşa etmez, aksine üretirsiniz.

Ama bir kimlik ve aidiyet probleminiz varsa inşa eder ve tüketirsiniz. (Bkz: 5 ve 6 numaralı fotoğrafl ar) Bir fotoğrafa kimliksiz ve aidiyetsiz bakmak sizin o mekânı yanlış anlamanıza ve dolayısıyla yok etmenize sebep olur. Çektiğiniz fotoğrafta evin kerpiç olmasına bakarak, kapısına, penceresine, önüne bakarak, fotoğraftaki insan unsuruna bakarak bir “ilkellik” çıkarımı yaptığınızda yükselen değerlere göre, insanı, zamanı ve mekânı yok ettiniz demektir. Ama oradaki insan unsurundan yola çıkarak, söz konusu “ilkellik” içindeki kadının misafirlerine ayran ikram ettiğini, bunun onun yüzüne yansıttığı mutluluğu, bahçede insanla birlikte yaşayan hayvan unsurunun insanla birlikteliğini gördüğünüzde ise fotoğraf size bir başka şeyi, bir kimliği ve aidiyeti hatırlatır. Bir “ilkelliği”, yoksulluğu ve yoksuzluğu değil, bir zenginliği çağrıştırır. Bir bunalımı ve huzursuzluğu, sıkıntıyı veya stresi değil, bir huzuru ve mutluluğu hatırlatır. Bireyi, bencilliği, ben-merkezciliği değil, insanı, paylaşmayı ve vermeyi öne çıkarır.

5 ve 6 numaralı bir fotoğraftan, felsefi anlamda Marksist olan bir sanatkârın (oportünistleri, kendilerini tanımlarken Marksizmi bir başka izmle eklemleyenleri kastetmiyorum) sömürü, eşitsizlik, adaletsizlik v.b. kavramları çıkarması ve buradan bir kapitalizm ve modernite eleştirisine gitmesi bir kimlikle ilgilidir.

Bir duruştur, bir bakış açısıdır. Katılsak da katılmasak da bir aidiyet söz konusudur. Buradaki mesele modernitenin ve postmodernitenin tüm meta-anlatıları parçalaması, dağıtması, savurması, içini boşaltması, yok etmesi ve sanallaştırmasıdır. Kendini Marksist zannedenle Marksistin, kendini İslamcı zannedenle İslamcının, kendini bir kimlik zannedenle bir kimliğin ayrım noktasıdır bu.. Olan ideoloji ile oldurulan ideoloji, olan din ile oldurulan din, olan kimlik ile oldurulan kimlik arasındaki fark…

Kimliği olan bir insanın çektiği fotoğraf bize ters anlamlar içerse de kendi içinde bir anlama sahiptir ve kıymetlidir.

Çünkü en azından onu reddedebilme hakkına sahipsiniz. Veya en azından ona gösterdiğiniz karşıtlık bir şey doğurabilir. Ama kimliksizlerin ve aidiyetsizlerin ortaya koyduklarında sınır yoktur, çizgi yoktur. Reaksiyon gösteremezsiniz. Çünkü çekilen fotoğrafın kime ait olduğunu fotoğraftan çıkarabilmeniz mümkün değildir.

Bugün yükselen değerlerin tek kimlik olduğu postmodern süreçte fotoğraf da olan değil oldurulandır.

İnşa edilen insan fotoğraf inşa ediyor.. Nitekim bizler, kimliksiz bir fotoğraf makinesi bize çevrildiğinde (buradaki biz kimlik ve aidiyetle ilgili sorunu olmayan) belirlendiğimiz hissini, bize bir şey yapıldığını, bizden bir şey alındığını ve eksildiğimizi hissederiz. Hatta egemen değerlerin oluşturduğu toplumsal nazarın bize odaklandığını hissettiğimizde fotoğrafik anlamda kendimizi “kadrajlanmış”, çerçevelenmiş hissederiz. Burada kadraj aynı zamanda bizi kuşatma, bizi kısıtlama, bizi sınırlamadır. Yine kimliğinden emin olamadığımız bir fotoğraf makinesi bize çevrildiğinde kendimizi “oluşturulan” biri gibi düşünür, hemen nasıl oluştuğumuzu görmek ve bilmek isteriz. Hâsılı sanki fotoğraf “kim” olduğumuzu bilir, anlar ve belirleyebilirmiş gibi…

Bugün fotoğrafı çekilirken kaygı duyan insanla, fotoğraf çekilmek için can atan insan arasındaki farkı çok iyi düşünmemiz ve anlamamız gerekiyor.

Fotoğrafın kendi kimliğini bertaraf etme tehlikesini bilen bir insanın tavrı ile fotoğrafın kendisine yeni bir imaj “yarattığı” insan arasındaki temel farktır bu… Bugün ikincilerin egemenliğini ve belirleyiciliğini yaşıyoruz. Çünkü fotoğrafı çeken de, fotoğrafı çekilen de bir kimliksizlik ve aidiyetsizlik problemi yaşıyor. Bunun için de aidiyeti o anlık yaşama biçimlerinde arıyor. Birisi bir imaj yaratarak, diğeri ise bir imaj oluşturarak- üreterek ayakta kalmaya çabalıyor. Dolayısıyla hakikatte her ikisinin de gerçekliği söz konusu değildir. Çünkü her ikisi de kurgusaldır. Hatta bir adım daha ileri gidersek, makinenin objektifi insanın gözünün de belirleyicisi olmuştur. Dolayısıyla fotoğraf gözün aynı zamanda hem zaferi hem mezarıdır…

Fotoğraf Üzerine Düşünceler 4 – Bu yazı 2013 yılının Temmuz ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 77. sayısından alınmıştır.

Yazar : HALİT ÖMER CAMCI

Gezgin, ışık avcısı, oğlunun babası...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir