Pazartesi , 7 Ekim 2024

Güzel Dost Kazanma Atölyesi

Yazı: Sema Çetinel

Sabahın 5’inde, henüz gün ağarmamış, kuşlar henüz ötmeye başlamışken uyanmak pek benim harcım değildir. Uyanmışsam bile ya geri uyumaya dair olan büyük inancım beni ayakta tutar, ya da güzel bir yolculuğa çıkma heyecanı. Bu sefer ikincisiydi efendim. Saat 5:15’te çalan “Uyan” telefonu beni ayağa fırlattı, nasıl giyindim, nasıl çıktım ben de bilmiyorum. Yola çıkıyoruz, yağmur yağacak mı yağmayacak mı korkusuyla hesaplar yapıyoruz, meteorolojiye dualarımızla karşılık vererek, yağmayacak deyip gönlümüzü rahatlatıyoruz. (yağıyor ) gezginatolye002

Ankara-İstanbul karayolunu mekik haline getirmiş biri olarak, “bıkkınlık” haline gelen uçsuz bucaksız,gri ve kasvetli otoyoldan bu sefer güzel dostlarla farklı heyecanlarla geçiyorum. İlk olarak, sivil mimari açısından oldukça zengin ve şirin bir beldesindeyiz: Taraklı’da.. Beldenin dokusu neredeyse hiç bozulmamış, gözü yorabilecek ne bir ayrıntısı, ne kirliliği, ne de düzensizliği var. Tepeye doğru çıkıyorum, iki katlı, ahşap cumbalı evleri, sokak aralarında küçük camileri, uzanan patika yolları seyrediyorum. Büyükşehirlerin kasvetinden ve curcunasından bunalmış biri olarak, bazen fotoğrafı unutarak bu güzel beldeyi seyre dalıyorum. Aklıma beni rahatsız edebilecek hiç bir şey düşmüyor. 15 dakika sonra kahvaltıdayız. 20 kişi uzunca bir masada kahvaltı yapıyoruz. Geniş bir ailenin akraba toplantısında gibiyiz, soframız müthiş, temiz hava, çay, muhabbet…

Vakit ilerledikçe insanlar da yavaş yavaş sokağa dökülmeye başlıyor, sıcak kanlı, fotoğraf vermeyi seven insanlarla karşılaşıyor bol bol fotoğraf çekiyoruz. Bense geç kalmayı göze alarak ara sokaklara dalıyor ve kafilenin arkasında kalma korkusuyla tabir-i caizse koşarak fotoğraf çekiyorum.

Toplanıyoruz, rotamız Göynük, nam-ı diğer Diyar-ı Akşemsettin. Büyükşehirlerde doğup-büyümüş, insanoğlunun tahribat yeteneğine defalarca şahit olmuş ve belki de alışmış biri olarak bir yerin nasıl da yıllarca doğasını, atmosferini, mimarisini kaybetmediğine bu yerde şahit oluyorum. Anadolu’da gezdiğim bir çok yer çok güzel olsa da bir şekilde araya karışan, ayrık otları gibi, eğri-büğrü yapılar görülüyordu, ama işte Göynük oradaydı ve yıllara meydan okurcasına Akşemsettin’in diyarı olduğunu haykırıyordu.

Göynük’te gruptan ayrılıyor ve fotoğraf arıyorum. Bir ara kayıp mı oldum acaba diye düşünürken bir başka gezginle karşılaşıyorum yolda, madem gruptan ayrıyız, beraber kaybolalım diyoruz biz de, küçük çocuklar gibi koşturuyoruz sokaklarda, hiç bir mantıkî saptama yapmadan kafamıza esen sokağa girip fotoğraf çekiyoruz. Her sokak bize cömertçe fotoğraf veriyor. Hem tarihi hem de doğasıyla insanı hemencecik içine alan, en ufak bir ayrıntının bile doğal kalabildiği bu yeri çok seviyoruz.

Vakit öğleni buluyor, Göynük dört bir yandan gelen misafirleriyle iyice kalabalıklaşırken biz de yola çıkıyoruz, rotamız Çubuk Gölü. Çubuk Gölü’ne doğru giderken yolda da bir çok fotoğraf çekiyoruz camların ardından. Keyfimiz yerinde, birbirini tanıyan-tanımayan herkes muhabbeti tesis etmiş, ortak payda fotoğraf. Cam kenarında oturan arkadaşlara karşı da garip bir kıskançlık duyuyoruz o da ayrı tabi. Çubuk Gölü karşımıza çıkınca heyecanlanıyoruz birden…

Çubuk Gölü’nü diğer güzel göllerden ayıran özelliği sonradan yapılmış olsa da tepeye doğru bina edilmiş rüzgar değirmenleri.. Masal kitaplarındaki resimleri andıran bu görüntünün karşısında heyecanlanmamak elde değil. Tepelerin ardından suya yansıyan ışıklar ve yağmur. Gölün etrafına ve iskeleye doğru dağılmışız, atmosfer büyüleyici. Nisan yağmuru malumunuzdur, kısa süren, aheste aheste yağan yağmurun altında, kıyıda gölü seyrediyoruz. Yağmur yağıyor, göle vuruyor, damlalar küçük küçük halkalar oluşturuyor, yansımalar eğrilip büğrülüyor…

Fotoğrafı seviyorum diyorum içimden ve vesile olan her şeye ve herkese içimden teşekkür ediyorum. Makinemi elime aldığım günden bu hayatıma giren her renk için de şükrediyorum. Yukarı tepelere, değirmenlere doğru çıkıyoruz araçlarla, hava soğumuş hafiften, kalın pançomu yanıma alıp almama konusundaki tereddütümde, yanıma almayı tercih ettiğim için kendimi tebrik ediyor ve pançoma sarılarak Çubuk Gölü’nü gören rüzgar değirmenine giriyorum. Bir anlamda burası bizim karargahımız oluyor. Mehdi ve Erkam Hoca tecrübeli tabi hiçbir ayrıntıyı atlamamışlar sağ olsunlar. Şömineyi yakıyorlar, ortaya kilimler seriliyor, ızgara malzemeleri hazırlanıyor. Bize yapacak iş kalmıyor. Hava soğuduğundan dışarıya çıkmaya da gönlümüz pek el vermiyor, üşüyoruz yavaştan. Bakmayın bahar olduğuna bir ara titrediğimi hissettim desem yeridir.

Herkes başka bir aleme dalmış, yolda yürüyüp ortamın tadını çıkaranlar, değirmenlerin dört bir yanından fotoğraf çekmeye çalışanlar, yağmurun çamurlaştırdığı toprağa aldırmayıp dizlerini yere koyup fotoğraf çekmeye çalışanlar… Ben de daha yukarı, ormanlık tepelere doğru çıkmayı tercih ediyorum. Niye diye sormayın, zira ben de bilmiyorum, belki de arkada ne var ne yok diye merak ettiğimden yanımda telefonum yok, kaybolur muyum? “Boşversene” diyorum, altı üstü geldiğim yerden geri döneceğim. Ne kadar gittim bilmiyorum, kuş cıvıltılarını taklit etmeye çalışıp ıslık alıştırmaları yaparken pek fark etmedim ama bayağı gitmişim. Alelacele dönüyorum.

Biz yemek yerken Erkam Hoca’nın tahmin ettiği üzere güneş açıyor, seviniyoruz. Semaverden çaylarımızı içiyoruz, bendirdi, fasıldı derken muhabbet alıp yürüyor. Ne güzel insanlar tanımışım diyorum içimden. Zeynep ile adını “Güzel Dost Kazanma Atölyesi” olarak değiştirdiğimiz bu atölyenin ve bu derginin bize kazandırdığı tüm güzellikleri düşünüp, iyi ki buradayız, iyi ki birbirimiz tanımışız diyoruz.

Güzel bir gün geçirmiş, çok güzel dostlar tanımış, bambaşka tecrübelerle yepyeni şeyler öğrenmişiz. Kimi birbirine çok benzeyen, kimi benzemeyen ama başka şekilde belki de hiç karşılaşamayacak nice güzel insanla tanışmış, heybemizde muhabbet, dostluk ve güzel fotoğrafla evlerimize dönmüşüz. Fotoğraf hayatımızda bambaşka bir yere oturmuş artık ama yine de fotoğraf bahane muhabbet şahaneydi desem abartmış olmam sanırım.

Güzel Dost Kazanma Atölyesi – Bu yazı 2012 yılının Mayıs ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 63. sayısından alınmıştır.

Yazar : HALİT ÖMER CAMCI

Gezgin, ışık avcısı, oğlunun babası...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir