Cuma , 4 Ekim 2024

İspanya’nın Ruhu: Endülüs

Yazı ve Fotoğraflar: Yaşar Şadoğlu – Sami Becerikli

Endülüs’ü anlamak ve anlatmak gezmek kadar kolay değil. Çünkü gezip gördükçe  her an şaşırtıcı özellikleriyle çıkar karşınıza… Gönlünüze, sıcak esintisiyle titreşimler yaparak girer ve taht kurar. Ve Endülüs öyle bir yerdir ki, medeniyetlerin taht kurduğu, tahtlar yıktığı bir arenadır. Ve onun için anlatmak zordur. Nereden başlamalı diye şaşırır insan…

Bugünkü  Endülüs,  İspanya’nın güneyinde özerk bir bölgedir. İspanya 17 özerk bölgeye (comunidades autónomas) ve 2 özerk şehre (ciudades autónomas) ayrılmıştır. Nüfus bakımından İspanya’nın en büyük bölgesidir. Başkenti Sevilla şehridir. Burada İspanyolca’nın Endülüs lehçesi’yle konuşulur.

Endülüs ismi üzerinde farklı görüşler vardır. İber Yarımadası olarak da ifade edilen bu bölgede, müslümanların hakim olduğu bölge için kullanılan Endülüs isminin, müslümanlardan evvel bölgeye hakim olan Vandalların Vandalus isminden dönüştürülerek kullanıldığını savunan görüşler vardır. Bu görüş herhangi bir belgeye dayanmamaktadır. Kimi araştırmacılar, Endülüs adının buraya bir ordu eşliğinde ilk kez ayak basan Berberî Müslüman komutan Tarık İbn Ziyad tarafından konduğunu belirtir. Özgün olarak o buraya “batı toprağı” anlamına gelen al-Andalus (el-Endülüs) adını koymuştu. Başlangıçta İber Yarımadası’nda Müslümanların fethettikleri toprakların tümü Endelüs adıyla anıldı. Hıristiyanların 1085 yılında başlattığı Reconquista (Endülüs’ü geri alma) hareketi ile birlikte toprak kaybı hızlandıktan sonra, bu ad yalnızca İslâm egemenliğinde kalan bölgeler için kullanılır oldu.

Bugün ortada tek bir gerçek var,  Endülüs, ismini de, tarihini de, ruhunu da, 800 yıllık İslam medeniyetinden alıyor.

Müslüman Endülüs Devleti gibi, olağanüstü bir hızla yükselen, 800 yıl devam eden, medeniyetiyle olağanüstü etkiler bırakan ve olağanüstü bir düşüşle sahneden çekilen bir devletin, ikinci bir örneğini tarihte göstermek mümkün değildir sanırım.Bu Devlet, bugün İspanya olarak bildiğimiz ülkenin büyük bir bölümünü kapsıyordu.  711-1492 yılları arasında, müslümanların hakim olduğu alanlar gittikçe küçülmüştür.

BİRAZ TARİH

Şam’dan yönetilen Emevi Devleti zamanında, İslamiyet’in yayılmaya başladığı ilk yüzyılı içinde, 710 yılına kadar Kuzey Afrika’nın tamamına yakını Müslümanların eline geçmişti Emevi Devleti’nin Kuzey Afrika Valisi Musa bin Nusayr, aslen berberi olan Tarık bin Ziyad komutasında ilk önce 7000 kişilik ardından da takviye olarak 5000 kişilik bir birliği İspanya’ya gönderdi Tarık bin Ziyad Vizigot kralı Rodrigo’yu ağır bir yenilgiye uğrattı. Bu zaferin ardından İslam devletinin yayılması devam etmiş ve  kısa bir sürede Malaga, Elvira, Cordoba ve Vizigotların başşehri Toledo da müslümanların eline geçmiştir. Tarık bin Ziyad’ın ilerleyişinin  ardından Kuzey Afrika Valisi Musa bin Nusayr 18.000 kişilik bir ordu ile 712 yılında İspanya’ya intikal etti. Sevilla, Carmona, Niebla ve Merida’yı zaptettikten sonra Toledo’da Tarık bin Ziyad ile birleşti. Vizigot krallığını parçalayan müslümanlar kısa sürede bütün iber yarımadasını ele geçirdi. Tarık bin Ziyad’ın savaşta ricat olmaması için gemileri yaktırdığı ve askerlerine ya zafer ya ölüm  diyerek üstün bir dayanma ruhu aşıladığı rivayet edilmektedir. Müslümanların kısa zamanda büyük zaferler elde etmesinin sebebleri arasında, Vizigot idaresinden memnun olmayan ahaliden ve yahudilerden destek alması da  gösterilmektedir.

711 yılında başlayan bu serüven 1492 yılında acı olaylarla bitti. Ancak bu tarih dilimi içindeki bilim ve sanattaki gelişmeler hem döneminde hiristiyan batı dünyasına büyük etkilerde bulundu, hem de bugün ayakta kalan eserleriyle bütün ihtişamıyla etkilemeye devam ediyor.

ENDÜLÜS’Ü GEZMEYE BAŞLIYORUZ

İspanya bir Akdeniz ülkesi. Güney sahilleri, Türkiye’nin güney sahilleri gibi Akdeniz’e açılır.  Yazın oldukça fazla turistik bir bölgedir. Arap, Alman, uzak doğulu turistlerin ragbet ettiği  yazlık tesisler  kıyı boyunca karşınıza çıkar… Bizim hedefimizdeki ilk yer,  kıyıdan 150 km kadar içerde olan dillere destan Ronda… Endülüs’ü gezecekler için, eğer uçakla geliyorsanız, İspanya’daki en iyi başlangıç noktası Malaga havaalanı… Picasso’nun doğum yeri olan Malaga tarihi Endülüs kentlerinden biri. Ancak biz yoğun programdan dolayı bu seferlik  Malaga’nın içine girmiyorz. Kiraladığımız araçla, vakit kaybetmeden hızla güney sahil şeridinden ilerliyoruz. Bizim hedefimizdeki ilk yer,  kıyıdan 150 km kadar içerde olan dillere destan Ronda… Daha sonra  Tarifa, Gibraltar(Cebel-i Tarık), Sevilla(İşbiliyye), Almodovar del río (Al-Mudavvar) ,Cordoba(Kurtuba) ve  Granada (Gırnata)’yı gezeceğiz. Torremolinos, Benal Medana, Marbella kentlerinden geçiyoruz. Marbella’da karşımıza yeni mimari sitide bir Cami çıkıyor. Suud Kralı Abdülaziz tarafından yaptırılmış. Adi Kral Abdulaziz Camii Mimarı  bir İspanyol. Bu bölgede Faslı Tunuslu, Arap  müslüman göçmenler fazlaymış. Edindiğimiz bilgiye göre Zengi Arapların da tatil yaptığı bir bölge…

Ronda’ya gitmek için buradan, yani Marbella’dan  iç kesimlere dağlara doğru sapıyoruz. Gittikçe hava biraz sertleşiyor. Ama güneş tepemizde, berrak bir nisan günü, tertemiz havayı ciğerlerimize dolduruyoruz. Ronda’ya giderken Türiye yollarında görmediğimiz, hatta dünyanın hiçbir yerinde görmeyeceğiniz bir trafik levhası çıkıyor karşımıza; Dikkat Boğa çıkabilir. Şaka gibi ama gerçek.. Nede olsa Ronda, ilk boğa güreşlerinin yapıldığı yer.

RONDA

Ronda, İspanya’nın eski yerleşim birimlerinden. Birçok fikir ve sanat adamına ilham kaynağı olmuş Ronda. Endülüs müslümanlarının en son çekildikleri yerlerden biri. İngiliz ressam David Bomberg, Amerikalı yazar Ernst Hamingway, Amerikalı yönetmen Orson Welles  ve Alman şair Rainer Maria Rilke Ronda’ya sevdalanan ünlüler. Ernest Hemingway ve Orson Welles’in  defalarca Ronda’ya geldiği söylenmektedir. Ronda boğa güreşlerinin yapıldığı ilk kent olarak da anılmaktadır. Ronda’lı Pedro Romero, ”Ronda Tarzı”yla  ismini boğa güreşi tarihine yazdıranlardan. Ronda insanı gerçekten şaşırtıyor. Dik yamaçların üstüne kurulmuş beyaz badanalı evleriyle, meşhur yeni köprüsünden aşağıya doğru yer alan derin uçurumlu kanyonuyla nefesinizi keser. Yeni köprü (Puento Nuevo) dediğimize bakmayın, en az 200 yıllık geçmişi var ve iki kanyonu veya şehrin iki yakasını birbirine bağlar. 120 metre yüksekliğindedir. Daha aşağıda yeralan Puento Vieja-Eski Köprü ise 11. yüzyıldan kalma. Bu köprü Puento Arabe-Arap köprüsü olarak da bilinmektedir. Şehrin trafiği yeni köprüden işliyor. 19. yüzyı romantiklerine ilham veren Ronda için Rilke, ”Dünyada eşi benzeri olmayan yer” ifadelerini kullanmıştır. Ronda’nın en önemli tarihi eserlerinden olan Santa Maria La Mayor katedrali eskiden bir cami  imiş. Şehirde harabe halde 13. ve 14. yüzyıldan kalma Arap Banyoları (Baños Arabes) bulunmaktadır.

SEVİLLA

Ronda’dan Sevilla’ya giden kestirme bir yolu keşfettiğimizden sahil şeridindeki Cebel-i Tarık ve Tarifa gezimizi son güne bırakıyoruz. Ronda’da akşam olmakta Endülüs hüznü de yavaş yavaş içimize dolmaktadır. Önceden kesin belirlenmemiş bir rotamız olmadığından Sevilla’da öncelikle bir otel bulmamız gerekiyor. İnternet üzerinden Sevilla yakınlarında bir otel tesbit ediyoruz. Arabamızda bulunan Navigasyon yardımıyla otele varıyoruz. Kısmetliymişiz, fazla zorluk çekmeden bu işleri hallettik. Sevilla önemli  Endülüs kentlerinden biri. Bugün de bu eyaletin başşehri.

Sevilla’da gezimize  İspanya Meydanı’ndan ( Plaza de España ) başlıyoruz. Neo-Mudejar tarzında dizayn edilmiş bu meydan tek kelimeyle muhteşem.

Sevilla şehrinin güney kısmı 1929 yılındaki Latin Ülkeleri Fuarı için yeniden düzenleniyor. Yeni bulvarlar, parklar, bahçeler yapılıyor. Bu parklardan biri olan Maria Luisa Parkı’nin içinde ise İspanya Meydanı oluşturuluyor. İspanya’nın o dönemde sahip olduğu endüstri ve teknolojiyi sergilemede kullanılan devasa kompleks, Aníbal González tarafından dizayn edilmiş.

Bir yarım daire şeklindeki bu kompleksin dış kısmında devasa bir bina, binanın meydana bakan kısmında, İspanya’nın o zamanki tüm şehirlerinin simgelerinin bulunduğu minik köşeler, meydanda çok büyük bir çeşme, çeşmeden akan suların oluşturduğu kanallar ve kanalların üstünden geçen köprüler bulunuyor. Tüm bu ögelerin üzerinde, muhteşem seramikler ve çiniler bulunuyor.

Buradan Alcazar Sarayı’na gidiyoruz.

ALCAZAR

İsmi Arapça’dan İspanyol diline girmiş olan Al-Kasr kelimesinden gelmektedir. Müvahhidler döneminde Toledo’lu mimar Calubi tarafından yapımına başlanan saray o günlerde geniş bahçeleri ile göz kamaştırıyormuş.

O dönemde Sevilla, Müvahhidler’in başkenti olduğu için sultanlar burada ikamet ediyorlarmış. Bu yüzden saray surlarla çevrilerek nehrin kenarındaki Torre del Oro (Altın Kule) ile deniz bağlantısı da sağlanıyormuş.

Sevilla’nın Kastilyalıların eline geçmesinden sonra bir kısmı yıkılarak bir sonraki halini almış. Hatta Sevilla’yı alan III. Ferdinand burada ikamet etmiş ve burada ölmüştür.Sevilla depreminin ardından sarayın pek çok bölümünün yıkılmasından sonra Gaddar Pedro lakablı I.Pedro El-Cruel tarafından Müslüman usta ve işçilerine yeniden yaptırılarak günümze kadar gelmesini sağlamış.Gaddar Pedro hernekadar El-Hamra sarayı kadar güzel olmasını istesede ancak onun yanına yaklaşamayacak bir kopyası olabilmiş.

Alcazar sarayına Puerto del Leon ( Aslanlı Kapı) ‘dan giriliyor.

Sarayın en güzel bölümü, Sefirler Salonu’dur. Buradaki at nalı kemerleri destekleyen zarif sütunlardan oluşturulan dekorasyon, mağribî mimarinin mükemmel bir modelidir. Sefirler Salonu’nun yandaki kapı ise, “Oyuncak Bebekler Avlusu” diye anılan Patio de las Munecas‟dır. Bu adı almasının sebebi, duvarların dış yüzeyine kuklaya benzer iki oyuncak bebek başının çizilmiş olmasıdır. Diğer bir salon ise Patio de las Doncellas (Bakireler Salonu) kırk tanesi ikiz halde dizilmiş olmak üzere elli iki mermer sütunla çevrilmiştir. Sala de Justicia‟nın (Mahkeme Salonu) dış cephesi, göz alıcı renklerle parlatılmış, dış cephesine ışıl ışıl parlayan bir görünüm verilmiştir.

Giralda

Şehrin en görkemli yapısı Giralda Katedrali ve Giralda Minaresi(Kulesi)’dir. Minare orjinal haliyle bugüne kadar gelmiştir. Katedral, Sevilla’dan çekilen Endülüs Emevileri’nden kalan büyük caminin kubbesi yıkılarak üzerine inşa edilmiştir. Duvarlarında beyaz sütunlu, derin işlemeli mermerler kullanılmıştır. Arap tarzı işlemelere sonradan ilave edilen gotik işlemelerle iç duvarları yeniden şekillendirilmiştir. Dış duvarlarına ise, Hıristiyanlık tarihindeki ünlü kişilerin özenle yapılmış heykelleri bulunur.

Altın Kule (Torre del Oro )

Sevilla’nın da ortasından geçen Guadalquivir (Vadi el-Kebir) nehrinin kıyısında yer alır. Çatısının altından yapıldığı için bu isim verildiği zannedilmektedir..

1220 yılında Muvahhidler döneminde, Sevilla şehrinin güvenliği için yaptırılan surların alt bölümüdür. Nehrin karşı kıyısına zincirler gerilerek gemilerin geçişi kontrol altında tutuluyormuş. Alcazar sarayına kadar uzanan surların bir devamı olduğu biliniyor. Halen surlar şehrin muhtelif yerlerinde görülebilmekte. 12 köşeli bir yapıya sahip . Kule günümüzde denizcilik müzesi olarak kullanılıyor. Kuleninde bulundugu El Arenal ( Santa Cruz yakası ) bölgesinde arena, Magdenala Kilisesi, güzel sanatlar müzesi ve Opera binasıda bulunmakta.

Sevilla’dan sonraki hedefimiz  Kurtuba. Ancak yolumuz İspanyol müslümanları’nın da merkezinin bulunduğu Endülüs İslam Devleti’nden kalma kalenin de bulunduğu Almodovar Del Rio’ya düşüyor.

ALMODOVAR  DEL  RIO (AL MUDAVVAR)

Kurtuba’ya yaklaşık 25 km mesafede bulunan Almodovar köyündeki gelişmeler ise İspanya’nın 20. ve 21. yüzyıldaki İslam’la olan ilişkilerine yeni bir boyut kazandırmış. Burada Mansur Escudero ve arkadaşları tarafından kurulan ‘Junta Islamica’ cemiyetinin zorlu çalışmaları ve gayretleri sonrası, İslam dini İspanya devleti tarafından resmen tanınmış.

Almodovar del río, İspanya’nın Kurtuba civarında bulunan bir yerleşim yeri. Endülüs devrinde ki ismi ‘mudavvar’ yani yuvarlak kapı idi.  Ya da yuvarlak kale olarak tanınan bu köy, küçük bir ‘medina’ ve her zaman Kurtuba’nın, yani Kurtuba Halifeliğinin giriş kapısı olmuştur.

Aynı zamanda yeraltından çıkarılan değerli madenler, herşeyden önce gümüş sayesinde geleneksel bir önem taşımaktadır.  Ayrıca Endülüs ve Kurtuba Halifeliğinin kroniklerinde Al Mudavvar şeriflerin, yani Kurtuba’nın asillerinin siyah Ayı avına çıktıkları yer olarak bilinir.

Al Mudavvar, her zaman Kurtuba’ya, Kurtuba Halifeliğine bağlı bir şehirdi. Kurtuba’yı Sevilla ve Atlantik denizine bağlayan, yani Kurtuba’nın en önemli yollarının birinin üzerinde bulunmakta. Bu nedenle, Al-Mudavvarın halkı her zaman meşgul (geçici) olmuş ve (satıcılar gibi) çok farklı insanların buluşma noktası olmuştur.

Köyün çok iyi korunmuş ve yenilenmiş Endülüs devrinden kalma bir kalesi var.

Bazıları Al-Mudavvar, yani ‘daire’ isminin bu kalenin içinde 9. yüzyıldan kalan ve böylece kalenin en eski kapılarından biri olan yuvarlak bir kapıdan geldiğine inanıyorlar.

KURTUBA (CORDOBA)

Endülüsün merkezine doğru adım adı ilerliyoruz.

Kurtuba yolundayız. Lorca’nın şiirinden mısralar aklımızda.

Yola baktım ama yol uzun Canım atım yaman atım Etme eyleme ölüm Varmadan Kurtuba’ya

Nihayet Kurtuba’ya ulaşıyoruz. Öncelikle şehrin beyaz badanalı evlerin yeraldığı, daracık sokaklarından, otelimizi bulmaya çalışıyoruz. Otele yerleştikten sonra  şehir turuna çıkıyoruz.

Kurtuba ,  Morena dağlarının eteğinde,  Guadalquivir (Vadi el-Kebir) nehrinin kıyısında , ilk olarak  Romalılar tarafından kurulmuştur. Ancak Kurtuba döneminin en büyük  ve en ileri şehir özelliğini Endülüs Emevi devleti zamanında kazanır. 10. yüzyılda sultan III.Abdurrahman zamanında İspanya’nın başkenti olan Kurtuba’nın nüfusu 500 bin civarında olduğu ve şehrin Vadi el-Kebir boyunca 5 kilometre uzandığı belirtiliyor. Şehirde 113 bin ev , 80 bin işyeri , 1600 cami , 70 kütüphane , 900 hamam ve çeşitli hastaneler vardı. Kütüphanesinde 600 bin cilt kitap mevcuttu ve o dönemde hiçbir kütüphanede o kadar çok eser yoktu.

Avrupa’da ilk sokak lambaları burada yanmış ve ilk eczane burada açılmıştır.

Şehrin ortasında cami vardır ve şehrin planlamasında tüm yollar camiye çıkar.Daracık Kurtuba sokakları , pencerelerden çiçeklerin sarktığı beyaz badanalı evleri ile hoş bir görüntü sunar.Tertemiz sokakları , gücü simgeleyen portakal ağaçları ve her yeri saran portakal çiçeği kokularıyla görülesi bir şehirdir Kurtuba.

Kurtuba Büyük Cami (Mezquita)

Kurtuba Camiine girer girmez sizi haşmetiyle sarar. Sütunlar ormanı içinde  ismiyle musemma bir ulu camidir o…

I.Abdurrahman tarafından 785 yılında inşasına başlanan ve bir yılda tamamlanan cami,dünyanın en büyük ve en eski camilerinden biridir.İlk yapıldığında 75 metre eninde ve 100 metre boyundaydı.Daha sonraki hükümdarlar camiyi çeşitli eklemelerle büyüttüler.Dünyada en çok sütuna sahip olan mabedin , 850 adet olan sütunlarının çoğu granitten , bazıları da çeşitli taşlardan yapılmıştır.

Sütunlar tuğlalardan ve beyaz taşlardan meydana gelen kemerleri destekler. Oymalı mermer mihrabı bütün camiler içinde en güzel mihraplardandır. Minber , pek çok fildişi parçayla , değerli taşlardan altın çivilerle yapılmıştır.Mabedin bir diğer özelliği de kemerlerin iki katlı olmasıdır ve bu özellik sadece bu camide bulunmaktadır.

Medinetüz-Zehra

Kurtuba’ya 5 kilometre uzakta bulunan ve Endülüs Emevi Devleti’nde bir dönem idare merkezi olarak kullanılan Medinetüz-Zehra’nın yapımı 40 yıl sürmüş. O günlerden bu güne ancak kalıntıları kalabilmişti… Şimdi bu yer yeniden restore edimekte ve 2500 metre aşağıda kurulan müzesiyle birlikte önemli turistik bir ziyaret yeri haline dönüştürülmüştür.

GIRNATA (GRANADA)

Kurtuba’dan sonra yine ulu bir şehre Gırnata’ya gidiyoruz. Hedefimizde Elhamra sarayı var. Erken saatlerde sarayın kapısına varıyoruz. Ancak öğleden sonrası için bilet alabiliyoruz.  Bu vakte kadar, şehrin en eski yerleşim yeri olan Albayzin-Albaicin’i gezmek ve  orada bulunan yeni camii görmek üzere oradan ayrılıyoruz.

Granada şehrinin ilk yerleşim bölgesi, bir tepe üstüne kurulu olan Albayzin semtidir. Albayzin ismi Arapça “el baizin”den türemiş, yani “atmaca avcılarının yeri” anlamına geliyor. İki-üç katlı, teraslı beyaz evler, dar sokaklar, yaz sıcağını serinleten palmiye ağaçları bu semtin tipik özelliklerini oluşturuyor. Albayzin semtinin dar sokaklarından yukarıya doğru tırmandığınızda karşınıza seyir terası çıkacaktır. Elhamra’nın en iyi seyredildiği yerdir burası. Günbatımında

Elhamra’nın manzarası görülmeye değer. Akşamları veya haftasonu bütün şehir bu raya akıyor.

Bu bölgede İspanyol Müslümanlarının yaptırdığı ve ibadete açık cami var. Orayı da ziyaret ediyoruz.

Saat 14’e doğru geliyor. Elhamra’ya  doğru yola çıkma zamanı gelmiştir.

El Hamra Sarayı

Batı Rönesansının fitilini ateşleyen Endülüs uygarlığı, halen ayakta duran üç yapıtıyla bile gözleri kamaştıran bir sanat estetiğinin en güzel örneklerini yansıtır.

Bunlardan biri de Granada’daki Elhamra (El-Hambra) Sarayı’dır.

Temelleri 1232 yılında Benî Ahmer Devleti’ni kuran 1. Muhammed zamanında atılan bu saray, aynı sülâlenin değişik hükümdarlarınca yapılan eklemelerle genişletilmiştir. Birbiriyle bağlantılı sayısız oda ve salon, bunların arasında yer alan avlular, yeşil alanlar, fıskiyeli havuzlar, akar çeşmeler ve bahçelerden oluşmuştur İlk bakışta karmaşık bir yapı gibi görünse de, bunların hepsi belli bir ahenk içinde dizilmiş, rahatsız edici olmayan geçişlerle birbirine bağlanmış bir düzen içindedir.

Saraydaki  tüm oda ve salonları çepeçevre dolaşan bir sözcük, Elhamra’nın sırrını adeta özetleyen Arapça şu cümledir; ‘’Vela Galibe İllellah’’. Anlamı şöyle: “Allah’tan başka galip yoktur.”

Bu bakımdan Elhamra, Allah’ın tek galip olduğunu tüm dünyaya haykıran tek saraydır. Dünyanın başka hiçbir yerinde Allah adını bu kadar çok yineleyen sütun, kemer, kubbe, tavan, kapı ve duvara sahip başka bir yapı daha yoktur.

Saray,  17. Ve 18. yüzyıllarda kaderine terk edildiği, âdeta dilencilerin ve evsiz barksız insanların barınak yeri haline geldiği de bilinmektedir. O dönemde bakımsızlıktan ötürü yer yer duvarlardaki kabartma süsler dökülmüş, hor kullanmadan dolayı kapı ve pencereler harap olmuştur. Öyle ki, bahçesine gecekondu gibi kaçak evler bile yapılmıştır. Saray  1930’lu yıllarda yeniden keşfedilmiş ve restore edilmiştir. Bugün dünyanın en çok ziyaret edilen mekanlarından biridir.

Ziyaretimizin bitiminde gönlümüzü orada bırakarak ayrılıyoruz. Bu akşam Malaga’da bir otelde geceleyeceğiz. Yarın Avrupa’nın en güney ucuna yani Tarifa’yı ve Cebel-i Tarık’ı gezeceğiz.

CEBEL-İ TARIK (GIBRALTAR)  VE TARİFA

Bugün gezimizin son günü. Yarım bıraktığımız güney sahili gezimize devam edeceğiz. Niyetimiz Tarifa’ya gidip, dönüşte,  yakınında yeralan Cebel-i Tarık’a uğramak.

Tarifa, Avrupa Kıta’sının en güney ucu. İsmini burayı fetheden Arap komutan Tarif bin Malik’ten alıyor. Küçük bir sahil kasabasını andıran Tarifa’dan, Fas’ın Tanca şehrine feribot seferleri yapılıyor. 35 dakika gibi kısa süren bu seferler çok ilgi görüyor. Fas’la İspanya arasında önemli bir turistik güzergah konumunda..

Tarifa, diğer İspanyol şehirleri gibi fazla gelişmiş değil. Sanirim Cebel-i Tarık (Gibraltar)’ın gölgesinde kalmış. Aslında önemli bir yer ve muhtelif tarihi yapılar var. Şehirde gördüğümüz resterasyon çalışmaları, ileride buranın, daha önemli hale geleceğini gösteriyor.

Cebel-i Tarık (Gibraltar),  hem, Akdeniz ile Atlas Okyanusu’nu birleştiren, Avrupa ile Afrika kıtalarını ayıran boğazın adıdır, hem de, yerleşim biriminin adıdır. Çok önemli stratejik bir bölgedir.

Adını Tarık bin Ziyad’dan alan boğaz, 60 km uzunluğunda ve 44 km genişliğinde, en derin yeri ise -426 m.’dir. Boğazın siyasal egemenlik bakımından kontrolü üç ülkenin elindedir;İngiltere,İspanya ve Fas.

Boğaz’dan yılda 7000-7500 gemi geçer.  Boğaz’ın Afrika kıyısında bulunan Tanca ise milletlerarası bir statüye bağlanmıştır. Bu statü muayyen bir devletin buray yerleşmesine mâni olmaktadır. Tanca, Fasın boğaz kıyısındaki en önemli yerleşim yeridir.

Cebelitarık, 1462’de Araplardan,İspanyollara geçmiş 1502’de resmen İspanyol topraklarına katılmıştır. 24 temmuz 1704’te İngiltere-Hollanda denizkuvvetleri tarafından ele geçirilmiştir, 1713 tarihindeki Utrecht Antlaşması’yla İspanya kaleyi İngiltere’ye iade etmeyi kabul etmiştir.

1713 yılında resmen İngiltereye bağlanan, 1830’da ise sömürge ilan edilen Cebelitarık’ın durumu İspanya-İngiltere ilişkisi içinde zaman zaman öne çıkan bir pürüz konumundadır

Cebel-i Tarık (Gibraltar) yerleşim bölgesi büyük bir dağa sırtını dayamış İngiliz’leri kontrolünde bir yarımadadır. O bölgeye İngiltere vizesi olmayanlar girememektedir.

Daha çok eğlence sektörünün yeraldığı bu bölgede, uyuşturucu trfiğinin de yoğun olduğu söylenmektedir.

Biz 500 metre yakınına kadar geldiğimiz bu bölgeden fotoğraf çekerek ayrılıyoruz.

Yine  gün akşam oldu.

Yine Malaga’da geceleyip ertesi gün İstanbul’a uçacağız. Gönlümüz birçok renkle bezenmiş durumda. Yol arkadaşlarımızla ağız birliği etmişcesine  aynı kelimeler dökülüyor içimizden,

Endülüs burada bitmez!

Yazar : HALİT ÖMER CAMCI

Gezgin, ışık avcısı, oğlunun babası...

2 Yorumlar

  1. teşekkürler

  2. Gerçekten çok güzel bir yazı olmuş, yeniden gitmiş kadar oldum. İspanya’nın güneyine gitmeyen İspanya’nın ve İberya’nın gerçek ruhunu yaşadım diyemez. Mutlaka portakal bahçelerini görmeniz gerekiyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir