Perşembe , 25 Nisan 2024

Kahire’de Son 500 Yılın Hikayesi

Mısır’ın büyülü şehri Kahire, şüphesiz Giza’da yer alan bilerce yıllık piramitler ile bilinir. Kim tarafından, ne zaman, ne için ve nasıl yapıldığı hala kesin olarak bilinemeyen piramitler, çözülmeyi bekleyen büyük bir sırrın gizemi ile bütün dünyanın ilgisini çekiyor.

Yazı ve fotoğraflar: Fatih Çam

Aynı şehrin yaşlı mahallelerini dolaşırken; tozlu ve dar sokaklarda kırık dökük evler ve dükkânlar arasında beliriveren muhteşem bir geçmiş zaman mirasına rast geliyor olmak, insanlık tarihinin seyri açısından belki o devasa yapıların gizeminden daha büyük bir sırra işaret ediyor. Ve bu sırrın çözülmesi, bu 5 asırlık yolculuğun toplumsal temellerinin açıklanabilmesi; günümüz uygarlığına tesirleri bakımından piramitler ve sfenks bilmecesinin çözülmesinden çok daha acil bir ihtiyaç gibi.Okullarımızda okutulan tarih kitaplarında onların biraz masalsı, kimi zaman hüzünlü ve çoklukla destansı öykülerinden pek söz edilmez; Yavuz sultan tahtı devralana dek… Bugüne kadar Ridaniye’de topraklarını ve halifelik nevinden unvanlarını aldığımız bir yaban ülkenin adı olarak anılmışsa da hem Türk’tür Memluk, ve hem müslümandır.

Abbasiler döneminde askeri kuvvet olarak görevlendirilen kölemenler, Eyyubi hanedanı tarafından bir tehdit unsuru olarak görülmeye başlandığında… ve dahi Eyyubi sultanı, kölemenlerin varlığına artık bir set çekmek gerektiğini düşünmeye başladığında… artık Memluklerin tarih sahnesinde boy gösterme vakti gelmiştir. Şimdi, kölelerin saltanatı hüküm sürecektir.

Memluklerin Türk, İslam ve dünya tarihi açısından en önemli katkılarından biri şüphesiz Moğola’a karşı gösterdikleri direnç. Semerkand’da, Buhara’da, Merv’de Moğol yangını ile göğe ağan erenler bulutunun Anadolu’ya yeni yeni çiselemeye başladığı bir dönemde Moğol; Bağdat’ı yakmış, halifeyi katletmişken karşısında bu kez Kölemenleri bulur. Moğollar’ın ilerlemesini engelleyen Memlukler, Anadolu beyliklerine de yardım edip halifeliği himaye altına alırlar.

Asli vazifesi askerlik olan kölemenlerin, o dönemde dünyanın kültür ve sanat merkezlerinden biri olan Kahire’de kültürel hayata ciddi bir katkı yapmaması beklenirse de, hakikat böyle değil. Memluk döneminde idareyi devralan her bir sultan, kendi adına camiler, külliyeler, medreseler ve saraylar yaptırır. Mimari ve süsleme sanatlarının en incelikli eserleri arasında sayılabilecek çok sayıda abide ile bütün şehri donatır kölemenler, tıpkı kendilerinden önce gelen Tolunoğulları ve Fatımîler gibi… ve Kahire, pek çok farklı devlet ve uygarlığın ortak çabası, gelecek kuşaklara daha güzel bir dünya bırakabilme sevdası ile inşa edilen başkentlerinden biri olur, eski dünyanın…

O parlak günlerin bitişi bütünüyle Memluk’un tarih sahnesinden çekilişine rastlamaz belki. Ama Osmanlı’nın ve Mehmet Ali Paşa’nın çabalarına rağmen bu güzel şehir, eski ruhunu bir türlü yakalayamaz. Aradan geçen yaklaşık 5 asırlık bir süre, mazinin artık unutulmakta olan bir döneminden geriye kalan muhteşem mihrap süslemelerine, yalancı bir maneviyat ve estetik unsuru olmak üzere iliştirilmiş yeşil flüoresanlar ekleyebilir ancak.

Bu şehrin geçmişle bağları koparılmış, yere batası bir geri kalmışlığın kucağına itilmiş yeni sakinleri, artık ayda 30 dolarlık işçi maaşıyla sağlamaya çalıştıkları geçimlerinin derdine düşmüştür. O abidevi yapıların, “yüzyıllar sonra dahi insanlar bizleri güzelliklerimizle yad etsinler” düşüncesi ile şehrin her bir yanına serpiştirilmiş bu kadim sanatın çevresi; tozdan gerçek rengi seçilemeyen derme çatma binalarla, sıvasız gecekondularla; yan yana dört insanın güçlükle geçebileceği, kimi yerde kanalizasyonunun dahi üzeri kapatılmamış sokaklarla kuşatılmıştır. Artık girilen bir sokağın, insanı Sultan Kayıtbay türbesinin şahane taş işlemeleriyle süslü kubbesine götürebileceği tahmin bile edilemez.

Onca çabanın, arayışın neticesinde sanatı, felsefesi, bilimi ve toplum nizamı ile ikame edilmiş kamil bir uygarlık; sonraları etrafında şekillenmiş olan yeni dünyanın kuytu köşelerinde hapsolmuş –en gerçek anlamıyla- tozlu bir hatıradır ancak… Ara ara birkaç asırlık kubbelerin seçilebildiği çok geniş bir düzlük; üzeri duvarlarla kapatılmış mezarlıklardan başkası değildir. Ve “yoksulluk” tabirinin vücut bulmuş hali olan, sokakları ve odaları kabir dolu bu büyük semtin adı; biraz da oryantalist bir farklılık görebilmek telaşında olan turistlere esrarengiz gelmesi için seçilen bir isimle, “Ölü Şehir” olarak bilinir. Meselenin pek fazla bilinmeyen tarafı ise, bu mezarlık evlerde tahminen birkaç milyon insanın yaşadığıdır. “Ölü şehir”, artık hatırlanması güç, çok eski zamanlarda kalan yüksek standartlı bir yaşam ile; bugüne ait bir gerçekliğin iç içe “hayat” bulduğu bir mekandır şimdi. Ölüm ile yaşamın…

 

Bu yazı 2008 yılının Ekim ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 21. sayısından alınmıştır.

Yazar : HALİT ÖMER CAMCI

Gezgin, ışık avcısı, oğlunun babası...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir