Perşembe , 28 Mart 2024

“Kocakarı İlacı”ndan, “Alternatif Tıp”a

Şifalı Bitkiler

Yüzyıllar öncesini düşünelim şimdi… İnsanın doğayı hâkimiyeti altına alıp, onu tüketene kadar sömürdüğü günümüzden; doğayı kendi hizmetine sunulan bir “emanet” olarak algılayıp, ondan en güzel şekilde faydalandığı dönemlere, şöyle en az birkaç yüzyıl ötelerdeki İstanbul’a uzanalım… Alalım elimize bir bardak papatya çayı ve dalalım hayal âlemine…

Yazı: Sibel Cantemir   Fotoğraf: Mustafa Yılmaz

Hayal-i İstanbul u Nebatat O zamanlarda, İstanbul’un sokaklarını dolaşırken, pencerelerden sarkan çiçekler ve bahçelerde yetişen bitkilerle, insanların gözleri bayram eder; kendileri ise bu bitkilerden yayılan kokularla mest olurmuş. Ama ecdad, bu bitkileri sadece estetik zevkleri sonucunda yetiştirmezmiş bahçelerinde. Bunlar aynı zamanda birer şifa kaynağı imiş. Kendinizi yorgun mu hissettiniz, hemen bahçenize inip, çuha çiçeğinin yapraklarını toplayıp, çay halinde kaynatırmışsınız. İçtiniz mi birkaç gün üst üste birer bardak, enerjiniz tazeleniverirmiş. Öksürmeye mi başladınız, çevrenizde bir gelin edasıyla salınan gelinciklerden bir tutam toplayıp, çayını demleyiverdiğinizde, göğsünüzün rahatladığını hissedermişsiniz. Gelincik bulamadınız mı, pencerenizdeki saksıda mis gibi kokan fesleğenin yapraklarını kaynatmanız da yeterliymiş öksürüğü azaltmak için. Kokusuna mest olduğumuz lavantayı bir de kaynatıp içmişseniz, dayanılmaz gelen romatizma ağrıları azalıverirmiş. Ateşlenen çocukların ateşini düşürmek için, anneler hemen bir defne çayı demleyiverirmiş. Hazımsızlık mı çekiyorsunuz, saksınızdan topladığınız karanfili katıverirmişsiniz çayınıza, böylece mis gibi kokan çayınızı yudumlayarak, hem içiniz hem de mideniz rahatlarmış.

Fotoğraf: Mustafa Yılmaz

Yanı başımızdaki Şifa Kaynakları

O zamanlarda, şifa kaynaklarına ulaşmak için taa uzaklara gitmeye gerek yokmuş. Hemen yanı başınızda, saksınızda ya da bahçenizde, emrinize amade bekler dururmuş şifanız. Şifa, sizden uzak olan, sizin bilemeyeceğiniz şekilde formülleştirilmiş bir bilgi değil; hemen yanı başınızda, size ait olan ve sizin bilgisine haiz olduğunuz bir şeymiş. O dönemlerde yazılan tıp kitaplarını alıp okuyan birisi, orada yazılanları rahatlıkla uygulayarak hastalığına şifa bulabilirmiş. Hastalığınızın iyileşmesi için sizde olmayan bitkiler, o dönemler birer eczacı edasıyla çalışan aktarlarda bulunurmuş. Aktarlar, size şifa amacıyla verilen bitki karışımlarını kafalarına göre değil; yüzyıllar boyunca kendilerine aktarılan bilgi birikimi sonucunda hazırlarlarmış. Hem bu aktarlar, daha o zamanlarda, tıp dünyasının günümüzde, daha yeni yeni ifadelendirmeye başladığı “sağlıklı yaşam” formülünü bulmuş olacaklar ki; ellerinde, sadece tedavi amaçlı değil; aynı zamanda hastalıklardan korunmaya yönelik hazırlanmış birçok karışımı da bulundururlarmış.

Fotoğraf: Halit Ömer Camcı

Tarihçe-i Nebatat Her ne kadar yazımızda anlatılanları “mış” ve “miş”li ifadelerle aktarsak da, emin olun bunlar birer masal değil. Çünkü bitkilerin şifa kaynağı olarak kullanımı, yüzyıllar öncesine dayanıyor ve yaklaşık olarak bütün medeniyetlerde görülüyor. Hatta inanması biraz zor ama günümüzde dünya nüfusunun %80’i, hastalıkların tedavisinde hala bitkileri kullanıyor. Bitkilerin tarihine baktığımızda, Sümerlere ve Akatlara ait olduğu bilinen ve MÖ. 3000 yıllarında yazıldıkları düşünülen tabletlerde, bitkisel tedavi yöntemlerine rastlanmaktadır. Mısırlılara ait olan ve MÖ. 1150’lerde yazılmış olduğu tahmin edilen bir papirüste ise, hardal, nar, incir gibi bitkilerin hastalıklarda nasıl kullanıldığını anlatan 800 kadar tarife rastlanmıştır. Doğayla insanın iç içe yaşadığı ve bitkilerin de ruhunun olduğunun düşünüldüğü zamanlarda, kimi zaman bitkilerdeki şifanın kaynağının ilahi boyutunu göstermek ve kimi zamansa bu şifanın tarihinin insanlığın yaratılışına kadar uzandığını belirtmek amacıyla bir takım bitkiler hakkında mitler üretilmiştir. Çok eski bir kitapta anlatılan adaçayındaki şifanın kaynağına bir bakalım isterseniz: “Kutsal Meryemana, Bebek İsa ile birlikte Herodes’un gazabından kaçmak zorunda kaldığında, kendisini saklamaları için, çayırdaki tüm çiçeklerden yardım istemiş, ama hiçbir çiçek ona yanıt vermemiş. İşte o zaman adaçayı eğilmiş ve Meryemana sığınacak bir yer bulmuş. Onun sık ve koruyucu yapraklarının arasına girerek Herodes’un askerlerinden saklanmış ve askerler onu görmeden geçip gitmişler. Tehlike geçiştirildikten sonra, saklandığı yerden çıkan Meryemana, tatlı sesiyle adaçayına şöyle demiş: Bu andan sonra sonsuza dek insanların en çok sevdiği çiçek sen olacaksın. Seni, insanları tüm hastalıklardan koruyacak kadar güçlü kılıyorum. Bana yaptığın gibi, onları da ölümden kurtar!” Bu inanışa göre, işte o zamandan beri adaçayı, insanları iyileştirmek ve onlara yardım etmek için her yıl yeniden çiçeklenmektedir. Bitkilerin tarihine yeniden dönecek olursak; yakın tarihe baktığımızda, Osmanlı’da bu konuda kaleme alınan yüzlerce kitap olduğunu görmekteyiz. Bu kitapların bir kısmı günümüz Türkçesine çevrilerek, bizlere kazandırılmışsa da, ne yazık ki pek çoğu hala arşiv raflarında tozlanmaya devam etmektedir. Bilindiği gibi, XIX. ve XX. yüzyıllarda modern bilimin gelişmesi ve özünde bitkilerin kullanıldığı fakat pek çok kimyasal maddeyle birleştirilerek oluşturulan ilaçların ortaya çıkmasıyla birlikte, bitkisel ilaçlar “kocakarı” ilacı olarak addedilmiş ve insanların hayatından bu şekilde çıkarılmıştır. Fakat zaman ilerledikçe ve ilaçların kullanımı nesiller üzerinde denendikçe, hastalıkların tedavisinde kullanılan ilaçların yan etkilerinin vücut üzerinde oldukça tahripkâr etkiler yaptığı da ortaya çıkmıştır. Ve günümüz dünyası, bu tahripkâr etkilerden korunmak amacıyla “alternatif tıp” adı altında yeniden dünyamıza girmeye çalışan “bitkilerin dünyası”na yönelmiş ve bitkilerdeki şifayı tekrar keşfetmeye niyetlenmiştir. Görünen o ki; insanoğlu doğaya yabancılaşmadan ruhunu ona açabilse ve dahası onun bir parçası olduğunu fark edip, “yapay” olandan “doğal” olana doğru tabi bir yönelim içerisine girse, Şafi olan, bitkilerin özündeki şifayı, insanın hizmetine tekrar sunacaktır.

 

Bu yazı 2007 yılının Nisan ayında yayınlanan Gezgin dergisinin 3. sayısından alınmıştır.

Yazar : HALİT ÖMER CAMCI

Gezgin, ışık avcısı, oğlunun babası...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir