Los Angeles’ta Türk Kahvesi Güney Kaliforniya’nın güzel havasında, oturduğumuz kahvede tanıştığımız,yürürken baston kullanan Amerikalı orta yaşlardaki bayanın gözleri mutlulukla parlıyordu. “Türkiye’ye gitmeyi çok arzu ediyordum, önceki sene seyahat planlarımı yaptım ama sonra hastalandım, gidemedim. Geçen sene tekrar niyet ettim, bu sefer de trafik kazası geçirdim.” Bu arada bastonu da o kaza sonrasında kullandığını öğreniyoruz. Konuşmasını neden mutlu olduğunu anlatan cümle ile bitirdi: “Ben Türkiye’ye gidemedim ama Türkiye ayağıma geldi.”
Evet, hanımefendi haklıydı. Gerçekten Türkiye ayağına, ayaklarımıza kadar gelmişti. Geçen ayın başlarında basınımızda bolca çıkan haber ve köşe yazılarından da hatırlayacağınız gibi Los Angeles’ta yapılan Anadolu Kültürleri ve Yemek Festivali’nde Türkiye adeta ABD’ye taşınmıştı.Seyyah dediğin gezer, ama bizimkisi modern zaman seyyahlığı, bazen de böyle gezeceğin yerler ayağına gelir. Bu yıl üçüncüsü yapılan festivalde yer alan öyle muhteşem fotoğraf panoları vardı ki önlerinde çekileceğiniz fotoğrafları göstereceğiniz herkes sizi gerçekten Türkiye’de zannederdi.
47 dönüm arazi üzerinde kurulu, 4 günde 45,000 kişinin ziyaret ettiği, 400’e yakın gönüllünün ortaklaşa çalışarak gerçekleştirebildiği, Anadolu’da tarihte yer almış 14 büyük medeniyetin dev kapılarla temsil edildiği festivalle ve sayılarla alakalı basında çok şey yazıldı, çizildi. TV lerde yer aldı. TRT Haber’in doğrudan Los Angeles’ta hazırlanan haber magazin programı Eksi10 iki ayrı bölümde festivali genişçe ele aldı. İzlemedi, görmedi iseniz programın web sayfasından (eksi10.tv) veya youtube daki onlarca videodan biraz izlemenizi tavsiye ederim.
Kapalıçarşı tarzında yapılmış 110 dükkanın yaklaşık yarısı yiyecek satan dükkanlardı. İstanbul, Konya, Antalya, Mardin ve Van illerinin büyük dekorlarla ve 3 boyutlu yapılarla oluşturulmuş alanlarında o şehirlerden gelen el sanatları ustaları da yer aldı. Isparta, Burdur, Hatay, Çorum, Ankara, Rize illeri de festivalde temsil edilen illerdi. Festival alanında dolaşırken not defterime aktaracak, Gezgin okurları ile paylaşacak o kadar çok şey var ki diye düşünmeden edemedim. Sonra da nasılsa Genel Yayın Müdürü’müz de burada, o bol bol fotoğraf çeker, haber yapar, bahseder, sen telaş etme diye kendi kendimi inandırıp alanın ortasına kurulmuş bir Osmanlı Kahvesine oturup keyifle kahvemi yudumladım.
Siz Türkiye’den okuyanlar ne kadar tahmin de etseniz bunun keyfini bilemezsiniz. Yeni pişmis, kokusu üzerinde bir Paça Çorbasından sonra sıcak sıcak bir gözleme yemek, zeytinyağlıların en enfeslerinden tatmak, kebaba asılmak, mantıya kaşık sallamak, arkasından da hangi tür tatlı isterseniz isteyin tadabilmek (künefe, lokma, baklava, sütlü tatlılar, güllaç) ve üzerine afiyetle bir Türk kahvesi içmek. Az ilerde muhteşem silueti ile İstanbul, üç boyutlu Kız Kulesi, yanında Konya, ötede Aspendos’u ile Antalya dururken, tam karşımızda ise aslına çok çok yakın 3 boyutlu yapıları, kapısında bekleyen yeniçerileri ile muhteşem Topkapı Sarayı varken o kahvenin tadı bir başka olmaz mı? Hele bütün bunları da dünyanın diğer ucunda, Türkiye ile zaman farkı 10 saat olan bir yerde, Hollywood un yanında yapabilmek…
Anlatacak, yazacak çok şey var festivalde. Böylesine güzel bir festivalde bendenizi üzen hatta kızdıran şeyler olmadı mı? Oldu tabiki.. İşte gazeteciliğin hakkını verebilmek, iyi bir gezi yazarı olmanın gereklerini yerine getirmek adına o kişileri de yazıma almak zorunda kaldım: En çok kızdığım kişilerden birisi Hatay’dan gelen Künefe ustası idi. Ustam, sen hangi akla hizmet edip o çok güzel künefelerinin yanı sıra bir de Hatay Usulu Kabak Tatlısı’ndan getiriyorsun. Senin yüzünden 4 günde 4 kg aldım. Her 2 saatte bir dükkanının önüne gidip sıraya daldım. Ayıptır, yapmayalım. Bir diğer kesim festivalde çalışan ve sayılarının 300 ün üzerinde olduğunu öğrendiğim, kendilerine ‘gönüllü’ diyen, tek tek öne çıkmayan, son derece çalışkan ve fedakar, çoğu genç olan insanlarımız. Ya birinizin bile suratı asık olmaz mı, haber değeri taşır belki diye, ağzınızdan farklı bir şey duyayım diye o kadar kızdırma hamlesi yaptık, nafile. Doktora öğrencisi olduğunu anladığım biri VİP bölümünde yemek servisi yapıyor, Türkiye derecesine sahip bir başkası çay dağıtıyor, üst düzey şirketlerde mühendislik yapan bir bayan lahmacun satıyor. Hiç biri de bunu yaparken surat asmıyor. Bu zamanda böyle insan olur mu?
Maraş dondurması satan dükkanın sahibi olan kardeşimiz de kızdığım kişilerden birisi. Üstadım sen Türkiye’nin neresinde dondurma yemek için 1,5 saat kuyrukta bekleyen insan gördün? 4 gün boyunca hiç bitmeyen metrelerce kuyruğa giren bir çok kişiye sıra bile gelmedi. Şart mıydı o kadar güzel yapman dondurmayı. Lütfen, bir daha olmasın. Olacaksa da bizim gibi yazarlara ayrı bir muamele yapılsın. Yazıktır, tadamadan bitti festival.
Festivale Türkiye’den gelen 50 nin üzerinde gazeteci vardı. Bu abilerimiz, ablalarımız gazeteci olmuşlar, meşhur olmuşlar ama yeni yazarları, geleceğin kaabileyetlerini hiç göremiyorlar, onların yazılarını okumuyorlar. Okusalar, yılların gazetecilerinin bir çoğu daha uçaktan iner inmez ‘bize adaptor lazım, dönüştürücü lazım’ deyip durmazlardı. Bu dergide ‘Uzun uçuş tavsiyeleri’ diye o kadar yazdık ama ciddiye alan, okuyan yok.
Gördüğünüz gibi zamanımızda gezi yazarı olmak kolay değil. Herkes olumlu şeyler yazsa da gözüne çarpan bu tür olumsuzlukları da yazacaksın ki okuyucu doğru şekilde bilgilensin. Bu açıdan ne kadar şanslı olduğunuzu söylememe gerek var mı?
Los Angeles’ta Türk Kahvesi | Yazı: Kemal Cem Fotoğraflar: Halit Ömer Camcı
Bu yazı Gezgin Dergisi 2011 Yılı Kasım (57) Sayısında Yayımlanmıştır.