Dikkat! Bu yazı, yoğun memleket hasreti içerir.
Gezginler için yola hangi şartlarda çıkıldığının ‘bir yerden sonra’ pek bir önemi yoktur zira aslonan gezinin kendisidir. ‘Bir yerden sonra’ kısmını açmak gerekirse her geziden önce bin türlü hesap kitap, planlama vs. yapılır ama gezilerin kaderiymişçesine kaçınılmaz olarak söylenen son söz, ‘yola bir çıkalım, bakarız’ olur. Bizimki de o misal. İstanbul’da, Ramazan ayının son 10 günüdeyiz. ‘Geçen sene bu vakitler’ diyerek bir tarih koyalım. Şehrin sıcağı ayrı dert, gürültüsü ayrı…
Yazı ve Fotoğraflar: Müjdat Arslan
Tarih hocası Fatih Bey, “Bizim çocuk Kahramanmaraş’ta, önümüzdeki hafta onu almaya gitmem lazım, oradan da Trabzon’a geçerim.”
Halit Bey, “Bu yakınlarda Giresun’daki babacığımı görsem fena olmaz.”
Mehdi Bey, “Ben de bir yerlere kaçsam, ama nereye? Belki Gerede!”
Bendeniz “3-5 gün de olsa, yayla havası (Giresun) iyi gelir.”
Bu sözlerden sonra anlaşılmıştır ki herkes bir yerlere gitmek, biraz nefes almak istiyor. Ama gelin görün ki daha önce hep birlikte böyle uzun bir yola çıkmamış ekibin önüne karışık bir harita çıkıyor…
Perşembe akşamı çantalarımızı hazırladık, Cuma akşamı Mecidiyeköy’de buluştuk. Anadolu Yakasında iftar yaptıktan sonra o eksik kalanlar için o sihirli söz söyleniyor. ‘Yola bir çıkalım, bakarız.’
Gerede’de sahur yemeği için açık bir fırın bulduk, ortaya 4 kişilik bir melemen, bir biri ardına tazelenen çaylar ve biraz da meyve… Sabahın ilk ışıkları Ankara’da karşılıyor bizi. Şehrin kenarından süzülerek Tuz Gölü’nde gün doğumunu yakalamak istiyoruz. Güneş bizden daha aceleci olmalı ki tüm çabalarımıza rağmen yetişemiyoruz. Tuz Gölü’nde hatırı sayılır bir vakit geçirdikten sonra yol kenarındaki kuruyemiş tezgahlarından iftar sonrası için alışverişimizi yapıp yola koyuluyoruz. Niyetimiz erkenden Kahramanmaraş’a varıp iftar öncesi şehirde bir gezinti yapmak ve Ali Kayası’na bir selam vermek.
Yer yer tren raylarıyla kesişen yolumuz Şereflikoçhisar, Aksaray derken Pozantı’ya düştü. Pozantı’ya gelip Ak Köprü’nün altından akan buz gibi (mübalağa yoktur) Şekerpınarı suyuna dokunmamak olmazdı. Herkesin oynadığı oyunu biz de kendi aramızda oynadık ve Şekerpınarı suyuna ellerimi 15 saniye sokarak kendi rekorumu kırdım.
Yol boyunca kâh güneşin yaktığı çayırlarda gezinen hayvan sürülerini kâh tarlasındaki hasadı kaldırmaya çabalayan çiftçileri seyrederek Adana’ya vardık. Adana gibi bir şehri, bir kaç saatte tüketmemek adına hiç mola vermeden artan sıcaklığın içinde Kahramanmaraş’a doğru ilerledik. Termometremiz bizi yanıltmıyorsa Kahramanmaraş sınırına girdiğimizde güneş tam tepemizde ve sıcaklık 40 dereceydi. Sokaklarda gördüğümüz bir kaç insanın da dışarıda acil işleri olmalıydı ki o sıcağa aldırmadan sağa sola koşturuyorlardı.
Sivas
Şehir merkezine uğramadan rotamızı Kayseri yolu üzerindeki Ali Kayası’na çevirdik. Ormanın arasında ilerlerken hava biraz serinler gibi oldu ama bu sefer de nem arttı. Nihayet Ali Kayası’na hakim bir konuma gelip etrafı seyre koyulduğumuzda ülkemizde son bir kaç yıldır devam eden kuraklığın boyutlarını daha net gördük. Bir insanın damarlarından kanının çekilmesi ne kadar hazinse bir nehirden suyun çekilmesi de o derece hazindi. Yol kenarından, bir süre Ali Kayası’nda çekilen suyu fotoğrafladıktan sonra arabamızla suya en yakın olabileceğimiz noktaya kadar inip suyun kenarında yürümeye başladığımızda kurumuş ağaç köklerini, evvelce suya düşürülmüş ağaç dalından yapılma oltaları, misina iplerini gördük. Halit Bey’in iftar sofrasına bir balık götürürüz umuduyla suya olta atmasını fotoğrafladık.
Çatlamış toprak ayaklarımızın altında toza dönerken, derinliğini ve bizi çekip çekmeyeceğini bilmediğimiz için birbirimize teklif etmediğimiz Ali Kayası’nın yüzme fikrinden sözbirliği etmişçesine vazgeçtik. İftar öncesi şehir merkezine uğrayıp hem alışveriş yapmak için hem de biraz fotoğraf çekmek için yola koyulduk. Eski Maraş’ın aksine yükselen binalarıyla, geniş caddelerini çevreleyen ağaçların arasından süzülerek meşhur Mado dondurmacısının kapısından girdik. İçeride muazzam bir kalabalık, sanki maaş kuyruğu. 15 dakika sonra sıramız geldi, iftar ve sahur için dondurmalarımızı alıp daha da serinlemiş olan Türkoğlu’na döndük. Yolun kenarında, iki tarafı ağaçların arasında, büyükçe bir balkonu olan, etrafı meyve ve sebzelerle dolu iki katlı bir eve girdik. Hane halkıyla selamlaşıp tanıştık. Sofra hazır olana kadar sırayla duşlarımızı aldık. Akşam serinliğinin çöktüğü Türkoğlu’nda esen şiddetli rüzgarın, gündüzün kavurucu sıcağından geriye hiç bir şey bırakmadığını gördük.
Şebinkarahisar Kalesi
Balkonda, Hatay ve Maraş mutfağının güzellikleriyle donatılmış sofradan eser miktarda istifade edip bir müddet dinlendikten sonra yeniden yola koyulmak istiyorduk ki iki demlik çaydan sonra sahur sofrasına da Kahramanmaraş’ta eşlik ettikten sonra yola çıkmaya karar verdik.
Bir kaç kişi balkonda uyuduk, hafif bir sahur yemeği için yine balkonda kurulan masada toplandık. Yemekten sonra 4 kişi olarak başladığımız yolculuğumuza 5. kişi olan Fatih Bey’in oğlu Yusuf Tarık’ı da dahil ederek Sivas’a doğru yola çıktık. Beş kişi olduk. Halit Bey’in elinde Cemal Süreya’ya nazire yaparcasına bizim aklımızda Tanpınar’ın Beş Şehri vardı.
Gece yolculuklarının belki de en sıkıcı tarafı, etraftaki hiç bir şeyin görünmeyişi olsa gerek. Afşin, Sarıkız derken Türkiye’nin doğudan batıya, kuzeyden güneye orta noktasında yer alan Gemerek’ten geçerek Aşık Veysel’in diyarı Şarkışla’ya doğru; “uzun ince bir yoldayız”… Gün çoktan doğmuş, etrafta ne sarp kayalar, ne gümrah ormanlar var. Uzaklarda güneşin yaktığı altın sarısı tepeleriyle dağlar uzanıyor. Sivas; nüfus 318000, rakım 1285. Tabela böyle diyor ve yolda minik bir kangal yavrusu karşılıyor bizi.
Masmavi gökyüzünde tek tük bulutlar akıyor. Tarih kokulu Sivas heyecanlandırıyor bizi. Seçluklular’dan kalma eserlerle yüz yüze bakan ihtişamlı bir meydan… Sözü burada bir tarihçi olarak Fatih Bey’e bırakmalı…
Zara’da bir benzin istasyonuna uğrayıp hem yakıt hem de dost canlısı bir insandan güzergah bilgisi aldıktan sonra Suşehri’nden geçerek Şebinkarahisar’a doğru ilerledik. Bu yol üzerindeki Çamlıca Baraj Gölü’nün de kaderi maalesef Kahramanmaraş’taki Ali Kayası gibiydi. Zira kuraklık o gölü de çok etkilemiş, göldeki su miktarı gözle görülür seviyede azalmıştı. Suyun çekildiği topraklar bataklığa dönüşmüş, toprağa sıkı sıkıya kenetlenmiş ağaç kökleri kurumalarına rağmen ayakta kalmayı başarmıştı.
Ali Kayası
Vakit ikindiye dönerken önce Hacıkayası üzerine inşa edilmiş Şebinkarahisar Kalesi’ni sonra da kavak ağaçlarının gölgesinde oturan esnafıyla ilçenin çarşısını gördük. Şebinkarahisar’da bir çay içemeden ağaçsız, çorak dağların arasından Alucra’ya doğru hareket ettik.
Yolları pek düzgün olduğu içindir ki Karadeniz’e gidecek insanlar genelde sahil yolunu tercih ediyorlar. Yıllardır sahil yolunu kullanan bir insan olarak, Karadeniz’e gideceklere tavsiyem, güzergahlarından hiç olmazsa bir kere değişiklik yaparak Sivas üzerinden Karadeniz’e gitmeleri. Yollar kısmen tek şeride düşmesine rağmen genelde çift şerit olarak bölünmüş ve hiç de kötü değil.
Alucra merkeze gelince Halit Bey anlatmaya başladı…
Bu yazı 2014 yılının Temmuz ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 89. sayısından alınmıştır.