Pazartesi , 7 Ekim 2024

Peru: İnkaların Kalbi

Yazı ve Fotoğraflar: Serkan Doğan

Peru’da jaguar gücü simgeler, And Kondoru ise özgürlüğü. Ama İnkaların çocuklarının kafası çok karışık. Bir yandan kabul etmiş gibi göründükleri halde hiçbir zaman tam olarak benimsemedikleri Katolik inancı, diğer taraftan Tanrı-Kral olarak tanıdıkları imparatorlarını sırayla öldüren, yüz binlerce altınlarını talan edip kendi ülkelerine götüren, kentlerini yakıp yıkan, inançlarını ve geleneklerini sömüren Avrupalı efendilerine karşı her şeye rağmen ve halen besledikleri o tuhaf güven ve aşırı saygı… Öte yandan, bir zamanlar Güney Amerika’nın en kuvvetli ve müreffeh ülkesiyken, saldıran, savaşan, topraklarını çalan ve küçülten komşularına karşı duydukları o ikircikli tedirginlik ve kuşku… İnkaların torunları büyük bir imparatorluk kuran ve 3 milyon kilometrekareye hükmeden atalarını özlüyor, ama hissettikleri veya sezdikleri belli belirsiz bir gurur dışında, güncel uygulamalarındaki ve ruhlarındaki eziklik ve teslimiyet, bu vakur arayışı fazlasıyla engelliyor…

 And Kondorunun izinde

Pizarro önderliğindeki İspanyol yağmacıları Peru’ya 168 kişiyle gelirler ve tek bir kayıp bile vermeden, dini telkinleri, ateşli silahları ve salgın hastalıkları sayesinde 80.000 kişilik bir orduyu dağıtırlar. Ülkenin krallarını önce esir eder, sonra sömürür, öldürür ve bu toprakların tüm zenginliklerini talan ederler. O sırada Avrupa’ya 20.000 ton altınla geri döndüğü rivayet edilir. Buna karşılık kral ona, uçsuz bucaksız araziler ve soylu unvanı bağışlamıştır. Sömürgeciler geldiğinde Güney Amerika’nın toplam nüfusu 70.000 kadar tahmin edilirken, sadece iki yüzyıl içinde bu sayı neredeyse %95 oranında azalır. Bunda katliamların yanı sıra, sözü edilen, Avrupalılardan bulaşan ve Güney Amerika halkının henüz bağışıklık kazanmadığı bulaşıcı hastalıkların rolü büyüktür.

Bugün Hollanda’da bir ineğin sahibine maliyeti 2 dolar. Bununla birlikte, Peru’da insanların yarısı günde 2 doların altında gelirle yaşam mücadelesi veriyorlar. Francisco Pizarro’nun başlattığı 300 yıllık kıyım ve sömürü sürecinde tam 600.000 ton altın çalınarak Avrupa’ya nakledilir. Zira yerli halk için altın önemsizdir, güneşin sembolüdür, gümüş ise ayın. Hal böyleyken, Peru halkının yukarıda bahsettiğim mezalimi yapan Pizarro’yu saygın bir kâşif ve bir nevi ataları görerek bu şekilde anlatmaları ve onun adına kiliseler ve katedraller inşa etmeleri, bana büyük acı verdi. Yoksulluk sırf maddi değerler ile sınırlı kalmıyor, ruh yoksulluğu en kötüsü sanırım.

 

Peru, dünya standartlarına göre yoksul bir ülke olarak kabul edilebilir. Buna karşın, Peru aynı zamanda dünyada gümüş ve bakır üretiminde ikinci ve altın üretiminde altıncı sırada yer alıyor. Gelirinin %60’ı madencilik ve değerli taşlardan, %30’u tarım ve %10’u ise balıkçılıktan elde ediliyor. Ama bu değerler genelde hammadde halinde satılıyor, işlenmiş şekilde değil. Son zamanlarda Çin ve Hindistan’ın emtia fiyatlarını yukarıya taşıması, en çok Peru’nun işine yaramış olsa da bunun genel refaha ve milli gelire katkısı henüz tartışılabilir düzeyde. Zira halen asgari ücret 300 doların altında. 30 milyon nüfusun 15 milyonu karma ırktan oluşuyor. Peru aynı zamanda tüm Güney Amerika’da yerli ırkın en çok olduğu ülke konumunda. Keçuvalar ve Aymaralar iki yerli kabile diye adlandırılıyor. Bunun yanında, 60.000 Çinli ülkeye çalışmak için gelmiş ve şu anda 2 milyonun üzerindeki insan ya ailesel olarak veya özentileri nedeniyle Çinli ismi taşımakta.

 Krallar şehri; Lima

İşgalci kaşif Pizarro’nun kurduğu ve Dünya Mirasları Listesine giren Lima şehir merkezinde 16. yüzyıldan kalma şehrin en büyük meydanı Plaza Mayor (Ana Meydan) görülmeye değer. Ahşap işçiliğinin gerçekten güzel örneklerini taşıyan binalar ve yapılardaki büyükçe cumbalar çok etkileyici. Her gün saat 12’de bando takımı başkanları şerefine bir müzik ziyafeti sunuyor. Barok tarzı yapılmış yapılarla süslü ve içi sosyal bakımdan oldukça hareketli olan ve Lima’yı 1821 yılında İspanyol efendilerinin elinden kurtaran kişinin adıyla anılan San Martin Meydanı, Hükümet Sarayı, ürkütücü yer altı mezarları ve 25.000 kitaplık bir kütüphanesi ile San Francis Manastırı ve Müzesi, Lima Katedrali, Lorca Herrera Müzesi ve Miraflores diğer önemli mekânlardan. Trafik keşmekeşi, Tem veya E-5’i andıran şehir içi geniş yolları, metrobüsü oldukça andıran bir toplu ulaşım şekli, tünelleri ve yol yanlarında çimlere işlenen yazı ve resimleriyle İstanbul’umuza fazlaca benzemiş, çoktan bir “kardeş şehir” unvanını hak etmiş. Eski Şehir’de İspanyolların yaptığı 40’tan fazla kilise var, Santa Rosa’ da bunlardan sadece biri. Miraflores’in Lancomer adı verilen Okyanusa bakan bölgesinde büyük oteller, alışveriş merkezleri ve plajlar da bulunuyor. Resmi rakamlara göre 7,7 milyon gibi görünse de, Lima’nın nüfusunun çoktan 12 milyonu aştığı söyleniyor.

 

 Ica, Balestas ve Nasca

Pasifik kıyısındaki Ica’dan hareketle dünyanın en özel faunasına sahip noktalarından biri olan ve meşhur Gallapagos adasının küçük bir kopyası olarak kabul edilen Balestas adalarına gidiyoruz. İlk önce, Nazca çizgilerini andıran Candelabra kumulunu (Paracas Candelabra) görüyoruz. Ardından, yüzlerce tür deniz kuşu, denizaslanı, pelikan ve penguenler bizi karşılıyor. Balestas adalarını sırf 2012 senesinde 213.000 kişi ziyaret etmiş. Burası Peru sahili boyunca 22 ada ve 11 adadan oluşuyor. Dönüşte Pachacama kalıntılarını ziyaret ediyor, İnka dönemi öncesi Güneş Tapınağından okyanusu seyrediyoruz. Ica havalimanından kalkan küçük turistik uçaklarla halen esrarı çözülemeyen Nazca çizgilerini gökten görmek mümkün. Akbaba, Astronot ve Peru’da hiç yaşamamış olan Maymun gibi 32 figürü ve geometrik çizgiler şaşırtıcı bir tesir bırakıyor.

 İnkaların merkezi; Cusco

Lima’dan And Dağları üzerinden Cusco’ya uçuş 1 saat kadar sürüyor Eski İnka başkenti, 3400 metre yükseklikte kurulan, görkemli ve gizemli Cusco’da öncelikle bu rakıma alışmak için bol bol koka çayı içiyoruz. 12 dağ kütlesinin tam ortasındaki ovaya kurulmuş olduğundan, “göbek deliği” anlamındaki bu kelime ile anılan Cusco, Peru’nun en büyük şehirlerinden ve aynı zamanda tüm Güney Amerika’nın en eski şehri. Kiremit rengi bir şehir burası, yeşil ve düzenli. Öncelikle San Pedro Yerli Pazarı’na gidip yerel yiyeceklerle bir güzel karnımızı doyuruyoruz. Yeni pazar alanları görüyor, yeni lezzetler tadıyoruz. Plaza de Armes meydanından geçerek büyüleyici Cusco Katedralini ziyaret ediyoruz. Bundan sonra ise Cusco’nun merkezinde yer alan, altınlarla kaplı Güneş Tapınağı Qorikancha (Altın Kale) geliyor. İnkaların kusursuz mimarisinden kalma, hiçbir şekilde harç ve çimento kullanılmayan kusursuz ve dev taş bloklara ve ibadet alanlarına hayran kalmamak mümkün değil. Ne yazık ki altın levhaların çoğu istilacı İspanyollar tarafından sökülüp eritilmiş.

 Machu Picchu yollarında

Cusco’dan Urubamba nehri boyunca Kutsal Vadide (Sacred Valley) ilerliyoruz. Karlı And Dağları ve ötesinde Amazonlar muhteşem bir manzara sunuyor. Aştığımız yerler aynı zamanda Amazon nehrinin doğduğu topraklar. Saqsaywaman’daki İnka tapınaklarını gezdikten ve dev taşları gördükten sonra, Pisaq’da ve onun yöresel pazarında kısa bir mola veriyoruz. Burada çokça popüler olan ve kiliselerdeki resimlerde bile (mesela, son yemek sofrasında) yer bulan “Cuy” adındaki Gine faresi (bir tür hampster) dışında pek çok meyve ve eti tadıyorum. Lama ve alpakaların yetiştirildiği çiftlikleri gezip bilgi aldıktan sonra, Tunupa adında nehir kıyısında çok güzel ve geniş bir tesiste öğle yemeğimizi alıyoruz. Burada lama sevmek, alpaka eti ve ‘ceviche’ çeşitleri başta olmak üzere yöre mutfağından muhtelif tatlarla tanışmak mümkün. Bu arada, 3700 metrelere kadar yükseliyoruz. Bizim ülkemizde 2000 metreden sonra ağaç yetişmezken, burada 4000’lerde bile tarım yapılabiliyor, 5000’lerde ormanlar var. Tekrar hareket ederek sonunda Ollantaytambo bölgesine ulaşıyoruz. Ollantaytambo – Machu Picchu kasabası arasındaki keyifli ve oldukça konforlu tren yolculuğumuz yaklaşık 1 saat sürüyor. Trenin yan ve üst camlarından karlı dağları, ormanları ve nehirleri izlemeyebilmek büyük mutluluk. 2000-2500 metrelerde yer alan Machu Picchu kasabası (bir başka ismiyle, Aquas Caliantes) gayet şirin, eğlenceli ve enerjik bir yer. Sabah erkenden Machu Picchu’ya doğru yola çıkıyoruz. Yolları düşen taşlar kapattığı için, 3 ayrı otobüs değiştirerek yine yaklaşık 1 saat içinde varıyoruz. Girişte içeriye çanta alınmıyor ve pasaport göstermek zorunlu (bunun karşılığında çıkışta isterseniz hatıra olarak Machu Picchu damgası vurabiliyorlar). Girişten hemen sonra, muhteşem bir manzara bizi bekliyor.

Machu Picchu (Yaşlı Dağ) ile Wayne Picchu (Genç Dağ) arasında kurulu bu gizemli İnka kenti tam bir mimarlık ve mühendislik harikası. Arada yağmur atıştırmakla birlikte, güneş yakmaya devam ediyor. Bu şekilde, 3-4 saat kadar İnka şehrini geziyor ve bilgi alıyoruz. 1438-1572 yılları arasında canlı kalan İnka kentinin niye yapıldığı ve sonunda niye boşaltılarak terk edildiği halen bilinmiyor. 1911 yılında Hiram Bingham keşfettiğinde bile burasını aradığı son İnka şehri sanıyor. Elbette değerli çalışmaları sırasında, bu şahane vadideki tonlarca altın, değerli eşya ve mücevherleri kendi kıtasına aktarmayı ihmal etmiyor. Ancak 1950’lerde son İnka şehrinin 100 km. kadar ötede olduğu ve buranın efsanelerde sözü edilen, İnka liderlerinin sığınağı ve medeniyetlerini istilasız yaşattıkları tek yer olan Machu Picchu olduğu anlaşılıyor.

 

İnkaların üç temel öğretisi “öğren, çalış, sev” şeklinde. Üç temel yasakları ise hiç yabancı gelmiyor; “tembellik yapma, çalma ve yalan söyleme”. Soyluların evleri ve tapınaklar dışında komün bir yaşam egemenmiş. Tarım amaçlı yapılan taraçalar ve güneşin hareketlerini hesaplamak için hazırlanan astronomik düzenekler etkileyici. Öğleden sonra yine Machu Picchu eteklerinde aldığımız yemeğin ardından dönüş vakti geliyor. 3 otobüsle kasabaya, oradan da tren ile Pachar’a kadar gidiyoruz. Normal şartlarda Machu Picchu ile Cusco’ya kadar tren ulaşımı mümkünken, yağışlar ve diğer doğal afetler nedeniyle demiryolunun bir kısmı kapalı ve arızalı. Bu yüzden, Pachar’dan sonra Cusco’ya kadar yaklaşık 64 kilometreyi karayoluyla tamamlıyoruz. Aklımızda Machu Picchu’nun sisler ardında bir görünen, bir kaybolan görüntüsü, huzur içindeyiz.

 Puno ve Titicaca gölü

Cusco’dan Puno’ya doğru uzunca (yaklaşık 7 saat) bir otobüs yolculuğu bizi bekliyor. 1 saat sonra, yolda Cusco’nun Andahuaylillas Kilisesini ziyaret ediyoruz. Altınlarla kaplı bu görkemli kilise içinde pek çok İnka motifini de (Tanrıları Güneş, Tumi hançeri, İnka haçı gibi) barındırıyor. Yolda 4500 metrelerde durduğumuzda, hemen önümüzde ve üstte, Cusco ile Puno eyaletleri sınırında, 5500 metrelik Chimboya dağının karlı zirvesiyle karşılaşıyoruz.

Puno 170.000 nüfuslu bir öğrenci kenti. Titicaca gölü ve üzerindeki yüzen Uras adalarına ulaştığımızda manzara yine büyülüyor. İçinde Keçuvalar, Aymaralar ve karma ırk mestizoların yaşadığı ve böylece 3 ayrı dilin konuşulduğu Titicaca kasabası 3825 metrede kurulu. 3810 metredeki Titicaca gölü ise dünyada üzerinde seyir yapılabilen en yüksek göl olma özelliği taşıyor. Toplam 85 adada 1300 kişi yaşıyor. Nüfusun sadece %30’u bizzat adada ikamet ediyor, geriye kalanı ise turistik açıdan kullanıyor. Titicaca gölünün en derin yeri 300 metre. Üzerinde 5 yüzen okul bulunuyor. Yüzölçümü 8500 km² olan göldeki yüzen köyler ve evler, totora adındaki sazlık benzeri bitki ile yapılıyor. Bu bitkiler yağışlar iyi gittiğinde 4 metreye kadar uzuyorlar. Ada halkı geçimini tamamen turizmden sağlıyor. Balıkçılığı ise sadece kendi ihtiyaçları için yapıyorlar. Bununla birlikte, elektrikten internete kadar artık ada da her türlü olanak var. Ada ilk defa Custo’nun burayı keşfetmesi ve National Geographic için fotoğraflamasıyla dünyaya açılıyor ve hemen ardından tüm dünya tarafından tanınmaya ve ziyaret edilmeye başlıyor.

 

 Peru Mutfağı

Peru mutfağında neredeyse her öğünde kişniş yeniyor, soğan ve sarımsak bol miktarda ve genelde yarı çiğ olarak servis ediliyor ve tuz oranı da bana göre oldukça yüksek.

Bir tür çiğ deniz ürünün denebilecek “ceviche”, büyük parçalı ve iyi pişirilmiş, yanında sosları ve yan ürünleriyle servis edilen dana yüreği “anticucho”, zeytinli ve patates püreli balık yemeği “pescado al olivar”, tuzlu soğanlı dana eti kavurması “lomo saltado” ve “pisco sour” denilen içeceklerini tatma şansım oldu. Ayrıca, Cusco’ya özel “Sauko” adında bir meyveden marmelat ve tatlılar yapıyorlar. Tadı ve görüntüsü böğürtlen ile üzüm karışımı. “Quinoa” adındaki tahıl ürünü ise, pirinç ile bulgur arasında, çok sağlıklı olduğu için şimdilerde modern dünyada kopan sağlıklı beslenme fırtınalarında gayet revaçta olduğunu biliyorum. Ve kaldığım yaklaşık 1 hafta boyunca, Peru’da neredeyse sigara içen tek bir insan evladı görmedim, bu biraz da yüksek irtifanın sigara dumanı ile birlikte çok daha etkili olmasından kaynaklanıyormuş. Ekonomik zayıflıklarına rağmen, yollar ve caddeler tertemizdi. Onlar daha ziyade koka çayı içiyorlar ve koka yaprağı çiğniyorlar.

Peru mistizminde, aynı zamanda, And kondoru, göğü, jaguar yeri ve yılan ise toprak altını temsil eder. Buna göre, biz jaguar boyutunda yaşarız ve ölünce yılan boyutuna geçiş yaparız. And kondorunun olduğu yer ise daha çok ütopyalarla ve Tanrısal kavramlarla süslenmiştir. Bizdeki gibi toprak ana (Pachamama) kavramı vardır ve kutsaldır.

Zengin kültürü ile Peru İnka atalarının izinde ve Avrupalı efendilerinin gölgesinde, Güney Amerika’nın mahzun bir çocuğu olarak yer ediyor zihnimizde.

Bu yazı 2014 yılının Şubat ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 84. sayısından alınmıştır.

Yazar : HALİT ÖMER CAMCI

Gezgin, ışık avcısı, oğlunun babası...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir