İlk kez yurt dışına çıkan bir seyyahın gözüyle İtalya seyahati ve Roma.
Yazı ve Fotoğraflar: Asiye Yılmaz
Hep merak ederdim, acaba ben de yurt dışına gidebilecek miyim diye. Mısır, Fas, Amerika vesaire… Aklımdan bir sürü ülke geçmişti ama İtalya’yı hiç hayal etmemiştim. Ta ki fotoğrafla ilgilenen bir grup arkadaşın aylardan beri Venedik Maske Festivali’ne gitmek için hazırlık yaptıklarını öğrenene kadar… Hatice’nin “Hadi sen de gel” teklifine kayıtsız kalamadım. Fakat yurt dışına çıkmak o kadar da kolay değildi. Kafamda izin, vize, bilet işlemlerini, masrafları düşünüp gözümde büyütürken bir akşam Özge’den gelen “Roma’ya ucuz uçak biletleri var, 15 tatilde gidelim mi?” mesajıyla işler değişti.
O gece Özge ve ben uyumamış birbirimize fotoğraflar gönderip 7 günlük gezi planını yaptık hatta bilet alma noktasına geldik fakat bir sorun vardı. Özge’nin eşi, benim 10 yıllık arkadaşım; Seyit’in bu plandan hâlâ haberi yoktu! Önce onu ikna etmemiz gerekiyordu. Birkaç saatlik çabamızın sonunda Seyit, Assassin’s Creed oyununun Floransa’da geçtiğinden bahsetmeye başlamıştı bile… Bunun üzerine bir diğer arkadaşım Buket’i de kandırarak 4 adet İtalya bileti aldık.
Gezi planı yaparken anladım ki bir ülkeyi gidip görmek kadar o ülkede göreceğin yerleri adım adım planlamak da bir o kadar keyifliydi. Biletten sonra en önemli şey kalacak yer konusuydu. Otel arama sürecinde her seferinde bir öncekinden daha uygun, daha merkezî yerler buluyorduk. Ve her gün eski rezervasyon iptal edilip, yeni rezervasyonlar yapılıyordu. Neyse ki bu süreci kısa tutup merkezlere yakın ve en önemlisi fiyatları uygun 3 ayrı otelde rezervasyon yaptık. Tek bir sorunumuz kalmıştı: Bu üç şehir arasında ulaşımı nasıl sağlayacaktık? Önce tren saatlerine ve ücretlerine baktık. Festival sebebiyle bilet fiyatlarının yüksek olduğunu fark edince araba kiraladık. Sıra pasaport ve vize işlemlerine gelmişti. Belki de gezinin en stresli ve yorucu kısmı bu süreçti. Bu sürecin sonunda bir devlet memurunun yurt dışına çıkmasının pek de kolay olmadığını bizzat yaşayarak öğrendik.
Bütün bu süreç boyunca içimde heyecan ve mutluluğun yanı sıra huzursuzluğun olduğunu da itiraf etmeliyim. Uçak havalanıp Roma’ya indiğimizi görmeden de bu huzursuzluğun, “ya olmazsa” fikrinin gitmeyeceğini biliyordum. Neyse ki tarihler 5 Şubat’ı gösterdiğinde dördümüz de sağ salim, gözümüz arkada kalmadan, elimizde valizlerimiz, sırtımızda sırt çantalarımız Sabiha Gökçen Havalimanı’nın kapısından içeri adımımızı attık.
Valizleri teslim, pasaport kontrolü derken uçağın içindeyiz. Havadan da fotoğraf çekerim düşüncesiyle çok korkmama rağmen cam kenarındayım. Uçak pistte hareket etmeye başlayınca sanki ilk kez uçağa biniyormuşum gibi heyecanlanıyorum. Biz heyecanla uçak ne zaman hızlanıp havalanacak diye beklerken uçak başlangıç noktasına geri dönüyor ve pilotun anonsu duyuluyor: “Sayın konuklarımız; yolculardan biri, kanattan sıvı damladığını görmüş. Önemli bir şey olmadığını düşünüp; kontrol amaçlı sizi 5-10 dakika bekleteceğiz.” Huzursuzluklarım yavaş yavaş hayat mı buluyor diye düşünürken gezi defterimi çıkarıp birkaç yazı karalıyorum. Sonuna da şu notu düşüyorum: “Hayırlısıyla Roma’ya ulaşmaya…”
Bazı şeyler bize birer işaret olabilir mi bilmiyorum ama birkaç dakika sonra pilotun “Uçağı değiştiriyoruz” anonsuyla sorunun pek de ufak bir şey olmadığını anlıyoruz. “O yolcu görmeseydi neler olurdu?” sorusu aklımızda, yeni uçağımıza doğru hareket ediyoruz. Uçağın ismini okuduğum an şaşırıyorum: HAYIRLI… Defterime düştüğüm not aklıma geliyor. Uçağın adına tekrar bakıyorum tam da not ettiğim gibi “Hayırlı”sıyla Roma’ya uçmaya hazırlanıyoruz. Bütün o huzursuzluklar sürecinde edilen duaların bizi koruduğunu düşünmeden edemiyorum.
Yaşadığım stresten sonra Özge’nin koluna yapışmış bir halde uçak yavaş yavaş hızlanıp havalanıyor. Artık bulutların üzerinde gökyüzünde süzülmekteyken biz de rahatlıyoruz. Kulaklığımı takıp, güzel bir müzik de açtıktan sonra keyifle, camdan etrafı izlemeye başlıyorum. Gökyüzünde camdan bakıp da benim yaşadığım hisleri yaşamayan yoktur sanırım. Sonsuz bir gökyüzü, karlı tepeleriyle birer noktaya dönüşmüş heybetli sıradağlar, sanki elle çizilmiş çizgilere dönüşmüş nehirlere bakarken “Bu evrenin bir sahibi var” diyorum. Bazen küçücük dünyalarımıza sıkışıp, evreni bizim gördüğümüzden ibaret. Kısa bir süreliğine gönderildiğimiz bu evrende başka yerleri, kültürleri keşfedebilmek tekrar nasip olsun diye dua ediyorum.
Artık Roma’dayız…
Keyifli 2 buçuk saatlik bir yolculuğun ardından İtalya topraklarına Roma Fiumicino Havalimanı’na ayak basıyoruz. Başka bir ülkenin topraklarında ilk kez bulunan ben, kısa süreli bir şaşkınlık yaşıyorum. Çat pat bildiğim İngilizce kelimeler bile aklımdan uçup gidiyor. “Bagajlar nereden alınıyor? Hangi yöne gitmeliyiz?” sorularını bile soramıyorum. Konuşmayı unutmuş, özgürlüğü elinden alınmış hissiyle, görevi, grubumuzun sözcüsü Seyit’e devredip köşeme çekiliyorum. Bu arada köşemde rahat durmayıp gezi boyunca şunu da sorsana, bunu da sorsana diyerek Seyit’i bunalttığımı; fakat dönüşe kadar bayrağı devralmaya yaklaştığımı belirtmeden geçmek istemiyorum.
İlk şaşkınlığımızı üzerimizden attıktan sonra kimselere sormaya gerek olmadığını fark edip kalabalığın gittiği yönü takibe başlıyoruz. İyi gözlem ve takibin sonunda bütün işlemlerimizi halletmiş olarak, valizlerimiz ellerimizde, çıkış kapısının önüne geliyoruz. Yarım saatlik bir taksi yolculuğunun ardından otelimizin sokağındayız. Daracık bir sokak, kapısı sarmaşıklarla dolu bir otelin kapısından içeri giriyoruz. Otel görevlisi Samir’in hoş karşılamasıyla apartımıza doğru yol alıyoruz. Samir, yeşil bir han kapısının önünde durunca şaşırıyoruz. Sıradan bir ev beklerken tarihî bir bina çıkıyor karşımıza. Yeşil kapıdan geçiyor, duvarları eski taşlarla örülmüş küçük bir kemerin odayı ikiye böldüğü, eski taş bir banyoya sahip, ufak mutfaklı bir apartın içine adımımızı atıyoruz. Tarihiyle ünlü bir şehirde özellikle arasak bulamayacağımız, otantik tarihî bir aparatta heyecanla birbirimize bakıyoruz. Eşyalarımızı yerleştirip annemin çıkmadan birkaç dakika önce zorla çantamıza tıkıştırdığı çiğ köfteleri yiyip, (evet, İtalya’da ilk akşam yemeğimiz pizza değil çiğ köfteydi) karnımızı doyurduktan sonra kendimizi Roma sokaklarına atıyoruz. “Mutlaka akşam görün” denilen yerlerin listesi elimizde, düşüyoruz yollara…
Roma Sokakları
Yolun başında ufak bir bocalamanın ardından dar sokaklardan geçerek girişinde çiçek dükkanlarının olduğu bir meydana çıkıyoruz. Karşımıza çıkan bu meydanın, Roma’nın en ünlü sokak pazarının kurulduğu Campo de Fiori Meydanı olduğunu anlıyoruz. Saat 7’ye yaklaştığı için sokak pazarı toplanmış, çiçekçiler de yavaş yavaş kapatmaya başlamış olduğundan, çiçek kokularını içimize çeke çeke yürümeye devam ediyoruz. Meydanın ortasında bir karaltı bizi karşılıyor. Yanına yaklaştıkça etraftan vuran ışıkların aydınlattığı, sonradan göreceğimiz heykellere göre kasvetli duran bir heykel karşımıza dikiliyor. Hakkında hiçbir şey bilmediğimiz (Kimdir? Neden heykeli dikilmiştir?) bu heykelin önünde Roma’daki ilk karemizi çektiriyoruz. Fotoğrafı çektirmiş yüzümde kocaman bir gülümsemeyle bir an kafamı heykele çeviriyorum ve elinde kitap, önüne bakan vakur duruşlu bu adamın hikâyesini merak ediyorum.
Bruno… Külleri Tiber Nehri’ne savrulan eski bir rahip. 17 yaşında bir din okuluna kayıt olup bir süreliğine rahiplik yaptıktan sonra yasaklı öğretilere ilgi duyup dünyanın evrenin merkezinde olmadığını, sonsuz bir evrende yaşadığımızı söylediği için kilise tarafından aforoz edilen, uzun bir kaçış sonrası yakalanıp bu meydanda yakılan biri. Kendisine ölüm kararı bildirilirken karşısındakilere “Ölüm kararımı okurken benden daha çok korktuğunuzu biliyorum” sözlerini söyleyecek cesarette biri. Kısaca hikâyesini de öğrendikten sonra Vatikan’ın tam karşına denk gelen bir yerde bütün mağrurluğuyla duran bu heykelin hâlâ bir şeyler anlatmaya devam ettiğini hissediyorum.
Tarihî binaların arasında dar sokaklarda dolaşıp yolumuzu bulmaya çalışırken, kolay yolu seçip önümüze çıkan bir Fransız turist grubunun peşine takılıyoruz. Grup uzaklardan gelen müzik sesine doğru hareket ediyor. Müzik giderek artan bir tonda bizi kendisine doğru çağırıyor sanki. Hareketli, kalabalık bir meydana çıkıyoruz. Haritaya bakınca Piazza Navona Meydanı’nda olduğumuzu anlıyoruz. Navona Meydanı’na ilk girdiğimizde ışıklandırmasıyla göz alan, Sant’Agnese in Agone Kilisesi ve onun önüne yerleşmiş 3 adet çeşme dikkatimizi çekiyor. Başlangıçta Aşk Çeşmesi sandığımız bu üç çeşmenin içinde en güzel ve en meşhuru olan Dört Nehir Çeşmesi (Fontanedeiouattro Fiumi) oluyor. Ortasında dikilitaş olan Berni’nin yaptığı çeşmedeki heykellerin eski dünyanın bilinen en büyük dört nehri olan Nil, Ganj, Tuna ve Plato nehirlerini simgelediğini sonradan öğreniyorum. Araştırma yaparken 19.yy’a dek meydandaki çeşmelerin giderlerinin kapalı ve meydanı su dolu olduğunu, burada zenginlerin tekne gezileri yaptığını okuduğumda, yaşadıkları lüksü hayal etmekte zorlanıyorum.
Dört nehir çeşmesini inceleyip fotoğrafımızı da çektirdikten sonra müziğin geldiği yöne doğru meydanda ilerlemeye başlıyoruz. Yol boyu sokak ressamları bize eşlik ediyor. Karşılarında birer kişi ışıklandırdıkları tuvallerine portrelerini çiziyorlar. Hayran hayran sokak ressamlarını izlerken önümüzden Ortaçağ kostümleri giyinmiş, şarkı söyleyip el sallayan insanlarla dolu bir at arabası geçiyor. Bir anda tarihî binaların arasında yüzyıllar öncesindeymişiz hissi yaşıyoruz. Onların ne yaptığını anlamaya çalışırken, ileride kurulan sahneye doğru gittiklerini fark edip bizde onları takip ediyoruz. Sahneye doğru ilerlediğimizde sokak sanatçılarının sahnelediği tiyatro gösterisinin bitip, sanatçıların seyircileri selamladığını, at arabasıyla geçenlerin de onlardan olduğunu görüyoruz. Tiyatro gösterisinin bitmesiyle beraber bizi buralara kadar sürükleyen müzik sesi de kesiliyor. Müziğin bitmesiyle beraber Navona Meydanı’nı arkamızda bırakıp yeni hedefimize doğru yol almaya başlıyoruz.
2000 yıllık yapı: Pantheon
Köşeyi döner dönmez uzaktan dev kubbeli yapı beni görmeden geçmeyin diye yanına çağırıyor. Yanına gittiğimizde Roma’da en çok merak ettiğim yapılardan biri olan Pantheon tüm ihtişamıyla karşımızda duruyor. Tanrılara adanmış, 2000 yıllık Panteheon’un içinde yer aldığı Rotanta Meydanı da Roma’daki diğer tüm meydanlar gibi çeşmeyle süslenmişti. Pantheon’un tam karşıdan fotoğrafını çekmek için ben de ortasında bir dikilitaş ve eteğinde heykeller bulunan bu çeşmenin yanında buluyorum kendimi. Tam karşıdan dev kubbenin ihtişamı kadar eski Yunan yapılarını anımsatan 16 sütunun taşıdığı giriş kısmının güzelliği de beni etkiliyor.
Sıra, Pantheon’un içini görmeye geliyor. Sütunlu kapıyı geçip içeri ilk girdiğimiz an kafalarımızı yukarı kaldırıp ortasında kocaman deliğin bulunduğu kubbeye bakakalıyoruz. Ayasofya’nın kubbesini ilk gördüğüm an hissettiğim şeyi burada da hissediyorum. Kubbenin görkemi nefesimizi kesiyor. Böylesi bir yapı, tasarım, hayal gücü o yıllarda tek bir amaç için bir araya gelmiş. “Tanrılara adanmak” için. Pagan döneminde tapınak olarak kullanılan Pantheon 7 yy. Roma döneminde kilise tarafından kubbesinin tam ortasındaki “Occulus” adı verilen delik nedeniyle şeytanın gözü ilan edilip vaftiz edilerek kiliseye çevrilmiş.
Antik çağa ait hâlâ ayakta olan 43 m çapındaki dünyanın en büyük kubbesinde bulunan kare şeklindeki bantların, gündüzleri içeri sızan ışıkla görsel bir illüzyon oluşturmasının yanı sıra kubbenin çökmesini de önlediğini öğreniyoruz.
Kubbeyi incelemeye ara verip biraz da etrafı gezmeye başlıyoruz. Gezerken karşımıza ünlü İtalyan krallarının (en ünlüsü Victor Emanualle II) ve ünlü ressam Raffaello’nun mezarlarının olduğu bölümler çıkıyor. Yavaş yavaş yorulduğumuzu hissedip günümüzde halen kilise olarak kullanılan Panthehon’un tahta sıralarına oturuyoruz. Yine hepimizin gözleri kubbede… Acaba delikten içeri yağmur giriyor mu sorusunu içimizden ilk kim soracak diye beklerken, soru, yan sıramızda oturan Türk çiftten geliyor. Sonradan öğreniyoruz ki Pantheon’un yaz-kış kapanmayan bu gözünden yağmur, kar ve rüzgârın girdiğini, ama zemine verilmiş çok hafif eğimlerle, içeri giren suyun bir cm çapındaki minicik gözlerden herhangi bir ıslak görüntü ya da su birikintisi bırakmadan gittiğini öğreniyoruz.
Aşk Çeşmesi’ne Gitme Vakti
Her seferinde artan hayranlığımızla Aşk Çeşmesi’ne doğru gidiyoruz. Dar sokakları geçiyoruz. Uzaktan kalabalığın ve suyun uğultusunu duymaya başladığımız an yaklaştığımızı hissedip heyecanlanmaya başlıyoruz. Sokağı bitirip köşeyi döndüğümüz an bütün ihtişamıyla Aşk Çeşmesi karşımıza çıkıyor. Üç işlek sokağın tam ortasında bir bina duvarından başlayıp tüm alanı kaplayan, içinde bir sürü heykelin bulunduğu büyüleyici bir çeşme. Bizim Aşk Çeşmesi olarak bildiğimiz aslında Türkçesi ‘Üçyol Çeşmesi’ olan bu yapının, söylenen bütün güzel sözleri hak ediyor.
Trevi Çeşmesi ve Heykelleri
20 m genişlikte 26 m yükseklikteki dünyanın en önemli Barok yapılarından olan Trevi Çeşmesi’nin tema’sı denizmiş. Çeşmenin üzerinde bulunan heykellerde, Neptün deniz kabuğu şeklinde bir at arabasında, Poseidon’un oğlu Triton da arabayı çeken deniz atlarını sakinleştirmeye çalıştırırken tasvir edilmiş. Burada şaha kalkmış at, okyanusun karışıklığını; sakin olan ise, huzur dolu dinginliğini simgelemekteymiş. Mitolojik hikâyesi olan çeşmeyi gündüz gözüyle görme fırsatımız olmadı ama gece ışık ve suyun uyumu da ayrı bir güzellik katıyordu. Okuduğum bütün yazılarda gece gündüz aşırı kalabalık olur diye gözümüzü korkuttuğumuz Aşk Çeşmesi mevsimin kış olması sebebiyle gayet sakin ve huzurluydu. Çeşmenin tam karşısına geçip izlemeye ve fotoğraf çekmeye başladığımız an kulaklarımıza etraftan Türkçe kelimeler gelmeye başlamıştı. Özge’nin “Sanki Taksim’e çeşme yapmışlar gibi hissettim, her tarafta Türkler ve Japonlar var” dediğini duyup gülümsüyorum. Kendimizi hiç de yabancı hissetmediğimiz bu ortamda bir efsaneyi de yerine getirmek için iniyoruz suyun kenarına. Hepimizin elinde önceden hazırlanmış bozuk paralar (benimki liraydı). Sırayla poz verip atıyoruz çeşmenin içine. Bir inanışa göre kim çeşmeye sırtını dönüp dilek tutar ve çeşmeye bozuk para atarsa o kişinin Roma’ya tekrar geleceği kesinleşirmiş. Her ne kadar klişe bir efsane olsa da bu yolla çeşmeden günlük ortalama 3000 Euro toplanıyormuş. Çeşmedeki paralar senelerdir çeşmede görevli bir kişi tarafından toplanıp belediye vasıtasıyla ihtiyaç sahiplerine dağıtılıyormuş.
Bir vecibe gibi para atma işini de hallettikten sonra meşhur Roma dondurmacısına gidip birer dondurma alıyoruz. Şubatta olmamıza rağmen hava gayet güzel olduğundan, keyifle dinlene dinlene dondurmalarımızı yiyoruz. Sırada Roma’nın bir diğer simgesel yapıtlarından İspanyol merdivenleri var.
İspanyol Merdivenleri
İspanyol Meydanı’na girdiğimizde uzakta bir çeşme görünüyor. Ünlü Fontanadella Barcaccia çeşmesinin yanına gelip kafamızı sağ tarafa çevirdiğimizde yukarıda ikiz kuleli Fransız Kilisesi Trinitadei Monti’yi, meydana ve merdivenlere ‘İspanyol’ denilmesine sebep olan İspanyol Büyükelçiliği ve ikisinin arasındaki 138 adet şık basamağı görüyoruz.
İspanyol merdivenlerini ilk gördüğüm an hayal kırıklığına uğradığımı söyleyebilirim. Daha önce gördüğüm fotoğraflardaki begonvillerle süslü, bir sürü insanın oturmak için bir köşe bulmaya çalıştığı yer gitmiş, yerine birkaç turistin oturduğu sıradan bir merdiven haline dönüşmüştü. İspanyol merdivenleriyle ilgili okuduğum bir yazıda buradaki merdivenlerin, şehrin koşturmacasından yorulmuş dinlenmek için oturanların, sevgililerini, dostlarını bekleyenlerin, yemeğini atıştıranların, güneşte uyuklayanların buluşma noktası olduğunu, Roma’nın en hareketli yerlerinden biri olduğunu okumuştum. İspanyol merdivenleri bu kış akşamında begonvilsiz, yalnız ve büyüsünü kaybetmiş gibiydi. İlk olarak geleneği bozmayıp merdivenlere oturup hem soluklanıp hem de fotoğrafımızı çektiriyoruz. Bizimkiler merdivenlere oturmaya devam edip, akşamın yorgunluğunu atarken ben tripodumu zorla da olsa kurup, acemi olduğum uzun pozlama denemelerimi yapmaya başlıyorum. Her şeyi ayarlayıp, saniyeler sonra çıkacak sonucu bekleyip, ilk denemelere göre fena olmayan sonuçları gördükten sonra merdivenler gözüme daha da güzel görünmeye başlıyor. Biraz dinlendikten sonra 138 basamağı çıkıp, tepenin manzarasını görmeye gidiyoruz. Fransız Kilisesi’nin önüne geldiğimizde karşımıza St. Peter Bazilikası’nın kubbesi ve ışıklandırılmış dar bir cadde manzarası çıkıyor. Sonradan ışıklandırılmış bu dar caddenin Roma’nın en ünlü, şık mağaza ve restoranlarının bulunduğu markalar sokağı Via Condotti olduğunu öğreniyoruz. İspanyol merdivenlerini bir de yukarıdan görüp, tepeden şehri ışıklandırılmış haliyle izledikten sonra artık dönme vaktinin gelmiş olduğunu ayaklarımız bize söylemeye başlıyor. Merdivenleri indikten sonra sadece vitrinlerine bakıp dudak uçuklatan fiyatları görebileceğimiz Via Condotti’ye uzaktan bir bakış atıp dönüş yolculuğuna başlıyoruz.
Ara sokakları geçtikten sonra işlek uzun bir caddenin başına geliyoruz. Caddenin sonunda ışıklandırılmış bembeyaz koca bir yapı duruyor. Biz bu akşamlık gezimizi sonlandırdığımızı düşünürken Roma yine bizi şaşırtıyor. Yolumuzun üzerinde olan bu bina Romalıların tarihi yapıyı bozduğunu düşündükleri için pek sevmediği 1885 tarihinde İtalya Krallığının ilk Kralı Vittorio Emanuele II anısına yapılan anıt. Yaklaştıkça büyüklüğü daha da ortaya çıkan mermerden yapılı anıtın ortasında Vittorio Emanuele Heykeli köşelerde de tanrıça Victoria’nın üstünde olduğu Dört At heykeli bulunuyor. Saat çok geç olduğundan anıtın içine de giremeyeceğimiz için yolun karşısına geçmeyip uzaktan bakıyoruz. İspanyol merdivenlerinden beri kurulu bir halde omzumda taşıdığım tripodumu açıp hemen uzun pozlama yapıyorum.
Apartımıza döndüğümüzde saat gece yarısına geliyor. Beş altı saatlik bir geziyle hızlı bir Roma turu yapmış olduğumuzu fark ediyoruz. Daha ilk akşamdan epey yer görmüşüz bile. Her tarafı tarih kokan bu şehirde daha görülecek çok yer, bizim ise sadece bir buçuk günümüz var. Sabah çok erken yola koyulmalıyız. Saatlerimizi kurup günün tatlı yorgunluğuyla başımızı yastığa koyuyoruz.
Roma’da İkinci Gün…
Gezinin heyecanıyla sabah saat çalmadan kalkıyorum. Dışarıdan gelen yağmur sesini duyduğum an bugünün planladığımız gibi gitmeyeceğini düşününce keyfim kaçıyor ve yorganı başıma çekip saatin çalmasını bekliyorum. Saatler tek tek çalmaya, herkes yavaş yavaş uyanmaya başlıyor. Yağmurun sesini duyan herkesin bir bir yüzü asılıyor. Yine de moralimizi yüksek tutuyor, yağmura karşı hazlıklarımızı yapıp kendimizi sokağa atıyoruz.
Yürürken sabah şikâyet ettiğim yağmurdan keyif almaya başlıyorum. Çantam, fotoğraf makinem yağmurluğumun altında güvende. Kısa bir yolculuğun ardından ileride Tiber Nehri üzerine kurulmuş, bizi karşıya geçirecek Santangelo köprüsü –bir diğer adıyla Melekler Köprüsü– görünüyor. Köprünün tam önünde de uzaklardan bile kolaylıkla fark edilebilecek büyüklükte Castel Angelo yer alıyor. Tiber Nehri’nin üzerinde bulunan yirmi köprü içinde en özelinin üzerindeyiz. Bernini ve onun öğrencilerinin yaptığı on tane melek heykelinin bulunduğu, Roma’nın araç trafiğine kapalı tek köprüsü, kara bulutların içinde daha bir gizemli ve ihtişamlı duruyor. Bu güzel görüntüyü fotoğraflayarak karşı kıyıya geçip Melekler Kalesi’nin (Castel Angelo) önüne geliyoruz.
İtalya yolculuğu için araştırmalar yaparken Roma Pass almanın kârlı olacağını okumuştuk. Turistler için hazırlanmış, ücreti 30 Euro olan bu kartla beraber üç gün boyunca bütün ulaşım araçlarının yanı sıra gireceğimiz ilk iki müze de ücretsiz, diğerleri ise indirimli oluyordu. Ayrıca Kolezyum gibi önünde saatler süren kuyrukların oluştuğu müzelere sıra beklemeden girilebiliyordu. Biz de Roma Pass alıp ücretleri 25 Euro’yu bulan Kolezyum ve Villa Borghese’ye ücretsiz olarak girmeyi böylece kartın kendini amorti etmesini planlamıştık. O gün Melekler Kalesi’nin önüne geldiğimizde turist noktasını gördüğümüz an ayrıntılı hesap kitap yapmadan Roma Pass’in işimize yarayıp yaramayacağını düşünmeden kendimizi şartlandırdığımız için mutlaka almamız gerekiyormuş hisleriyle Roma Pass’imizi alıyoruz. Öğleden önce Vatikan’ı bitirip öğleden sonra Kolezyum ve Borghese’ye girişlerimizi bu kartla yapmayı düşünüyoruz. Aradaki mesafeleri Vatikan’ın yarım günde gezilemeyeceğini hesap etmeyince, işlerin planladığımız gibi gitmediğini söylemeye gerek yoktur herhalde.
Elimizde Roma Passlerimiz; ilk girişi Kolezyum’da kullanıp kâr yapmak adına Melekler Kalesi’ne giriş ücretini ödeyip içeri giriyoruz. İlk zamanlarda ( M.S 2.yy civarında ) Roma İmparatoru Hadrian ve ailesinin mozolesi olarak yaptırılan ancak daha sonra( M.S 4.yy ) yıllar içinde papanın kalesi ve bir süre de hapishane olarak kullanılan kalenin tepesine bir melek indiği rivayetlerinden sonra, adı Aziz Melek Kalesi (Castel Sant’Angelo) olarak değiştirilmiş. Bu kale zaman zaman Roma’nın en güçlü tabyasının ve papalarının sığınağı haline gelmiş. Öyle ki kalenin altından Vatikan’da ki Aziz Petrus Bazilikası’na kadar uzanan bir geçit olduğu da söyleniyor. Ayrıca bizden tanıdık birinin, Fatih Sultan Mehmet’in oğlu Cem Sultan’ın sürgün yıllarını bu kalede geçirdiğini de öğrenip kaleyi gezmeye başlıyoruz. Merdivenleri çıkıp silindir şeklindeki kalenin ilk katını hızlıca geziyoruz. Gezerken dikkatimizi kalenin duvarlarındaki farklı yönlerdeki delikler çekiyor. Deliklerden baktığımızda kalenin etrafında olup bitenin net bir şekilde gözlendiği, aşağıdan geçen herhangi bir şeye kolayca hedef alınabilen bölümler olduğunu fark ediyoruz. Aziz Melek Kalesi’yle ilgili okuduğum “Mutlaka kalenin tepesine çıkıp Roma manzarasını izleyin” notunu hatırlayıp yukarılara çıkabileceğimiz bir kapı aramaya başlıyoruz. İlk katta yukarı çıkacağımız bir yer bulamayıp giriş katına iniyoruz. Kapı ararken idamların gerçekleştiği arka bölüme çıkıyoruz. Bizden başka kimsenin olmadığı, içimizi ürperten bu yerden hemen uzaklaşıyoruz. Bir ara herhalde kalenin tepesine çıkılmıyor diye düşünüp bu kadar parayı bunları görmek için mi alıyorlar diye aklımızdan geçiriyoruz. Sonra insanları gözlemleyip gittikleri yöne doğru onları takibe başlıyoruz. Takibin sonucunda biraz önce önünden geçtiğimiz ama giriş olduğunu fark etmediğimiz geçitten “Melekler Salonu” adı verilen geniş bir alana çıkıyoruz. Alanın tam ortasında kaleye adını da veren Mikail’in tasvir edildiği Raffaello’nun yaptığı melek heykeli yer alıyor. Heykeli geçip merdivenleri çıktıktan sonra, Tiber Nehri’ni, üzerindeki köprüleri ve Vatikan’ı görebileceğimiz balkonlardan oluşan bölüme geliyoruz. Kalenin duvarlarındaki pencere şeklindeki balkonlardan şehir birer tablo gibi karşımızda duruyor. Balkonların kenarlarındaki taşlara oturup bu manzarayı izleyip biraz fotoğraf çekiyoruz.
Aziz Melek Kalesi’ne Tırmanış
Vatikan manzarasına karşı keyif yaptıktan sonra kalenin tepesine çıkmak için merdivenleri tırmanmaya başlıyoruz. Günün tek tırmanışının bu olmadığını, daha bizi nelerin beklediğini bilmeden Aziz Melek Kalesi’nin tepesine ulaşıyoruz. Kalenin tepesinde ilk dikkatimizi kocaman bronz Mikail heykeli çekiyor. Efsaneye göre 590 yılında baş melek Mikail, mozolenin tepesine konmuş ve bu heykelde canlandırıldığı gibi kılıcını kınına koyarak vebaya karşı verilen savaşın bittiğini göstermiş. Bu nedenle de kalenin adı Aziz Melek Kalesi olarak değişmiş. Kalenin tepesinde sergilenmek üzere ilk heykel 1530 yıllarında Rönesans’ın önemli heykeltıraşlarından Raffaello tarafından yapılmış fakat bizim günümüzde gördüğümüz heykeli 1753’te Verschaffelt adında Belçikalı bir heykeltıraş yapmış.
Mikail heykelini inceledikten sonra manzara bizi yanına çağırıyor. Karşılaştığımız görüntü panoramik Roma. Her bir köşesinden ayrı bir Roma manzarasının görüldüğü bu kaleden beni en çok Tiber Nehri ve arkasında Vatikan’ın, Aziz Petrus Bazilikası’nın (St. Peter’s Basilica) göründüğü kare etkiliyor. Yağmurla uyandığımız bugünde tam da bu manzara karşısında kara bulutları aşıp karşımıza dikilen güneş; manzaraya daha da anlam katıp bu anı daha da güzelleştiriyor.
Villa Borghese Koşusu
Saat 15.30… Kolezyum’un saat beşte, Villa Borghese’nin saat yedide kapandığını düşündüğümüz için ikisine de yetişebilecek olduğumuzu düşünüp rahatız. Kolezyum’un giriş kapısını arıyoruz. Karşımızda Gladyatör kostümü giymiş fotoğraf çektirmek için bekleyen savaşçılar. Giriş kapısını birilerine sormaya karar veriyoruz. Sorduğumuz soruya aldığımız cevap bir anda keyfimizi kaçırıyor. Kışın en son ziyaretçi girişinin üçte yapıldığını öğrendiğimizde Roma’da geçirilecek kalan yarım günümüz elimizde siftahını bile yapamadığımız üç günlük Roma Passlerimizle birbirimize bakakalıyoruz. Ağlanacak halimize gülmeye başlayıp bir yandan da çözümler üretmeye başlıyoruz. Bugün kapanmadan Villa Borghese’ye geçip yarın sabah erkenden de tekrar Kolezyuma gelip Roma Passlerimizi kullanmakta kararlıyız.
Bu sefer de kış saatinden dolayı Villa Borghese’nin de erken kapanacağını düşünüp aceleyle başlıyoruz metro yolculuğumuza. Metronun Villa Borghese çıkışı bizi bir otoyolun ortasına çıkarıyor. Etrafta ne bir bahçe ne bir müze sadece arabalar karşılıyor bizi. Aşağı mı yukarı mı gitsek diye düşünürken, ağaçların yoğun olduğu bir tarafa doğru yürüyoruz. Hafif çamur olmuş bir yoldan geçerek atlarla dolu bir bahçenin ortasına çıkıyoruz. Kimsenin olmadığı sadece atlar ve sahiplerinin olduğu bu yerin internetten okuduğumuz meşhur yer olmadığını düşünerek “Villa Borghese’ye nasıl gidilir?” diye soruyoruz birine. Aldığımız “Tam da bulunduğunuz yer” cevabı hepimizi güldürmeye yetiyor. Sonra aradığımız yerin Villa Borghese içindeki bir müze olduğunu hatırlayıp müzeyi soruyoruz. Müzenin 1 km’lik bir mesafede ve kapanmasına on beş dakika kaldığını öğrendiğimiz an bugünlük koşuşturmacamızın bitmediğini anlıyoruz.
Nefes nefese kalmış bir halde kapanmasına bir dakika kala bilet kuyruğundayız. Sırtımızdaki yüklerimizi fotoğraf makinemizi bırakıp dünyanın ve Roma’nın en meşhur galerisine adım atıyoruz. İçeri girdiğimizde Galeri Borghese’yle ilgili bilgimizin çok az olduğunu fark ediyoruz. Rehber olmadan gezmeye çalıştığımız galeride heykellerin ve resimlerin yanında yazan kısa notları okuyarak anlamlandırmaya çalışıyoruz. Galerinin birinci katı heykellere ayrılmış. Burada kanlı Roma amfisinin örnekleriyle, Canova tarafından yapılan Pauline Bonaparte’un başsız heykeliyle, Bernini’nin mermerle elde ettiği ten dokularındaki muhteşem gerçekçiliğini gördüğümüz Davud ve Daphne’nin saçlarından ve ellerinden başlayarak ağaca dönüşmesini anlatan Apollo heykeliyle bu galeride karşılaşıyoruz. Birinci katı gezip, ikinci kata resimlerin sergilendiği bölüme geçiyoruz. Resim koleksiyonu da heykel koleksiyonu kadar güzel. Caravaggio’nun dramatik gölge ve ışık kullanımını görebileceğimiz resimlerin yanı sıra Raffello, Savolda gibi bir sürü ünlü sanatçının resimleri de bu üst katta sergileniyor. Bir şeyi itiraf etmek zorundayım; eserler hakkında ayrıntılı bilgim olmadan gittiğim bu sanat galerisinde bir an resimden heykelden ne kadar az anladığımı fark ediyorum. Bu galeriyi hakkını vermeden gezdiğimizi düşünerek bir saat gibi kısa bir sürede galeriden çıkıyoruz. Dışarıda gün batmak üzere, karanlık yavaş yavaş çöküyor. Günü bitirirken tek bir amacımız var, en yakın meydana ulaşıp karnımızı doyurmak. En yakın meydanın İspanyol Meydanı olduğunu öğrenip, orada daha önceden önerilen bir restorana ulaşmak için metroya gidiyoruz. Roma’da yediğimiz ilk ve tek akşam yemeğinde meşhur soslu makarnasının tadına bakıyoruz. Akşam da Campo de Fiori Meydanı’ndaki bir kafede kahve ve tiramisu keyfi yapıyoruz.
Kolezyum
Roma’daki üçüncü günümüz, arabayı kiralayana kadar sıkıntılı geçiyor. Aklımızda bir sürü sorular, valizlerimiz ellerimizde, yağmurda ıslana ıslana düşüyoruz Termini yollarına. İstasyona girip kiralama şirketlerinin olduğu bölüme geldiğimizde tek bir şirketin önünde kuyruk olduğunu görüyoruz. Kuyruğun olduğu yer de bizim şirket çıkıyor. İçimizden güvenilir olmasa bu kadar kuyruk olmaz diyerek biraz kendimizi rahatlatıyoruz. Sorduğumuz bütün sorulara aldığımız güvenilir yanıtlardan sonra başımıza gelebilecek bütün aksiliklere karşı sigortalattığımız bir arabayı kiralıyoruz. Eşyalarımızı koymak için otoparka gittiğimizde bizi bir sürpriz karşılıyor. Kiraladığımız araba sıfır kilometre bir araç çıkınca, sabahtan beri yaşadığımız sıkıntının mükâfatı olduğunu düşünerek eşyalarımızı bırakıyoruz.
Kiraladığımız arabayı sorunsuz almış olmanın rahatlığıyla Termini’den Kolezyum’a metroyla ulaşıyoruz. Dün gelip elimiz boş döndüğümüz kapıdan Kolezyum’a giriş yapıyoruz. Sağ tarafta uzanan kuyruğun yanından elimizi kolumuzu sallayarak boş olan Roma Pass girişine geliyoruz. Roma Pass, bizi saatler sürebilecek bir kuyruktan kurtarıyor.
M.S. 72 yıllarında yapılan 50.000 kişi kapasiteli bu arena 2007 yılında dünyanın yedi harikası arasına girmiş. Heyecanla merdivenleri çıktığımızda karşımıza çıkan manzara bizi biraz şaşırtıyor. Gladyatör filminde gördüğümüz gibi bir arena görmeyi beklerken zemin tabanı zaman içinde çökmüş, zemin altında bulunan tüm kanallar ve odaların açıkta bulunduğu duvarları çökmüş bir yapıyla karşılaşıyoruz. Aslında böyle bir yapının günümüze ulaşması bile mucize.
Roma’da geçirdiğimiz iki tam günün ardından görülmesi gereken yerleri koşturarak da olsa gördük…
VATİKAN
Dünyanın en küçük ülkesi Vatikan’dayız. Biz bu küçük devletin başkanı, Katolik dünyanın ruhani lideri Papa Benedict’in büyük kararlar verme aşamasında olduğunu ve Vatikan’ın önemli değişikliklere gebe olduğunu bilmeden gezimize başlıyoruz.
Vatikan’la, Roma arasındaki sınırı oluşturan; San Pietro Meydanı’nın iki ucu arasında dizili, beyaz traverten taşların yanından elimizi kolumuzu sallayarak; sınırı geçtiğimizi bile anlamadan San Pietro Meydanı’na giriş yapıyoruz. Herhangi bir pasaport kontrolü ya da aramanın olmadığı meydanda sadece İtalyan polisler geziniyor. Diğer kısımlar ise Papa’ya özel İsviçreli muhafızlar tarafından korunuyor. Gezimizin birçok noktasında Michelangelo tarafından tasarlanmış mavi, kırmızı, turuncu renkli ilginç üniformalı bu muhafızlarla karşılaşıyoruz.
Mimar Bernini 1656-1667 yılları arasında, 284 traverten sütun ile üzerindeki 140 aziz heykelini tamamladığı, ortasında Mısır’dan getirilen 25 m yükseklikte kırmızı granitten dikilitaşın bulunduğu San Pietro Meydanı dünyadaki en büyük meydanlardan biri. Papa’nın görevi devralması töreninde yeni Papa’yla tanışmaya, onu dinlemeye dünyanın dört bir yanından gelen 1 milyon kişi bu meydanı doldurdu.
Meydana adımımızı atar atmaz Bernini’nin eseri olan meydanı fotoğraflamaya başlıyorum. Ben kendi keyfimle uğraşırken Özgeler ise kuyruk telaşında. 2-3 saat süren kuyruk sıralarını okuduğumuz için korkuyoruz ama neyse ki şansımıza hızlı ilerliyor. Kuyruk boyunca kıyafet uyarılarıyla karşılaşıyoruz. Vatikan’a dizlerin ve kolların görünmediği kapalı kıyafetlerle girildiğini sıkı bir kontrolden geçtikten sonra öğreniyoruz. Kısa bir aramanın sonunda herhangi bir giriş ücreti ödemeden içeri giriyoruz (ücretler çıkışta ödeniyor).
Asansörle çıkma imkânı varken bizim yürümeyi tercih ettiğimiz merdivenleri ‘şimdi bitti, bu köşeyi dönünce bitecek’ diye diye çıkıyoruz. Asansörlerin bittiği noktaya geldiğimizde hepimiz soluk soluğa kalıyoruz. Keşke 2 Euro daha verip asansörle çıksaymışız, konuşmalarıyla dünyanın en büyük kiliselerinden birinin içini tepeden görebileceğimiz bir balkona çıkıyoruz. Kafeslerin ardından kilisenin içine, aşağıya baktığım ilk an içim ürperiyor. Aşağıda nokta kadar kalmış insanla, her tarafı devasa resimlerle süslenmiş, bu ana kadar gördüğüm en büyük kiliseyle karşılaşıyorum. Balkonun duvarları da mozaiklerden oluşan tasvirlerle dolu, onları da inceledikten sonra bizi bekleyen 320 adet, tek kişinin sığabildiği dar merdivenlerden habersiz 42 m çaplı kubbenin tepesine çıkış yolculuğumuza başlıyoruz.
Sadece bir kişinin sığabileceği bazı yerleri iki büklüm bir şekilde çıkılan, yolu kapatmamak adına durup soluklanmanın mümkün olmadığı bu yolculuğu soluk soluğa, birbirimize seslenmeye takatimiz kalmamış bir şekilde tamamlıyoruz. Karşımda duran manzara benim için çektiğim bütün o zahmete değmişti. Aziz Petrus Meydanı, dikilitaş, heykeller, sütunlar hepsi bir ahenk içine bir şeyler anlatılıyordu. Kubbenin etrafını dolaştıkça her yönde ayrı bir Roma manzarası karşımıza çıkıyordu. Ama zaten dar olan kubbenin balkonunda turistlerin oluşturduğu kalabalığı da görünce fazla kalamadık.
Aziz Petrus Bazilikası
İsa’nın on iki havarisinden biri olan Petrus’un gömülü olduğuna inanılan yere inşa edilen ve ismini bu havariden alan dünyanın en büyük Katolik kilisesi, Aziz Petrus Bazilikası’nın içine girer girmez çeviriyoruz kafalarımızı yukarıya. Michelangelo, Raffaello, Giuliano, Bernini ve daha birçok usta mimarın elinden çıkan Aziz Petrus Bazilikası’nda gelen her bir papa, kendi isteklerine göre bu büyük sanatçılara bir şeyler ekletmiş. Ve bugünkü halini almış. Bu büyük sanatçıların yaptığı tavan resimlerini ve heykelleri inceleyerek başlıyoruz gezmeye. Katedralin içi haç çeklinde düşünülmüş. Her bir haçın ucunda tahta oturaklarla dua köşeleri bulunuyor. Gezerken üzerinde büyük bir haç ve haçın altında siyah bir kare bulunan bir kapıyla karşılaşıyoruz. Bu kapıya Cennetin Kapısı deniyor. Papa her 25 yılda bir, siyah kareye balyozla vurup kapı üzerine örülmüş duvarı yıkarak kapıyı açıyormuş. Etrafı gezdikten sonra kalabalığın yoğunlaştığı bazilikanın tam ortasında kubbenin hemen altına denk gelen bölümde Bernini’nin yaptığı 4 sütunlu bronz kirişlerden oluşan tahtın yanına gidiyoruz.
Katedralin apsis denilen bölümünde (camilerdeki mihrap kısmının karşılığı) yer alan bu tahtın önünde yine Bernini’nin bronz ve mermerden yapılı Aziz Petrus kürsüsü ve VII. Papa Urbanus için yaptığı mezar karşımıza çıkıyor. Bazilikada tek mezarın burası olmadığını Bazilika altının Papa mezarları ve çok sayıda şapelden (Hıristiyanlıkta önemli hizmetleri olanların mezarları) oluştuğunu öğreniyoruz. Daha derindeki nekropolis ise, Aziz Petrus’un gömülü olduğu yermiş.
Çıkış yolundayken kalabalığın siyah bir perdenin arkasındaki bir bölüme akın akın girip çıktığını görüyoruz. Mutlaka görülmeye değer bir eser vardır diyerek giriyoruz kalabalığın içine. Siyah perdenin arkasında karşımıza cam bir fanusun içinde Bazilikanın en değerli hazinesi Michelangelo’nun 1500’de yaptığı meşhur “La Pietà” çıkıyor. İtalya gezisi boyunca çeşitli resim ve heykel tasvirleriyle karşımıza çıkan Pietaların kucağında çarmıha gerilip ölmüş Hz. İsa’yı tutan Meryem Ana’yı anlattığını öğreniyoruz. Bu heykel yapılana kadar yaşlı bir kadın olarak tasvir edilen Meryem Ana bu eserde gencecik bir şekilde görülüyor. Michelangelo bu eseri Meryem’in bakireliği ve saflığı sayesinde gençliğini muhafaza ettiğini düşünerek bu şekilde tasvir etmiş. Michelangelo ilk denediği 3 mermer bloğun istenmedik bir yerden kırılması üzerine, başladığı dördüncü mermer bloğun sonunda tamamlamayı başarmış. Bu en meşhur Pietà’nın Michelangelo’nun kendisi için taşıdığı büyük anlam, onun sanatçının imzaladığı yegâne eser olmasından bellidir. Meryem’in kıyafetini bir arada tutan kuşağın üstüne yonttuğu imzasını kalabalık nedeniyle yanına yaklaşamadığımızdan göremiyoruz.
Vatikan Müzesi
Kaybettiğimiz zamanı koşarak aşmaya çalışıyoruz. Vatikan müzesinin girişinin arka tarafta olduğunu öğrenip dışarıdan, Vatikan duvarlarını takip edip bütün Vatikan’ın çevresini dolaşıp müzenin giriş kapısını bulup bir yoldan yukarı çıkıyoruz. Aşağı baktığımızda yolun siyah beyaz iç içe geçmiş elips şeklinde göründüğünü fark ediyoruz. Siyah beyaz merdiven bizi Vatikan’ın arka bahçesine çıkarıyor. Yemyeşil ağaçların arasında arkada bazilikanın kubbesi manzarası önünde fotoğraf çektirip giriyoruz yedi kilometrelik Vatikan müzesine.
Yedi kilometrelik müze çeşitli bölümlerden oluşuyor. Müzenin içinde en dikkate değer olan bölümle, içinde Mısır koleksiyonunu bulunduran Antik Sanat bölümü, Hıristiyanlığın ilk dönemine ait örneklerin sergilendiği Hıristiyan Sanatı bölümü, 1473 yılında inşa edilen adını Papa Sixtus IV’ten alan Sistine Şapeli ve Papa Julius II’nin görevlendirdiği Raphael’in dekore ettiği 4 oda, Raphael Odaları. Bizi giriş kısmında Antik Roma’dan kalma heykeller karşılıyor. Yol boyunca çeşit çeşit heykelleri inceleyerek yürüyoruz. Yorucu ve hızlı yürüyüşümüzün ardından Sistine Şapeli’ne geçiş yapacağımız Vatikan bahçesine çıkıyoruz.
Sistine Şapeli
Bahçeye girdiğimiz an tam ortadaki bronz top dikkatimizi çekiyor ve ne olduğunu anlamaya çalışıyoruz. Yorgunluktan bir adım daha atamayacak halde olan bizimkiler buldukları boş bir banka oturuyorlar. Bu topun ne olduğunu öğrenmek bana düşüyor. Arnaldo Pomodora isimli bir sanatçı tarafından yapılmış olan “Küre içinde küre” ismini verdiği bronzdan yapılmış bir heykel olduğunu öğreniyorum. Sanatçının diğer eserleri de dünyanın çeşitli yerlerinde ünlü müzelerde sergilenmekteymiş.
Büyük kemer sütunların olduğu merdivenlerden yukarı çıkıp, ışıklandırmasıyla altın işlemeli gibi duran tavan süslemeli yola giriyoruz. Çeşitli tasvirlerle dolu bu tavanda hangi resme bakacağımızı şaşırıyoruz. Ardından dev halıların olduğu bir koridora giriyoruz. Yaklaşık 2,5 m yüksekliğinde, önemli hikâyelerin tasvir edildiği halıları inceledikten sonra sıra Sistine Şapeli’ne geliyor. Fotoğraf makinelerimizi çantalarımıza koyup merdivenlerden aşağı iniyoruz. Sessizliğin hâkim olduğu herkesin kafası yukarıda bir şeyleri incelediği bir odaya adımımızı atıyoruz. Micehelangelo’nun sanatını konuşturduğu Sistine Şapeli’nin tavanına bakarken yerlerinden çıkıp canlanacakmış gibi duran resimler, hipnoz etkisi yaratıyor. Âdem’in yaradılış freski, şapeldeki en bilinen kare. 4 sene boyunca tek bir kişiyi Şapel’e sokmadan eğimli bir iskele üzerinde tavanı boyayan Michelangelo bu freskte ayrıca ışığın karanlıktan ayrılması, güneş ve ayın, Âdem’in ve Havva’nın yaratılması, Nuh tufanı sahnelerini ve bu sahnelerde de 343 insan yüzü ve figürünü tek başına çizmiş. Şapel’e girince sırtınızı verdiğiniz duvarda Michalengelo’nun “Son Yargı” ve “Mahşer Günü” freskleri yer alıyor. “Mahşer Günü” adlı eseri tavan süslemelerinden tam 26 sene sonra Sistine Şapeli’nin sunak duvarına resmeden sanatçı, eseri tam 6 senede bitirmiş. Michalengelo esere imzasını atmak için (kilise için yaptığı bir eserin sağ alt köşesine adını yazamayacağından) kendisini İsa’nın sağ alt köşesinde yer alan derisi yüzülmüş birisi olarak resmetmiş. Hristiyanlar için çok önemli olan bu şapel, yıllarca pek çok gizli toplantıya ev sahipliği yapmış. Geçtiğimiz günlerde de 115 kardinal yeni Papa’yı seçmek için bu şapelde toplandı. Yapılan görüşmeler ve gizli oylamalarda ilk dört turda sonuç çıkmadı ve Sistine Şapeli’nin bacasından çıkan siyah dumanla sonuç alınamadığı insanlara duyuruldu. 5. tur sonucunda şapelin bacasından çıkan beyaz duman bu işin sonuçlandığını, bekleyen kalabalığa ilan ediyordu. Önemli toplantılara ve tarihe tanıklık eden bu şapelde yaklaşık yirmi dakika kaldıktan sonra müze gezimizi sonlandırıyoruz.
Vakit çok daraldığından meşhur spiral merdivenleri aramaya fırsatımız kalmıyor. İçimde fotoğrafını çekip göremeden gideceğim spiral merdivenlerin üzüntüsü, çıkışa doğru gidiyoruz. Çıkış yolumuzun o merdivenler olduğunu görünce on beş dakikamı fotoğraflamaya ayırıyorum.
Tüm yorgunluk, açlık ve koşturmacalara rağmen güzel anılarla yurda dönerken, hepimiz ilk fırsatta yeni ülkeler görmenin arzusuyla hayallere dalıyoruz…
Bu yazı 2013 yılının Mayıs ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 75. sayısından alınmıştır.