Erkam Bülbül: Şöyle söyleyelim, bu galaksi mevzusu nereden başladı? Gezi tutkusu mu başladı, yoksa programdan sonra mı başladı gezmek?
Gülhan Şen : Gezmek bence zaten kaderimde var olan bir şey diye düşünüyorum geri dönüp baktığımda. Çünkü henüz 11 yaşında doğduğum topraklardan, Bulgaristan’dan, zorunlu bir göçle Türkiye’ye gelmek zorunda kaldım. İlk yurt dışı seyahatim böylece Türkiye’ye gerçekleşmiş oldu. Çalışma hayatıma da Radyo-Televizyon-Sinema okuyup, muhabir olarak başlamıştım ve seçtiğim iş dolayısıyla çeşitli vesilelerle yurt içi ve yurt dışı seyahatlerinde bulundum. Televizyon haberciliği ve programcılığı üzerine bir eğitime katılmak için Reuters Haber Ajansı’nın merkezine, Londra’ya gittim.
Aldığım ilk doğru düzgün maaşla arkadaşlarımla Uzak doğu seyahatine çıktım. Hatta gezginliğin yazgımda olduğuna dair daha çarpıcı bir anım da var; Özen Film’in internet sitesinde bir filmle ilgili sorduğu soruları doğru yanıtlayarak, binlerce kişi arasından Paris seyahati kazanmıştım. Yani hem bir tutku var içimde gezmeye karşı, hem de kader bir şekilde böyle olmasını gerektirmiş diye düşünüyorum.
Bu program nasıl başladı diye sorarsanız da hikâyesi şöyle… Bundan önce kanalımıza Zamanın Ruhu: Zeitgeist adında başka bir program yapıyordum, o iki yıl sürdükten sonra yeni bir şeyler yapmak istedim.Ve aslında bir seyahat programını kendi tarzımla içine mizahi ve eğlenceli dokunuşlar katarak belki alışılagelmişten çok farklı bir şekle büründürebileceğimi düşündüm. Bu şekilde bir öneriyle kanalıma gittiğimde onlar da çok beğendiler “Bir yap bakalım nasıl olacak bu işin sonucu” dediler ve böylece Gülhan’ın Galaksi Rehberi başlamış oldu.
E.B.: Peki program başlayalı kaç bölüm oldu?
G.Ş.: Bu sene beşinci sezonunu doldurdu program. 118 bölüm yaptık.
E.B.: 118 bölüm kaç ülke ?
G.Ş.: Ben toplamda gezdiğim ülkeleri hesapladım, yani program için gezdiklerimin yanında kişisel olarak gezdiklerimi de ekleyerek söylüyorum, 79 ülke 300’e yakın şehir gezdim. Hatta böyle kilometrelerini de hesaplamıştım. Dünyanın etrafını 16 kez dolaşmış kadar yolculuk etmişim.
E.B.: Böyle şeyleri hesaplıyor musunuz? Yani var mı böyle tutkularınız?
G.Ş.: Bazen röportajlarda merak edilip sorulduğu için bir süre sonra ne kadar zaman kat ediliyor, ne kadar kilometre kat ediliyor hesabını tutmaya başladım. Öncekileri de hesaplayarak böyle bir istatistiki veri çıkarmıştım. İşte 16 kez dünyanın çevresini dolaşmış kadar gezmişim yani.
E.B.: Şimdi 79 tane ülkeden bahsediyorsunuz, bu dünyanın büyük bir kısmı demek. Nerdeyse ayak basmadık yer bırakmamış denilebilecek, yani en azından bir bölge olarak baktığımızda öyle diyebilecek bir haldesiniz. Neresini çok sevdiniz dünyanın? Neden çok sevdiniz, size o çok sevdiğiniz yeri ayrı kılan şey ne?
G.Ş.: Aslında bu çok zor bir soru. Hatta gezginlerin en sık karşılaştığı ama cevaplamakta en zorlandıkları sorudur. Çünkü birçok yer gördükten sonra buna tek bir cevap vermek gerçekten mümkün değil. On tane rengin olduğu bir renk paletinden bir tanesini seçmeniz istense sizden belki gönlünüze bir tanesi daha fazla yatar. Ama o palet yüz tane rengi barındırıyorsa belki birkaç tanesini seçmek zorunda kalırdınız. İşte benim için de öyle, tek bir yer söylemem mümkün değil. Kategorize ederek söyleyebiliyorum, işte doğa güzellikleri bakımından etkilendiğim, tarihi anlamda, sosyolojik, kültürel anlamda etkilendiğim veya popüler kültürü yansıtması açısından etkilendiğim pek çok farklı yer var.
E.B.: Şöyle soralım o zaman, bu 79 ülkeden hangisinde yaşamak isterdiniz? Yani sonucunda renk paletinden evet birçok rengi seçebilirsiniz ama birine karar verseniz de o renkle artık anılacak olsanız bir rengi seçersiniz. Yaşamak isterseniz dünyanın neresinde yaşamak isterdiniz?
G.Ş.: O zaman 79 ülke gezmiş biri olarak yaşamak için eğer bir yer seçmem gerekseydi o yine Türkiye-İstanbul olurdu. Ki öyle zaten! Ve bu şey bir cevap değil, daha önceden insanlara hoş görünmesi için söylendiğini sandığım bir cevap değil… “Bütün dünyayı dolaştım ama İstanbul kadar güzeli yok” diyen gezginleri duyduğumda tabiî ki öyle diyecekler diye düşünürdüm ama doğruymuş. İstanbul, değişik değişik şehirlerde beni etkileyen farklı kategorilerdeki her şeyi barındıran büyüleyici bir şehir! Yani doğal güzellik derseniz doğal güzellik var, tarihi anlamda da o kadar zengin ki… Üstelik 24 saat her an, her şeyi bulabileceğiniz, her şeye ulaşabileceğiniz, her daim canlı bir şehir. Türkiye’yi de karış karış gezmeye kalkarsanız belki de dünyanın pek çok yerindeki farklılıkları aynı topraklarda barındıran bir ülke göreceksiniz. Yani Afrika’daki bir köyde denk gelebileceğiniz bir manzarayı görme olasılığınız da var, Amerika’da Las Vegas’da karşılaşabileceğiniz bir manzarayı da. Ülkemiz hakikaten çok zengin ve ilginç bir mozaik.
Ben aynı zamanda Avrupa Birliği vatandaşıyım, belki pek çok kişi bunu başka bir ülkede yaşamak veya çalışmak için kullanırdı ama ben hayatımın şu döneminde yaşamak için seçtiğim ve istediğim yerdeyim. Tabii ki çok güzel yerlerde bulununca belki başka bir zamanda kısa süreliğine orada da yaşamayı düşünebilirim ama İstanbul benim hemen kısa süre sonra özlediğim bir yer. Seyahatlerde on gün geçtikten sonra İstanbul’da olmayı özlüyorum… Her seferinde köprünün üzerinden geçerken başımı kaldırıp ne kadar güzel bir şehirde yaşadığımızı bir kez daha hayranlıkla izliyorum ve aşağı yukarı her geçişimde de cep telefonumla bir fotoğraf çekmeyi alışkanlık edinmiş sayılırım.
E.B.: Peki gezmekten bıktığınız oldu mu yani yurt dışındayken “ya artık yeter, yoruldum galiba” dediniz mi? ( Gülüşmeler)
G.Ş.: Muhakkak! Yani çok yorucu bir iş. Seyahat etmek, aslında insanların ne yazık ki senede bir yaptıkları tatilleri ile karıştırdıkları bir şey. Sadece dinlenmek, tatil yapmak için gittiğimiz bir geziyle, bin tane sorumluluk yüklenerek gittiğimiz bir seyahatin arasında çok büyük farklar var. İş için bir yerde olduğunuzda orada zamanla büyük yarış içerisindesiniz, farklı imkansızlıklarla mücadele içerisindesiniz. Belki yorgunluğunuz, belki moralinizin bozukluğu, belki sağlığınız gibi içinde bulunduğunuz tatsız halet-i ruhiyeyle mücadele içindesiniz. Sınırlı, kısıtlı bütçeyle işinizi en iyi şekilde yapma savaşı veriyorsunuz… Ve bazen de tüm bunları baltalayan kendi mükemmeliyetçiliğinizle kavgaya tutuşabiliyorsunuz. Dolayısıyla çok yorulup, çok sızlandığım zamanlar da olmuştur yurt dışındayken. Ve tabii bir de sürekli özlem içinde olduğumu unutmayalım, ailemden, sevdiklerimden sürekli uzakta olmak beni hüzünlendiriyor bazen…
E.B.: Bırakmayı düşündünüz mü ? “Ya yapmayacağım bu işi daha” diye.
G.Ş.: Bazen “İşiniz ne güzel, ne güzel geziyorsunuz, hem de para kazanıyorsunuz” diyenler keşke şu an ne halde olduğumuzu görseler dediğimiz çok olmuştur kameraman arkadaşımla. Koşturmaktan yorgun, bitkin düşmüş, oturup bir fincan kahve dahi içmeye fırsatımızın olmadığı yerlerde, zamanlarda sarf ettiğimiz çalışma performansını gördüklerinde eminim pek çok kişi şaşıracaktır. Ve aslında ekranın arkasında bu kadar meşakkatli bir süreç olduğuna inanamayacaktır diye düşünüyorum. Ama işimi bırakmayı tabi ki düşünmedim. Birincisi zaten her iş göründüğü kadar basit değildir, her işin zorlukları vardır. Ve daha önemlisi de televizyonculuk benim çok severek yaptığım mesleğim! Bir heves ya da hobi değil… İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi, Radyo-Televizyon-Sinema Bölümü mezunuyum, bu işi yapmak için yola en başından koyulmuştum. Ve bana belki kendi imkanlarımla gidemeyeceğim dünyanın en güzel köşelerine gitme imkanını sağlayan işimi bir lütuf olarak görüyorum… En zor, en yorucu anlarda bunu düşünüyorum, mutlu oluyorum, enerji doluyorum. Bir de insanların çekimlerimizi izlediği zaman alacakları mutluluğu, dünyayı keşfetmek için duyacakları heyecanı düşününce neşem yerine geliyor.
E.B.: Peki, beş yıldan beri süren bir programdan bahsediyoruz. 118 tane de bölüm olmuş, Allah bereketlendirsin. Halen daha izlenebilir bir program olmayı neye bağlıyorsunuz? Yani şöyle söyleyeyim, bir çok gezi programı var, bir çoğu geliyor ve gidiyor ama siz beş yıldan beri program yapıyorsunuz, 118 tane bölüm yapıyorsunuz, halen daha da yapmaya devam ediyorsunuz ki halen daha insanlar da izlemeye devam ediyor bundan zevk alıyorlar. Sizce farklı olan şey neydi sizin programınızda?
G.Ş.: Farklı olan şey… Gezi programları eskiden daha didaktik bir dille yapılıyordu. İzleyiciye sanki oradaymış, adeta orada geziyormuş, sunucuyla birlikte orada olanları onlar da yaşıyormuş hissiyatını fazla geçiremiyorlardı; sunucular sadece yazılanları okuyormuş izlenimi veriyorlardı diye düşünüyorum. Ben sanırım tersini başardım. Eskiden de bunun bir tek istisnası vardı benim için, o da Barış Manço’ydu. Çünkü o hakikaten gezme işini yedi yaşındaki bir çocuğun da, yetmiş yaşındaki bir izleyenin de anlayabileceği bir üslupta, tatlı ve anlaşılır bir dille anlatıyordu. Sanatçı olmasının verdiği katkıları da ortaya koyarak… Ben de kendi adıma, hem bilgilendirici olan, hem de insanların izlerken eğlenip, adeta benimle orada geziyormuş hissiyatına kapılabilecekleri bir program yapmak istemiştim. Bunun yönteminin de o an içimden geçenleri olduğu gibi yansıtmak olduğunu düşündüm. Bir sunucu gibi davranmayıp gezdiği ortamın tatlı, tatsız, komik, dramatik, acı ya da neşeli bütün atmosferini seyahatteki bir insan nasıl hissedecekse ben de onu o şekilde aktarmalıyım mantığını sürdürdüm programda. İlk başta bu yadırgandı! Çünkü bu doğal tarza alışık değildi izleyiciler ve de bazılarına şımarıkça bile geldi bu tutum ama zamanla aslında bunun şımarıklık değil içtenlik ve doğallık olduğunu anladı devamlı izleyenler. Ve şu an bana yazılan en güzel iltifatlardan biri şu: “Biz sizi izlerken yüzümüzde bir gülümseme beliriyor, hiç aklımızda olmayan bir yere bile gitmeyi, orayı görmeyi istiyoruz programınızı izledikten sonra.” Bu hakikaten benim en çok gurur duyduğum şeylerden biri. İnsanlara seyahat kültürünü aşılamak, gezmenin verdiği o heyecanı, o merakı hissettirmek, tattırmak. Bunu başarabiliyorsam gerisi her televizyon programında olduğu kadar gelip geçici ne yazık ki… Yani tarihler, isimler, bilgiler belki uçup gidecektir kafalarından ama o hissiyat ve aldıkları mutluluk, aldıkları enerji, duygu geçmeyecektir.
E.B.: Bir tatlı seda bırakmak yani.
G.Ş.: Bir tatlı seda bırakabiliyorsak programdan sonra izleyicilerimizin kafasında, o en büyük başarı yani.
E.B.: Peki gelecek için düşündüğünüz bir projeniz var mı? Yani program dışında bir şey düşünmedim mi diyeceksiniz yoksa ? (gülüşmeler)
G.Ş.: Yani şöyle, aslında bir televizyoncu olarak tabii ki farklı projeler de yapmak istiyorum. Ama her seferinde izleyicilerim Gülhan’ın Galaksi Rehberi’nin devam etmesi konusunda beni hemen ikna ediyor…
E.B.: Yani mevzuyu galaksiye taşımayı düşünüyor musunuz? (gülüşmeler)
G.Ş.:Onlar devam etmem konusunda o kadar teşvik edici bir şekilde beni canlı tutuyorlar ki her sene yeniden yollara düşüyorum ve diğer projeleri bir kenara bırakıyorum. Bu önümüzdeki sezon için de geçerli! Tekrar Gülhan’ın Galaksi Rehberi ile dünyayı gezmeye devam edeceğiz. Ama şöyle bir yenilik getirdik programımıza…
E.B.: Beni de yanınıza alıyorsunuz! (gülüşmeler)
G.Ş.: Evet sizi de yanımıza alıyoruz, güzel fotoğraflarımızı çekiyorsunuz sürekli… (gülüşmeler). Bizimle birlikte gelmek isteyen, gezmek isteyen seyahatseverlere bu imkanı sunuyoruz. Aynen bir tura katılır gibi katılıyorlar ama kontenjanımız sınırlı, belli bir sayıda tutmak durumundayız. Yine de her gezimizde aşağı yukarı 20-25 seyahatsever bize eşlik ediyor… Hatta onların hikayelerini de programa taşıyoruz. Gittiğimiz bir yerde içinden gelip bir türkü söylemek isteyen de, bir durum karşısında duygulanıp orada düşüncelere dalan bir başkası da programımızda ekrana yansıyor. Böylece programdan yansıyan duygusal aktarımlar da artıyor. Galaksi Seyahat Kulübü çatısı altında topladık bizimle birlikte gezmek isteyenleri, katılmak isteyen herkesi bekleriz. Merak edenler detayları kişisel internet sitem www.gulhansen.net ‘den öğrenebilirler.
E.B.: İnşallah daha çok gezersiniz. Allah Mars’ı nasip etsin. (gülüşmeler)
G.Ş.: İnşallah, inşallah! Birkaç sene daha dayanıp uzay yolculuğu başlarsa Gülhan’ın Galaksi Rehberi’ni tam ismine uygun manada çekebilir miyim artık diye de düşünüyorum! (gülüşmeler)
E.B.: Şimdi bu kadar ülke, bu kadar gezi, bu kadar gezmek, bu kadar bölüm de televizyon programı. Biliyoruz ki gittiğiniz her yerde her şey güllük gülistanlık değil, her şey hazırlanmış ve siz oraya gittiniz falan. Çok zorluk oluyor. Ama benim bir sözüm var bu anlamda “yolculuğun lezzeti meşakatten gelir” diye. Hani ne kadar zorlanıyorsanız geri döndüğünüzde o kadar da tatlı bir anı olarak da durabiliyor. Var mı sizin bu kadar zorlandığınız sonra geri dönüp güldüğünüz, eğlendiğiniz anılarınız? Bunlardan birini bizimle paylaşsanız mesela.
G.Ş.: Aslında çok var da epey arşivimi karıştırmam gerekiyor yani hafızamı beş senelik filan yoklamam gerekiyor. Çok büyük zorluklar değil bunlar tabii, ufak tefek sıkıntılar… Mesela Oslo’daki Ulusal Müze’de bulunan Edvard Munch’ün Çığlık tablosunu çekebilmek için neredeyse tam bir gün izin almaya uğraştım! Yaptığım telefon görüşmelerinin, yüz yüze konuştuğum yetkililerin, imzaladığım kağıtların, doldurduğum formların haddi hesabı yoktu… Ama sonra izin verdiklerinde ve buna programda yer verince kişisel olarak çok mutlu olmuştum. Roma’da çantam çalınmıştı çok çok üzüldüm ve moralim bozuldu ama bir iki gün sonra dönerken havaalanında yere oturup mendil açarak para toplamaya başladım ve o anlarımı da çekip kendi durumumla eğlenmeye çalıştım, komik bir an olarak izleyicilerimin hoşuna gitmişti yaptığım. San Francisco’ya 6 günlüğüne gittik, vardığımız günden itibaren 5 gün boyunca yağmur yağdı! İlk iki gün kapalı mekan çekimlerini yaptık ama sonraki 3 günde mecburen yağmur altında çalışmak zorundaydık ve ben üstümde yağmurluk, ayağımda duş boneleriyle yapmıştım çekimlerimi, görüntü çok komikti. Galoş bulamadığım için banyodaki duş bonelerini geçirmiştim ayağıma süet ayakkabılarım ıslanmasın diye! Bu tür şeyler genelde ama öyle çok zorlandığım “Allah kahretsin!” dediğim bir gezim olmadı açıkçası, çok şükür!
E.B.: Çok şükür. Çünkü birçok kişinin alıkonmalara tutulması, kameralarına el konulması falan bu olaylar fazla muhteşem değil.
G.Ş.: Doğru doğru, evet yani o tarz sıkıntılar çok yaşamadım. Ama profesyonel kameraya çekim izninin verilmediği ve kameramızın sokulmadığı pek çok yerde tartıştığım, gerektiğinde kavga ettiğim yetkililer olmuştur tabii… (gülüşmeler)
E.B.: Şöyle bir şey geldi şimdi kavga ettim filan dediniz , biz sizi hep gülen yüzünüzle görüyoruz. Normalde mizacınız nasıl? Yani Gülhan’ın Galaksisi’nde tanıdığımız Gülhan dışında Gülhan nasıl biridir? Ne sever, ne yer, ne içer? Mesela patlıcan musakkayı sever mi? (gülüşmeler)
G.Ş.: Patlıcan musakka severim! Vallahi insanın kendisini ekranın dışındaki haliyle değerlendirmesi çok zor. Bunu ancak sizi çok iyi tanıyan insanlar yapabilirler diye düşünüyorum ama arkadaşlarımın dediğine göre onların yanındaki Gülhan nasılsa ekrandaki Gülhan da o şekildeymiş. Bana söyledikleri o en azından, ha arkamdan ne konuşuyorlar onu bilemem! Normalde de mizaç olarak her şeye çok olumlu yaklaşan, her işte bir hayır olduğunu düşünen, sakin, normalde çok sinirlenmeyen, sinirlendiyse de gerçekten ortada büyük bir problemin olduğuna işaret eden biriyimdir. Çok sabırlıyımdır ve de çok çalışkanım, bunu açık ve net söyleyebiliyorum. Çünkü pek çok insanın mızmızlanabileceği durumlarda ben sesimi bile çıkarmam. Kadınlara özel zorlukların yaşandığı günlerde veya hastayken bile yatıp dinlenmek yerine o günü de çekimle değerlendirelim diye kalkar kilometrelerce yol yürürüm. Kameraman arkadaşlarımın da bu anlamda çok takdir ettiği prensipte bir insanım. Ekranın dışındaki Gülhan’dan belki de ekrana yansımayan tek yanım normalde göründüğünden çok daha derin bir düşünce yapımın olmasıdır. Ekrana yansıyan belki sadece eğlenceli, neşeli yanımdır ama onun altında bir o kadar duygusal,kırılgan, bir o kadar aslında her şeyin farkında olup bunu içinden yaşayan bir ruhum var.
E.B.: Evet, bunu fark etmek dışarıdan bakan bir insan için biraz daha zor görünüyor.
G.Ş.: Bu biraz kişisel yapı, biraz da çok seyahat etmenin insana kattığı bir bilgelik diyeyim. (gülüşmeler)
E.B.: Dünya sizi dertlendirdi mi ? Yani gezdikçe daha mı çok dertlendiniz? Yani dertlenmekten kastım içsel bir dertlenmeden bahsediyorum.
G.Ş.: Dertlenme değil bu ama daha fazla olgunlaştım, gezdiğim yerlerin her biri üzerime bilgelik tozları serpti. Her yerde kendinizce dersler çıkartıyorsunuz, her yerde bir şeyler öğreniyorsunuz, yani hayatta neyin kıymetli neyin değersiz olduğunu çok iyi görebiliyorsunuz… Ve aslında hepimizin aynı bütünün içerisinde, nasıl farklı ayrımlara doğru gittiğimizi görüp üzülüyor, tüm bu ayrımları çıkarttığımızda hepimizin ne kadar aynı olduğumuzu görüyorsunuz. İnsanları her haliyle sevmeyi öğreniyorsunuz, çok fazla hoşgörü kazanıyorsunuz… Dediğim gibi maddi bütün varlıkların aslında ne kadar anlamsız olduğunu, insan hayatında aslolan şeylerin mutluluk, sağlık, ailenle huzur, sevgi olduğunu çok daha net idrak ediyorsunuz. Ve tüm bunlar sizi yaşadığınız evreni daha iyi anlamaya yönelik içsel bir yolculuğa çıkartıyor. En azından benim için öyle oldu… Bu işin bana o anlamda bir lütuf ve o nedenle de kaderimde olduğunu düşünüyorum. Allahın bir lütfu.. Elimden dilimden geldiğince de, aslında o neşeli ve eğlenceli programın içerisine kendi içsel yolculuğumda öğrendiklerimi de serpiştirip anlatmaya çabalıyorum ama görebilene ve anlayabilene tabii ki sözlerim. Bunu anlayabilen insanlar da beni çok mutlu ediyor açıkçası.
E.B.: Dünyayı gezerken turist olmak ve gezgin olmak arasında nasıl bir ayırt ediyorsunuz? Yoksa bir ayırt yok mu acaba? Sizce bu dertten mi bir gezginlik ifadesi ibaresi midir?
G.Ş.: Turist ile gezgin asla aynı şey değildir. Turist sadece döndükten sonra komşularına ben geçen hafta sonu şuradaydım, şunları aldım, şunları yedim diyen insandır, gezgin ise oradaki hikayeleri, görüntüleri kimseye anlatmasa dahi içinde ömür boyu taşıyıp o öğrendikleriyle bambaşka bir insan haline gelen kişi bence. Turist buzdağının sadece üstünü fark eder, gezginse altındaki devasa kısmı da görür ve başkalarına da gösterir. Tuhaf bir tanım olacak belki ama turistlik biraz kişisellik, gezginlikse toplumsallık içerir bence…
E.B.: Yani gezginin dünyanın mutluluğu üzerinde etkisi olan bir faktörü olan, etkisi olan bir insan olarak adlandırabiliriz.
G.Ş.: Kesinlikle. Gezgin, başka kültürleri ve insan hikayelerini diğer anlattığı kişilere yeni bakış açıları kazandıracak veya kendi hayatını da etkileyebilecek kadar özümsemiş kişidir.
Bir sözle, bir fotoğrafla, birkaç satırla veya bazen sorduğunuz bir soruya yanıt olarak verdiği bir gülümseyişle bile koca bir diyarı anlatır size… Ve benim çabam da işte onlardan biri olmak adına!
E.B.: Son olarak, önce iki soru olarak sorayım. Bir, Gezgin dergisini sorarsak ne dersiniz? İkincisi de okurlara gezmek konusunda bu kadar yer gezmiş ve görmüş bir insan olarak birkaç tavsiye dersek aklınıza gelen şeyler nelerdir? Yani aman ha gezmeye giderken rujunuzu unutmayın falan gibi bir tavsiyeniz olur mu? (gülüşmeler)
G.Ş.: Gezgin Dergisi ile aslında fotoğraf sanatçısı sevgili Halit Ömer Camcı ile Hırvatistan seyahatimizde tanıştıktan sonra tanıştım. İnceledikten sonra da çok beğendiğim ve takip etmeye başladığım bir dergi oldu. Hem Türkiye’de hem de yurt dışında birçok güzel yeri, harika fotoğraflarla birlikte tanıtıyorsunuz, bunun yanı sıra da gezi kültürüne dair de pek içerik sunan bir dergi, temel farkı bu bence. Tüm seyahatseverlere, gezginlere hatta turistlere bile tavsiye ederim! (gülüşmeler)
Seyahate çıkarken yanınıza ne almanız gerektiği konusuna gelince… Cevap kesinlikle ruj değil tabii! Bence gezmeye çıkarken yanınıza almanız gereken tek şey aslında deminden beri anlatmaya çalıştığım “yüzeysel olmayan bir bakış açısı”! Dünyayı dolaşırken bakmak değil, görmek lazım!
Gülhan’ın Galaksisi – Bu yazı 2012 yılının Temmuz ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 65. sayısından alınmıştır.