Batı Karadeniz’de tatil beldesi denilince akla ilk gelen mekanlardan biri Amasra, diğeri de Safranbolu olsa gerek. Özellikle Safranbolu, son derece korunaklı sivil mimari örnekleri ile ziyaretçilerin gönlünü fetheder. Bu sebepten olsa gerek UNESCO’nun Dünya Mirası listesinde kendisine yer bulmuştur. Elan Safranbolu’da 2000 civarında geleneksel konut olduğu zannedilmekte.
Yazı : Önder Kaya – Fotoğraflar : Ömer Koç
Safranbolu evlerinde “hayat” adı verilen ve sokak ya da bahçeden eve girince sizi karşılayan alan özel önem taşır. Evin tüm kısımlarına buradan geçmeniz mümkündür. Bahçeye, ahıra ve evin asıl yaşam sahası olan ikinci kata buran ulaşırsınız. Pek çok ev zeminden sonra iki katlıdır. Hayattan sonra ulaştığınız birinci kat sizi bir sofaya çıkarır. Bu sofadan da iki ya da üç ayrı odaya çıkmanız mümkün. Misafir odası, kiler, mutfak ve bazen de yatak odalarından biri bu katta yer alır. En üst kat ise daha özel bir alan olup ev halkının yatma, oturma, çalışma odaları burada yer alır. Pek çok evin tavan ya da şömine süslemesi büyüleyicidir.
Safranbolu’nun turizm dışında en önemli gelir kapıları el sanatları ve tarım sektörlerine dayalı, ancak günümüzde ilçenin gelir pastasının omurgasını önemli ölçüde turizm oluşturuyor.
Tarihsel süreçte Safranbolu, sanıldığının aksine çok önemli roller oynamış bir yer değil. Mimarisini korumasının en temel gerekçesi ise 1940’lardan itibaren Karabük’te açılan Demir-Çelik fabrikasının tesiri ile civar nüfusun Safranbolu’ya 15-20 dakika mesafede olan bu merkeze akması. Bu sayede Safranbolu göç almayan, sanayileş(e)meyen ve büyü(ye)meyen bir belde olarak kendini muhafaza edebilmiş. Cumhuriyet öncesi dönemde Safranbolu’da biriken sermaye ise kullanıcıları eliyle yan İstanbul’a ya Karabük’e akmış. Bu sayede ilçe, turizm açısından canlanın başladığı 80’lere kadar bakirliğini korumayı bilmiş.
Esasen ilçe cumhuriyet öncesi dönemde temelde üç kısımdan oluşur. Bunlar şehrin ekonomik açıdan can damarı olan Çarşı, Hıristiyan halkın yaşadığı Kıranköy ve halkın yazlık mekan olarak kullandığı Bağlar semtleridir. Çarşı bölgesi halk arasında “şehir” olarak ada anılır bir vadi içinde yer alır. Bu sayede de kışın soğuk rüzgarlarından nispeten korunur. Ancak doğal olarak yazın çok sıcak olur. Yöre halkı bu sıcaklar karşısında çareyi, şehre bakan bir yamaç içinde kurulan yazlık Bağlar semtine kaçmakta bulur. Yaşamın temel nirengi noktası 1940’lara kadar çarşı bölgesidir. Buradaki sokaklar bir insan ile yüklü bir hayvanın birlikte geçebileceği tipik çarşı bölgesi sokaklarıdır.
Hıristiyan unsurların yaşam sahası ise Kıranköy’dür ve ilçenin en büyük kilisesi Aya Stefanos bu mahallede yer alır. Kıranköy’de çok sayıdaki Rum, nüfus mübadelesi sonrasında yaşadıkları bu mevkii terk etmek zorunda kalmışlar. Haliyle çarşı da bu durumdan kötü etkilenmiş. Yüksekte kalan Bağlar semti bugün de bazı ailelerce yazlık olarak kullanılmaya devam ediyor.
Safranbolu, Kastamonu’yu Karabük’e bağlayan yol üzerindedir. İlçenin tarihi eskiçağlara kadar çıkarılır. İsminin nereden geldiği konusu ise tartışmalıdır. Bilinen o ki ilçe, 17. yüzyıldan itibaren Zaferanborlu adıyla anılmakta. Bunun da en temel nedeni bölgede sıklıkla yetişen safran bitkisidir. Aynı zamanda bölge, eski kaynaklarda Taraklıborlu olarak da geçer. “Taraklı” ibaresi ise burada yaşayan ve aynı adı taşıyan Türkmenlerden yadigar.
İlçenin ilk fethi Türkiye Selçukluları zamanına kadar uzanır. 1196’da 2. Kılıçarslan’ın çocuklarından Muhyiddin Mesud tarafından fethedilen Safranbolu, sonrasında elden çıkmış ancak Candaroğlu Süleyman Bey tarafından 14. yüzyıl başlarında tekrar Türk hakimiyetine geçmiştir. Şehrin günümüze kalan ilk nüvesi de bu beylik tarafından atılır. Sonrasında Yıldırım Bayezid döneminde Osmanlı kontrolüne gire Safranbolu, Bolu sancağına bağlanmış. Bölgeye Osmanlı dönemindeki ilk ciddi yatırımlar 17. yüzyıldan itibaren yapılmaya başlanmış. Bu yüzyılda özellikle iki isim ön plana çıkar. Bunlardan ilki Cinci Hüseyin Efendi, diğeri ise sadrazam Köprülü Mehmet Paşa. Bunlardan Cinci Hüseyin Efendi, aynı zamanda “Deli” olarak da şöhret bulan Sultan 1. İbrahim’i okuyup üflemesi ve rahata erdirmesi ile tanınır.
Cinci Hüseyin Efendi’nin dedesi yörenin önde gelen din adamlarından Şeyh Karabaş İbrahim Efendi’dir. Hüseyin Efendi’nin kendi ifadesine göre soyu Sadreddin Konevî’ye kadar uzanır. Hüseyin Efendi, medrese tahsilini tamamlamak amacıyla annesi ile birlikte İstanbul’a gelmiş ve Süleymaniye medresesine devam etmişti. Bu süreç içinde bir yandan gelir elde etmek amacıyla üfürükçülüğe de başlamıştı. Medresedeki hocasının İzmir kadılığına tayini üzerine hamisiz kalan Hüseyin Efendi, ilmiye tahsilini yarım bırakarak hepten üfürükçülüğü yol olarak tutmuş ve kısa zamanda büyük bir şöhrete ulaşmıştı. Bu şöhretin de etkisiyle zaman zaman sinir buhranlarından muzdarib olan Sultan İbrahim’e takdim olundu. Nefesinin onun buhranlarına iyi geldiğine inanılması üzerine, yıldızı kısa sürede parladı. Sultanın gözdelerinden Şekerpare kadın ve Silahtar Yusuf Ağa ile birlikte bir hizip oluşturarak devrin siyasetinde önemli roller oynadı. Bu rollerin belki de en önemlisi sadrazam Kemankeş Kara Mustafa Paşa’nın öldürtülmesidir.
Cinci Hoca namıyla bilinen Hüseyin Efendi aynı zamanda rüşvet karşılığında bazı mevkileri satmaya başladı. Sultanın kendisine olan muhabbetini de kullanarak medrese eğitimi tamam olmamasına rağmen önce Sahn-ı Seman, sonra Süleymaniye medreselerine müderris tayin olundu. Bunu Galata kadılığı ve Anadolu kazaskerliği payeleri izledi. Lakin hakkındaki rüşvet dedikoduları sebebiyle İzmit’e sürüldü. Kendisini sonradan affettirip İstanbul’a döndüyse de ikinci kez gazaba uğrayarak Gelibolu’ya sürüldü. Sultan İbrahim’in katli sonrasında ise en önemli hamisinden mahrum kaldı. Hüseyin Efendi’nin sonunu hasisliği getirecektir. 4. Mehmet tahta çıkınca kendisinden cülus bahşişi olarak dağıtılmak üzere iki yüz kese akçe istenmiş ancak Cinci Mehmet Efendi bu kadar parasının olmadığını öne sürmüştür. Sonrasında padişah hocalığına getirilmesi karşılığında yüz kese akçe teklif etmişse de, evine baskın verilerek sandıklar dolusu altınlarına, elliden fazla samur kürküne, bohçalarda ve denklerde saklanan mücevherlerine el konulmuştur. Sonrasında dönemin namlı celladı Kara Ali’ye teslim olunup işkence ettirilerek diğer mallarının da yeri öğrenilmiştir. Bir zaman sonra iktidara karşı girişilen bazı muhalefet hareketlerine aktif olarak destek verdiği gerekçesiyle idam edilerek ortadan kaldırılmıştır.
Hasisliğine karşın Cinci Mehmet Efendi’nin memleketine önemli katkılarda bulunduğu biliniyor. Bunların arasında günümüze ulaşan en önemli yapılar Cinci hanı ve Cinci hamamı. Han, Hüseyin Efendi’nin Anadolu kazaskeri olduğu sırada bir rivayete göre eşi, başka bir rivayete göre de annesi olan Hamide Hatun adına inşa olunmuş. İnşaatına 1645’de başlanmış ve bir yıl sonra bitirilmiş. Bugün turistik bir tesis olarak kullanılıyor. Temmuz ayında oda ücretleri 200 lira civarında idi. Hanın tam ortasında fıskiyeli bir havuz var. Alt kat ve üst katlarda yolcuların konaklaması için odalar inşa olunurken hanın güneybatı kısmına bir de ahır konulmuş. Han, 1994 yılında esaslı bir restorasyondan geçti. Bunun dışında Safranbolu çarşısının hemen girişindeki tarihi hamam da Hüseyin Efendi’den yadigardır. Hem erkek hem de kadın kısımları olan hamam halen faaldir. Cinci Hoca’nın tüm bunların dışında bazı kaynaklarda memleketinde cami, imalathane ve bir de medrese inşa ettirdiği kayıtlıysa da, bunlar günümüze ulaşamamış.
- yüzyılda Safranbolu’yu ihya eden diğer devlet adamı ise Köprülü Mehmet Paşa’dır. Paşanın aslen Arnavut olduğu ve devşirilerek Enderun’a alındığı biliniyor. Ancak aksi kişiliği yüzünden merkezde uzun süre tutunamayarak taşraya göreve çıkarılmış.
Safranbolu çarşısının tam ortasında bulunan camisi ve çarşıya eklemlenen arastası ile bölgeyi adeta bir cazibe merkezi haline getirmiştir. Paşa’nın, Safranbolu ile doğrudan bir alakasının olmadığı biliniyor. Dolayısıyla buraya neden dolayı böylesi bir büyük yatırımda bulunduğu meselesi tartışmalı. Ancak yerel tarihçilerce anlatılan bir rivayetle bu mesele çözülmeye çalışılmış. Paşa, gençliğinde sarayda hazine koğuşunda görevli iken bir sebepten suçlanarak Safranbolu’ya sürgün edilir. Burada iken şimdilerde Kazdağlı camiinin bulunduğu mevkide yer alan Hamide Hatun medresesinde ikamet eder. Gelgelelim unutulduğu için maddi durumu da günden güne kötüler. Bir gün elinde kalan son kıymetli parça olan incili peşkiri çarşıda sattırarak kendisi için tarhana malzemesi alır. Lakin çorbayı kaynatırken bacadan düşen bir fare, çorbayı mundar eder. Bu hal içinde Allah’a ellerini açan Paşa, kendisini sıkıntıdan kurtarması için yalvarır. Hatta bir de yaşadığı bölgeye cami ahd eder. Duası biter bitmez kaldığı hücrenin kapısı vurulur ve İstanbul’dan çağırıldığı haber verilir. Sadaret döneminde bu ahdini hatırlayan Paşa, Safranbolu’nun en abidevi eserlerinden biri olan bu yapıyı şehre armağan eder.
Hikaye güzel ve hoş ama biraz Evliya Çelebi kokuyor. Gerçek olan şu ki 1658’de yapımına başlanan cami, Paşa’nın ölümünden bir yıl sonra 1661’de sonlanmış. Dörtgen bir plana sahip. Caminin arka tarafında yer alan ve şimdilerde boş duran arsada ise bir dönem Paşa’nın medresesi bulunuyor idi. Sonradan avlusuna namaz vakitlerini bildiren bir muvakkıthane ile güneş saati kondurulmuş. Muvakkıthane şimdilerde Safranbolu Tarihini Araştırma Derneği’ne hizmet veriyor. Paşa’nın, vakfına gelir sağlaması için caminin arka tarafında yer alan Yemeniciler Arastasını da yaptırttığı biliniyor. Arastada üretilen ve yemeni denilen ayakkabılar, Kurtuluş Savaşı sırasında mili ordunun ihtiyacını önemli ölçüde karşılamış. Bu üretimde Müslüman ustalar gibi Rum ustalar da görev almış. Ancak sonrasında Yunanistan ile mübadele olmaktan kurtulamamışlar. Arasta, 1970’lerde yok olma noktasında iken, canlanan turizmle beraber yeniden bir cazibe noktası haline gelmiş. Burası ne yazık ki biraz gözlerden ırak. Mutlaka uğrayın. Tam girişte yer alan ve közde pişirilen dibek kahvesini mutlaka ama mutlaka deneyin. Kara dut suyu ile birlikte enfes bir şekilde servis ediliyor. Çarşıdan Safranbolu’ya ait hediyelik eşya almak da mümkün. Ama kanımca en anlamlı yadigar hala çarşıda üretilen ve mekana adını veren yemeni dediğimiz ayakkabılardan almak.
Merkezde görebileceğiniz yerlerden biri de Kazdağlıoğlu Camii. Hemen çarşı girişinde yer alan bu cami, yörenin ayanlarından Mehmet Efendi tarafından inşa olunmuş küçük ama güzel bir cami. Mehmet Efendi Kazdağlıoğlu olarak bilinirmiş. Sonradan devlete karşı bazı cürümlerinden dolayı merkezden üzerine gönderilen kuvvetler tarafından yakalanarak öldürülmüş.
Safranbolu merkezinde ilgimi çeken bir diğer cami de Hamidiye camii. Konakların bulunduğu sokakta yer alan bu cami, Zulmiye adıyla da anılır. Bu şekilde isimlendirilmesinin temel nedeni ise eskiden küçük bir mescid olan yapının, halktan zorla toplanan paralarla camiye çevrilmesi. Yapının camiye çevriliş tarihi 1882-84 arası. Caminin avlusunda ise Emin Efendi’nin türbesi var. Emin Efendi, 1867’de ölmüş bir Halveti tarikatı şeyhi. Türbede dört sanduka daha var.
Bu sokak konaklama açısından da son derece elverişli. Sokakta bulunan konaklardaki iki kişilik bir odanın gecelik fiyatı yaz mevsimi olmasına rağmen 80-150 lira arasında değişiyor.
Safranbolu 18. yüzyıldaki en önemli yatırımları ise 3. Selim’in sadrazamı İzzet Mehmet Paşa eli ile alır. Paşa aslen Safranbolulu’dur. Paşa 1794-98 yılları arasında sadrazamlık yapmış olup, sadaretinin ağırlık noktasını Nizam-ı Cedid ıslahatları oluşturur. Sadrazamlığı sırasında Rumeli’de Nizam-ı Cedid karşıtı Pazvantoğlu ayaklanması baş göstermiş ve isyan tam anlamıyla kontrol altına alınamamıştır. İkinci büyük mesele ise İzzet Mehmet Paşa’nın sonunu hazırlar. 1798’de Mısır’ı işgal eden Napolyon’a karşı gerekli tedbirleri almadığı gerekçesi ile azledilir ve sonrasında Manisa’da, 1812’de ölür. Paşa’nın mezarı ilerleyen yıllarda kaybolmuş ancak sonrasında mezar taşı Manisa Mevlevihanesi’nde bulunmuştur. Bu taş, gayet yerinde bir tercihle Safranbolu’ya gönderilmiş ve burada yaptırdığı caminin avlusuna bir makam mezar olarak dikilmiştir. Paşa, yardımsever kişiliği ve reform yanlısı tutumuyla tarihe geçmiştir.
Paşa’nın yaptırmış olduğu cami Safranbolu’nun en geniş ve bakımlı mabedlerindedir. Yukarıda belirttiğim üzere Paşa’nın makam mezarı da caminin hemen avlusunda yer alır. Cami, Çarşı bölgesine yakın olmasının da tesiriyle fevkani tarzda inşa olunmuştur. Bu tarz camilere merdivenlerle çıkılmakta olup, alt katları da genellikle camiye gelir getirmesi için dükkan ya da depolara tahsis olunmaktadır. Caminin minaresinin hoş da bir hikayesi vardır. Camiye mekan olarak sarp bir arazi seçilir. Bir Rum ustaya da minare yapımı sipariş olunur. Usta, eğimi de hesaba katarak minareyi biraz eğri yapar. Gelgelelim inşaat bittikten sonra usta, minarenin yıkılabileceğinden ve kendisinin de zan altında kalabileceğinden korkarak Kastamonu’ya kaçar. 15 yıl boyunca Kastamonu’ya gelen her Safranbolulu’ya minarenin durumunu sorar. 15 yılın sonrasında ise şehre dönerek yaptığı işin ücretini alır. Caminin yapım tarihi 1796. 20. yüzyıl başlarında bir onarım geçirdikten sonra 1980’li yıllarda Vakıflar Genel müdürlüğü tarafından esaslı bir şekilde restore edilmiş.
Paşa’nın Safranbolu’ya katkıları bununla sınırlı değildir. Türkiye’nin en namlı ve bakımlı saat kulelerinden biri olan Safranbolu Saat Kulesi de Paşa’nın yadigarıdır. Kulenin yapım tarihi 1794-98 yılları arasına denk düşer. İzzet Mehmet Paşa, kuleyi yaptırmadan önce Safranbolulara bir nükte yapmak istemiş ve “her birinizin cebine bir çalar saat koyacağım” demiş. Haliyle halkın bir kısmı, Paşa’nın kendilerine bir çalar saat hediye edeceği fikrine kapılmış. Ancak kule yapıldıktan sonra şehrin her tarafından saat başı çan sesi duyulduğundan Paşa, sözünü bu şekilde tutmuş. Kulenin sesi Safranboluların yazlık mekan olarak kullandıkları Bağlar semtinden de duyulabilmekte. Böylelikle kule hem yaz hem de kış mevsimlerinde Safranbolulara hizmet vermekte.
Kuleye mutlaka çıkmanızı öneririm. Sadece şehir manzarasını görebilmek için değil, ömrünü fahri olarak bu kulenin bakımına ve tanıtımına adayan İsmail Ulukaya ile de tanışmanız için çıkmalısınız. İsmail amcayı ilk olarak Süha Arın’ın 1976’da çektiği Safranbolu’da Zaman adlı belgeselde tanımıştım. Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu’nun başında olan Çelik Gülersoy’un ön ayak olmasıyla çekilen Süha Arın’ın bu belgeseli, Safranbolu’nun tüm dünyaca tanınmasında önemli roller oynamıştır. Belgeselin İngilizcesi de bulunmaktadır. Süha Arın’ın annesi Bartın’lı olduğu için Safranbolu küçük yaşlardan itibaren onun tanıdığı ve ilgisini çeken bir mekan olmuş. Süha Bey bu filmi çektiğinde ilçede konaklayacak tesis olmadığı için Karabük’ten gelip gitmiş. Şimdilerde ise Safranbolu’nun geçirdiği değişim inanılmaz. Yeri gelmişken hemen söyleyeyim ki Süha Bey’in bu belgesellerini ve diğer yapıtlarını ne yapıp edin edinin ve izleyin. Türkiye tarihindeki en iyi belgesel yapımcısı desem bilmiyorum abartmış olur muyum.
Biz tekrar saat kulesinde görevli olan İsmail amcaya dönelim; asıl mesleği kunduracılık. Taaa 1965’lerden beri saat kulesinde görevli. Kendisinden önceki ustaların isimlerini de sayıyor. Kulenin bakıcılığını Rıfat Conkoğlu’ndan devralmış. Ondan önceki ustaların isimleri de Hakkı Usta ve Nuri Usta. İsmail amca uzun süre bu vazifeyi kadrosuz yapmış. 1987’de kuleyi Kültür bakanlığı devralmış ve 1998-99 yıllarında da kule ziyarete açılmış. Halen kule Türkiye’nin en yaşlı çıkılabilen ve işlevini sürdüren saat kulesi durumunda. 219 yıllık saatin bakım saati ve kurma kolu tam 109 kilo geliyor. Saat İngiltere’den getirtilmiş. Ünlü saat yapımcısı George Prior’un elinden çıkma. Kuleyi pazartesi günleri dışında haftanın altı günü ziyaret etmek mümkün.
Gazi Üniversitesi tarafından 21 Mayıs 2010 tarihinde saatlerle ilgili bir sempozyum yapılmış. Sempozyum sonrasında ise Türkiye’deki tarihi saat kulelerinin maketlerinden oluşan bir açıkhava müzesinin tesisine karar verilmiş. Taşıdığı özellikler sebebiyle de mekan olarak Safranbolu saat kulesinin avlusunda karar kılınmış. Ülkemizde bulunan yüze yakın saat kulesi içinden on beşi seçilmiş ve bunların maketleri 2013’te Kültür Bakanlığı’nın gözetiminde kulenin avlusuna konulmuş. Saat kulelerinin maketleri arasında Dolmabahçe, Erzurum, Adana, Samsun, Niğde, Balıkesir, İzmir, Bolu, İzmit saat kuleleri ilk göze çarpanlar. Lakin yazık ki bugün bu maketler kendi hallerine terk edilmiş vaziyette. Sürekli bakımları yapılmıyor. Bazısının yazıları silinmiş, bazısının ise aksesuarları dökülüyor. Çok güzel bir proje böylelikle memleketimizin makus umarsızlığına kurban gitmiş. Misal olarak Erzurum saat kulesi tel tel dökülüyor.
Son olarak kulenin banisi İzzet Mehmet Paşa’nın aynı zamanda şehre su getiren ve bugün de görebileceğiniz İncekaya su kemerinin banisi olduğunu belirteyim. Bu su kemeri için Paşa künk borular kullanmak istemiş. Böylelikle şehri suyu kapalı borularla getirmeyi planlanmış. Ancak ustalar haklı olarak kapalı boruların zamanla kireç tutup tıkanacağından dem vurmuşlar. Bunun üzerine Paşa, Balıkesir’deki çiftliğinden tam 1100 küp dolusu zeytinyağını getirterek bu künklerden akıtmış. Zeytinyağları böylelikle borulara bir nevi emaye özelliği kazandırmış. Aradan geçen uzun zamana rağmen borularda kireç tortusuna rastlanmaması bu şekilde açıklanıyor.
Tekrar saat kulesine ve tepeye dönelim. Buradaki bir diğer önemli tarihi eser eski hükümet konağı. Yapı 1904 yılında inşa olunmuş. 1976 yılına kadar ilçenin hükümet binası olan yapı, bu tarihte bir yangına maruz kalmış. 2000 yılında Kültür Bakanlığınca devralınan bu tarihi bina bugün Safranbolu Müzesi. Müzeye giriş 4 lira. Ancak hemen belirteyim bu paraya hem müzeyi hem de arkadaki tarihi saat kulesini ve açık havadaki saat kuleleri müzesini gezebiliyorsunuz. Bu sebeple alanı terk edene kadar bileti atmayın.
Şehre hakim bir tepede yer alan müzenin ilk katı Safranbolu’yu konu edinen yayınların teşhirine ayrılmış. Yine bu katta Safranbolu ile ilgili olan ve satışa sunulmuş kitapları da edinebilirsiniz. İkinci kat yöreye ait etnografik malzemelere ayrılmış. Burada yazma örnekleri, sikkeler, yazı takımları, kitabe örnekleri, tuğla numuneleri (harman tuğlası ve kerpiç tuğla gibi), musluk başlıkları, yöresel giysiler, gelin bohçası, bebek yorganları, saatler, dikiş makinaları, çarıklar, ütüler, lambalar, kahve takımları, kahve değirmeni, çeşitli silahlar ve pişmiş saklama kapları tarzı malzemelere tesadüf etmek mümkün. Müzenin bir kısmı da eski hükümet odasına tahsis olunmuş. Bu odanın içinde Yunanistan’ın İşkodra, Bulgaristan’ın Nessebar, Tataristan’ın Elebuga, Azerbaycan’ın Bakü şehirlerinden gelen hediyeler de sergilenmekte. Yine bu odada değerli müzikolog Sadi Yaver Ataman’a ait müzik dolabını da görmek mümkün.
Safranbolu içinde taşıdığı kültürel değerlerle daha çok uzun yollar insanları kendine çekecek gibi görünüyor. Hala görmediyseniz, kaybettiğiniz çok şey var demektir.
Safranbolu – Bu yazı 2014 yılının Ekim ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 92. sayısından alınmıştır