Yazı: Halil Çelik
Kadîm kültürlerden bu yana medeniyetler suyun olduğu yerlerde yüksele gelmiştir. Nil Deltası, Mezapotamya, Maveraünnehir gibi… Yaşam ve zenginlik kaynağıdır su. Bu nedenle deniz kıyılarında ve büyük nehir havzalarında yer alan şehirlerde, farklı kültürlere ve etkileşime açık olmaları sayesinde heterojen ve daha zengin medeniyetler kurula gelmiştir.
Balkanlar ve Orta Avrupa’daki önemli şehirlerin çoğu da -suyun akan hali olan- nehirler etrafında inkişâf etmiştir. Üsküp’ten geçen Vardar, Budapeşte’yi ikiye bölen Tuna, Prizren ile Bistriça, Belgrad’ı çevreleyen Sava ve Tuna, Ljubjana’nın içinden geçen aynı isimli nehir Balkan ve Orta Avrupa coğrafyasında akla ilk gelenlerden…
Goran Bregoviç’in Nilgün Cerrahoğlu ile yaptığı söyleşide “Balkanların merkezi burası (İstanbul). Benim gibi bir Osmanlı taşra kentinde doğmuş biri için, kültürel metropol Trieste ya da Viyana değil, İstanbul’dur. Fransız sömürgelerinden gelen Afrikalılar’ın Paris’i keşfederken duydukları heyecanı ya da Hintli veya Karaiblilerin “metropolü” Londra’da keşfederken duyduklarını; bu yüzden ben İstanbul’da yaşıyorum. Balkanların Osmanlı egemenliği altında olduğu 500 yıl boyunca, büyük acılar yaşadık şüphesiz. Ama bu da bir gerçek. Bölgenin 500 yıllık enerji merkezi İstanbul. Bizim metropolümüz burası.” dediği Balkanların metropolü İstanbul ise bir nehrin değil, şanına yakışır bir şekilde muhteşem Boğaziçi ve Altın Boynuz’un etrafında kurulmuştur .
Osmanlı İmparatorluğu ve onun Balkanlarda kurduğu medeniyetin fevkalâde imarcı olduğuna şüphe yok. Osmanlı kendi medeniyetine ait olmayan yapıları bile özenle korurdu. İmparatorluğun her köşesine imar götürülmeye çalışılırdı. Üstelik bu imar çalışmaları sadece devlet tarafından yürütülmez, ahali tarafından da önemli katkılarda bulunulurdu. Ekrem Hakkı Ayverdi, “Avrupa’da Osmanlı Mimarisi” adlı eserinde, Osmanlı’nın sadece Balkanlar’da 15.787 adet mimari yapı inşa ettiğini ortaya koyar. Cami-mescitler, medreseler, mektepler, tekke ve zaviyeler, imarethaneler, hanlar, hamamlar, türbeler, köprüler, kervansaraylar, çeşmeler, saat kuleleri, hastaneler, bedestenler, kütüphaneler ve çeşitli sanat eserleri Osmanlılar tarafından Balkan coğrafyasına nakşedilmiştir. Saraybosna da, Üsküp, Mostar, Prizren, Belgrad ve Budapeşte gibi içinden nehir geçen bir şehirdir. Sayıları son asırda ve özellikle son savaşta adamakıllı azalmış olmasına rağmen, Osmanlı İmparatorluğu döneminden kalan sayısız eseri ve mimarî havasıyla, Saraybosna tipik bir Osmanlı kentidir. Şehir doğudan batıya uzanan Miljacka Nehri’nin her iki yanına kurulmuştur.
Bu coşkun akan nehrin üzerinde, şehrin iki yakasını birbirine bağlayan çok sayıda köprü yer alır. Bu köprülerin en ünlüsü, belki de dünyanın en ünlü köprülerinden biri, Miljacka Nehri üzerindeki taş köprüdür. Yıllardır değişik isimlerle anılagelen köprü için bugün şehirde Hristiyanların daha yoğun yaşadığı Latinluk veya Frenkaluk olarak anılan güney bölgesini kuzeydeki eski şehir merkezine bağladığı için “Latin Köprüsü” adı kullanılır. Bugünkü köprünün yerinde ilk olarak 1541 yılında ahşap bir köprü yapılır. 1565 yılında ise Ali Aynî Bey tarafından taş bir köprü inşa edilir. 18. asrın sonunda sel sebebiyle tahrip olan köprü 1798 yılında Hacı Abdullah Briga tarafından yeniden inşa edilir. Köprü ilk yapıldığında 4 kemer ve bu kemerleri taşıyan taşıyan 5 ayaktan oluşuyordu ancak 19. yüzyılın sonunda Miljacka nehrinin duvarlarının yapıldığı dönemde kemerlerden biri duvarın içinde kalır.
Estetik, zarif, minik sayılabilecek hatta benzerlerine Osmanlı coğrafyasında sıkça rastlanabilecek olan bu vakûr köprüyü dünyanın en ünlü köprülerinden biri yapan olay 28 Haziran 1914 günü gerçekleşir.
9.381.551 insanın ölmesi, 23.148.975 insanın ciddi şekilde yaralanması ve kaybolan 31.266.438 insandan haber alınamaması sonucunu doğuran 1. Dünya Savaşı’nı başlatan kıvılcım bu köprünün üzerinde çakılır.
Avusturya – Macaristan veliahtı Ferdinand ve eşi Hohenberg Düşesi Sofia 28 Haziran 1914 tarihinde, 6 sene evvel ilhâk ettikleri Bosna-Hersek’in merkezi Saraybosna’yı ziyaret ederken, ayrılıkçı bir Sırp milliyetçisi olan Gavrilo Princip tarafından bir sûikast sonucu öldürülür. Gavrilo ve arkadaşları Bosna-Hersek’i Sırbistan Krallığı’na bağlamak ve Avusturya-Macaristan egemenliğine son vermek isteyen “Genç Bosna” örgütünün üyeleridir.
Kısa bir süre sonra 28 Temmuz 1914’te Avusturya-Macaristan Sırbistan’a savaş ilân eder. Almanya’nın uyarılarına rağmen Rusya’nın 30 Temmuz’da Sırbistan safl arında seferberlik ilân etmesi üzerine, Almanya da 1 Ağustos’ta Rusya’ya savaş ilan ederek cepheyi genişletir. Bunu aynı tarihlerde Fransa’nın Almanya’ya karşı seferberliği izler. Fransa’ya Belçika üzerinden saldırmayı planlayan Almanya Belçika’ya bir nota verir. Almanya ortaya çıkacak bütün zararlarının ödeneceği ve toprak bütünlüğüne dokunulmayacağı konusunda güvence vererek Belçika topraklarından geçiş izni ister. Belçika bu talebi reddedince 3 Ağustos’ta Almanya Belçika’ya saldırır. Saldırı üzerine İngiltere 4 Ağustos’ta Almanya’ya bir nota vererek Belçika’yı boşaltmasını ister. Almanya bu isteği reddeder, İngiltere aynı gece Almanya’ya savaş ilân eder. Böylece dünyayı 4 sene boyunca kana bulayacak olan I.Dünya Savaşı başlamış olur. Osmanlı Devleti başlangıçta tarafsızlığını ilân etse de, savaşı kazanan tarafın Osmanlı Devleti’ni yok edeceğinden korkan İttihat Terakki hükûmetinin Harbiye Bakanı ve Başkomutan Enver Paşa 2 Kasım 1914’te Osmanlı Devleti’ni savaşa sokar.
Saraybosna’da Latin Köprüsü üzerinde, bu kanlı savaşı başlatan kıvılcımın olduğu yerde bulunmak tarifsiz bir keder yaratıyor. Köprünün girişinde, Gavrilo’nun suikasti gerçekleştirdiği yerdeki binanın duvarında bir yazı yer alıyor: “From this place on 28 June 1914 Gavrilo Princip assasinated the heir to the Austro-Hungarian throne Franz Ferdinand and his wife Sofia” (Burası Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun veliahtı Franz Ferdinand ve eşi Sofia’nın 28 Haziran 1914 tarihinde Gavrilio Princip tarafından suikaste uğrayıp hayatını kaybettiği yerdir).
Suikastten hemen sonra Avusturya- Macaristan hükûmeti tarafından suikastın yapıldığı yere maktûl prensin anısına bir anıt dikilir, fakat bu anıt 1918 yılında Avusturya – Macaristan’ın Birinci Dünya Savaşı’nı kaybedip bölgeden çekilmesi üzerine Sırplar tarafından yıkılır. II.Dünya Savaşı’ndan sonraysa köprüye Sırp ulusal kahramanı olarak kabul edilen suikastçı Gavrilo Pricip’in ismi verilir!..
1389’da Sırp ve Osmanlı orduları Kosova Ovası’nda karşı karşıya gelir. 8 saat süren savaşın yapıldığı gün ile ilgili değişik kaynaklarda 20 Haziran – 10 Ağustos arasında değişen bilgiler verilmektedir. Sırplar I.Kosova Savaşı’nın 28 Haziran 1389’da gerçekleştiğine inanırlar.
8 saat süren savaşta Osmanlı ordusu galebe çalar. Sultan I.Murat henüz savaş alanından ayrılıp otağına gelmeden, Sırp asilzâdelerinden Milos Obeliç bir mülteci gibi Sultanın yanına yaklaşır ve aniden çıkardığı hançerle onu ağır yaralar. Savaş sona erdikten kısa bir süre sonra Murat Hüdâvendigâr şehit olur.
Osmanlı sultanını hançerleyerek öldüren Miloş Obeliç Sırpların bir başka ulusal kahramanıdır. Sırplar Miloş Obeliç’in, Murat Hüdâvendigâr’ı öldürdüğü gün olan 28 Haziran’ı her sene “Aziz Vitus Günü” olarak kutlarlar. Ferdinand suikastinin de 28 Haziran’da, Hüdavendigâr suikastinin yıldönümünde gerçekleştirilmesi ilginçtir.
1989 senesinin 28 Haziran’ında ise, Eski Yugoslavya Devlet Başkanı Slobodan Miloşeviç, Murat Hüdavendigâr suikastinin 600. yıldönümü dolayısıyla Kosova Ovası’nda Gazi Mestan diye anılan bölgede yaklaşık 1 milyon Sırpı toplar. Arnavut nüfusun çoğunlukta olduğu Kosova Özerk Bölgesi’nin özerkliğini iptal ederek, Balkanları 10 yıl boyunca kana bulayacak olan gelişmelerin fitilini ateşler.
Resimde bu toplantının düzenlendiği yerde Sırplar tarafından dikilen anıt görünüyor. Arnavutların çoğunlukta olduğu Kosova Özerk Bölgesi’nde yer alan bu anıt Birleşmiş Milletler askerleri tarafından kesintisiz olarak korunuyor.
Eski Yugoslavya için kurulan BM savaş suçları mahkemesi, 1992 – 1995 yılları arasında Bosna’da girişilen soykırım harekâtının en önemli isimlerinden Radko Mladiç ve Radoslav Karadziç’i yargılamak istiyor. Sırbistan-Karadağ bugün her iki savaş suçlusunu topraklarında saklamaya devam ediyor. Hatta Karadziç’in bu dönemde yayınladığı 3 kitap ülkede “bestseller” oldu. “Gecenin Mucizevi Güncesi” adıyla yayınladığı son kitabı ortalama aylık gelirin 255 dolar olduğu ülkede 17 dolar 20 cent’ten satılıyor…
Asırlık Sırp kini ile nasıl bir kontrast yarattığının görülebilmesi için yazıya Rahmetli Alija İzzetbegoviç’in sözleriyle son vermek istiyorum: “İnsan tabiatının özü iyilikten çok kötülüğe meyyaldir. İnsanları hoşgörülü olmaya ikna etmek, düşmanı vahşice katletmeye ikna etmekten daha zordur. Hoşgörü sulanması gereken bir fidandır. İnsanları hoşgörüye duyarlı hale getirmek gerekir. Tabii olan hoşgörüsüzlüktür. Hoşgörü çok zor gelişen bir davranış biçimidir. Hoşgörüyü öğrenmek ve bir caminin yakınında bir sinagogu veya bir sinagogun yanında katolik kilisesinin bulunmasını kabullenmek yüzyıllarımızı aldı. Oysa bir mabedi yıkmak yapmaktan daha kolaydır. Hoşgörü tabii bir davranış değil, bir kültür işidir.”
İzzetbegoviç gibi devlet adamları tarafından yönetilen bir dünya dileklerimle…
Saraybosna Latin Köprüsü – Bu yazı 2011 yılının Temmuz ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 53. sayısından alınmıştır.