Pazartesi , 7 Ekim 2024

Seyyahların Gözüyle Nasreddin Hoca

Yazı: Mustafa Özçelik

Akşehir yahut “Belde-i Beyza”

Akşehir, geçmişi Neolitik çağa kadar uzanan ve tarihi boyunca önemli bir yerleşim, ticaret ve kültür merkezi olarak bilinen kadim bir şehirdir. Daha sonra Frigya, Lidya, Pers imparatorluğu, Roma ve Bizans çağlarını da yaşamış olan Akşehir, Roma devrinde Philomelium (Bal Sevenler) adıyla bilinmekteydi. Sonraki zamanlarında Arap akınlarına da sahne olan şehir, bugünkü adını da o zaman almıştır. Araplar buraya “belde-i beyza” (beyaz şehir) adını vermişlerdir.

Akşehir’in bir Türk-İslâm şehri olarak tarihi ise Kutalmış oğlu Süleyman Şah’la başlar. Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşması sürecinde Türklerin eline geçerek yeni bir tarihi sürece girer. Böylece; tarihi de talihi de değişmiş olur. Zira Akşehir, bu fetihten sonra da hem Selçuklu hem de Osmanlı dönemlerinde önemini sürekli koruyan bir şehir olmuştur. Bu iki kültüre ait tarihi yapılarla bir “tarih” şehrine dönüşmüş, yakın tarih döneminde de Sakarya muharebesinden sonra Batı(Garp) cephesi kumandanlığının merkezi olarak aynı tarihi özelliğini sürdürmüştür.

Diyar-ı Hoca Nasreddin

Akşehir denildiğinde bugün aklımıza gelen özellikleri sadece bunlar değildir. Akşehir’in bu zengin tarihi geçmişinden öte öyle bir özelliği var ki yerli yabancı pek çok kişinin buraya ilgisi daha çok bu yüzdendir. Akşehir, Nasreddin Hoca diyarıdır. Öyle ki bu durum, Akşehir’in tarih boyunca taşıdığı diğer özellikleri neredeyse unutturmuş, bugün Akşehir denilince akla Nasreddin Hoca gelir olmuştur. Hoca’nın ismi şehirle özdeşleşmiş ve onun en önemli sembolü olmuştur.

Sembol şahsiyetler, cazibe merkezleridir. Bu yüzden Akşehir de Nasreddin Hoca gerçeği dolayısıyla böyle bir merkez olduğu için bu civardan geçen herkes, yolunu Akşehir’e de düşürmüş ve Hoca’nın türbesini ziyaret etmiştir. Zira Akşehir ve çevresi Anadolu’nun tam ortası sayılır. Doğudan Batıya, Batıdan Doğuya yapılan yolculuklarda  konaklanan yerlerden biri de bu yüzden Akşehir olmuştur. Öte yandan Anadolu Avrupa’yı Asya’ya bağlayan en kısa yol olduğu için her seyyahların yolu Akşehir’e mutlaka düşmüştür. Bu yüzden yerli- yabancı yazarlara ait pek çok seyahatnamede Akşehir’den ve orayı sembolleştiren Nasreddin Hoca’dan söz edilir. Söylenmesi gereken bir başka sebep de Konya ve Mevlana gerçeğidir. Ulu pîr’in muhipleri Konya’ya giderken hem yol şartları gereği hem de teberrüken Hoca’yı ziyaret etmişlerdir. Nitekim bu yazıda kendilerinden bahsedeceğimiz Mehmet Ziya Bey, bunun bir örneğidir.

Yerli seyyahların diliyle Nasreddin Hoca

Nasreddin Hoca’dan bahseden yerli- yabancı çok seyahat eseri bulunmaktadır. Biz bunlardan bir kısmını aktarmakla yetineceğiz.

Kitabında Nasreddin Hoca’ya yer veren yerli seyyahlarımızdan ilki şüphesiz ki “Evliya Çelebi”dir.(1611-1683’ten sonra) Meşhur seyyahımız, söze Akşehir’in ismiyle başlar. Ona göre şehrin “Akşar” olarak bilinen adı, aslında “Akşehir”in galatıdır. Bazıları buraya “Ahirşehir” de derler.”

Çelebi, daha sonra şehrin coğrafi konumundan, ikliminden, kalesinden, evlerinden, çarşı pazarından ve insanlarından bahsettikten sonra sözü Hoca’ya getirerek şöyle der: “Şehrin kıble yönünde, dış kısmındaki bahçeler içinde, büyük din adamı ve değerli zât El-Mevlâ Hazretü’ş-şeyh Hoca Nasreddin’in kabri vardır. Kendisi Akşehirli’dir.”

Evliya Çelebi, daha sonra Hoca’nın yaşadığı çağa ilişkin sonradan doğrulanmayan kimi bilgiler verir. Bunları bir yana bırakacak olursak burada önemli olan husus Hoca’yı nasıl tarif ettiğidir. “Fazilet sahibi olup, hazırcevap, keramet sahibi, filozof, din ve dünya işlerini birlikte ve eksiksiz yürüten büyük bir zât, ulu bir can idi.(..) Büyük hocanın sözleri ve latifeleri, bütün lisanlarda atasözü olarak söylenir.”

Evliya Çelebi daha sonra Hoca’nın türbesine ilişkin malumat da verir: “Akşehir dışındaki kubbeli türbesinde defn olunmuştur. Dört tarafı parmaklıkla çevrilidir. Allah rahmet eylesin.”[1]

Çelebi daha sonra Hoca’nın bir fıkrasını nakleder ve  türbe ziyaretinde başından gecen nükteli bir olayı anlatır ki, bu bölüm  Seyahatname’nin Hoca ile ilgili bölümünü zenginleştiren bir özellik taşır.

Hoca’dan bahseden bir başka seyahatname ise  şair “Yusuf Nabi”ye(1642-1712) ait “Tuhfet’ül Harameyn” adlı eserdir. Bir hac seyahatnamesi olan bu eserde Nabi, Hoca’dan ve türbesinden bahseder. Burada verilen bilgiler de Hoca’nın mizahi yönüyle ilgili tespitlerdir. Bugünkü dile “Ufukların dairesini Kahkaha Kalesi’nin bir örneği durumuna getiren doğruluğuna inanılması gereken hoş fıkraları insanda gülme isteği uyandıran rahmetli Nasreddin Hoca’nın zaferan niteliği taşıyan mezarını ziyaret ederek gönlümüz açıldıktan sonra….” Diye tercüme edebileceğimiz bu metinde Nasreddin Hoca’nın Hocası Seyyid Mahmud Hayrani’den ve bir başka maneviyat büyüğü  Seyyid Ni’metullah-i Nahçevânî’den de bir cümleyle bahsedilir.

Görüldüğü gibi Nabi’nin Hoca’ya ilişkin algısı Evliya Çelebi’den farklı değildir. O da Hoca’nın hikmetli mizahi yönüne işaret etmektedir. Metinden sözü geçen “zaferan” sözcüğüyle “safran” da denilen sarı renkli, güzel kokulu bitkinin güldürüp neşe verme hassasına da temas edilmektedir. Nitekim Nabi Divanı’nda da bu manada bir beyte rastlanmaktadır.

“Rûy-i zerdim piste-i leb-bestesin handân ider Za”feran nev’i nebatın Hâce Nasreddîn’idir.”

Yani; “Sararmış yüzümün, dudağı kapalı fıstığını (yani ağzımı) güldürür (kısacası sararmış yüzümde dudaklarımı güldürür). Zafer Zaferan cinsi, bitkilerin Nasreddin Hocası’dır.”[2]

Sözünü edeceğimiz üçüncü seyyahımız Büyük bir İstanbul tarihçisi ve Mevlevi olan “İhtifalci Mehmet Ziya Bey”dir.(1865-1930)   H. 1310/M. 1892 yılında  Konya’ya giderken türbeyi ziyaret etmiş, “Bursa’dan Konya’ya Seyahat” adlı eserinde şu bilgileri vermiştir.

“Türbenin üzeri altı köşeli ve konik bir dam ile kapalıdır. Köşelerin birisi kapı olmak üzere açık olduğu halde, öteki yanlarını çok alçak bir duvar kuşatmıştı., Bu duvarın üstünde demirden bir parmaklık, bunun da üstünde çatıya dayanmak üzere düzensiz, inceli kalınlı tahta bir parmaklık görülüyordu. Kapısının yan ve üst taraflarını da yine tahtadan bir parmaklık kuşatıyordu. Parmaklıkların arasındaki tahta direklerin başlıkları da üzerleri sıvanmış daire şekline yakın bir görünümdeydi.

Duvarın üstündeki demir parmaklığa rasgelen bir bez parçası, püskül teli, pamuk ipliği bağlanmış olduğundan, parmaklık görünmez olmuştur. Çatının kenarını tutan bu direklerle duvar arasında çepeçevre bir açıklık vardı. Genel görünümünden anlaşılıyor ki Nasreddin Hoca türbesinin dört tarafı açıkken, sonradan damın yaslandığı sütunların arasını kısa bir duvarla doldurmuşlar. (…)

Mezarın üzerini eski yeşil bir örtü örtüyor. Kapıya bakan tarafına içleri su dolu bir sıra testi dizmişler. Mezarın etrafında eski çağlardan kalma kalın altı mermer sütun daha var. Bunlar tavana kadar varıyor. Bu duruma göre, dıştaki sütunlarla çatanın sonradan yapıldığı, asıl türbenin mezarı kuşatan sütunlarla aralarındaki kısa parmaklıktan ibaret olduğu kanısına varılıyor. Türbenin kıble tarafına rastlayan kısmı kapı tarafındaki demir parmaklığa göre biraz daha yüksekçe duvarla çevriliydi. Bu duvarın iç tarafına rasgelen bir şey yazmış olduğundan, bir satır yazacak kadar yer kalmamış desem mübalâğa etmiş olmam.

Bunların hepsini bir yerde toplayacak olsak bir gariplikler koleksiyonu, güldürücü şeyler dizisi oluşturur.”[3]

Görüldüğü gibi bu satırlar Hoca’nın türbesiyle ilgili oldukça detaylı bilgiler vermektedir. Dolayısıyla türbenin o yıllardaki halini anlatması bakımından önem taşır.

Yabancı seyyahlara göre Nasreddin Hoca

Anadolu ve Akşehir, pek çok yabancı seyyahın eserine de konu olmuştur.  Bunların hepsi şüphesiz Hoca’dan bahsetmemişlerdir. Ama içlerinde bahsedenlerin sayısı da oldukça fazladır. Saim Sakaoğlu bir makalesinde bu konuda oldukça teferruatlı bilgiler vermektedir:[4]

Onun da sözünü ettiği bu seyyahların eserlerinde de Hoca’nın adı, yaşadığı çağ ve yer(Akşehir), nereli olduğu, türbenin yapısı, mezar taşı, taşbaskısı kitaplardaki Nasreddin Hoca resimleri, fıkralarının nitelikleri, Hoca’nın şöhreti, fıkraların Avrupa dillerine yapılan çevirileri hakkında bilgiler yer almakta ve Hoca’nın kimi fıkraları nakledilmektedir.  Bu isimler arasında “Moritz, Busch, Charles Wilson, Bernard Hewmen, Roy Eliston, Clement Huart, Charles Eliot, Jean Ubicini,  Charles Texier…” akla ilk gelenlerdir.

Bu seyyahların anlatımında dikkati çeken kimi durumlar vardır. Mesela C. Wilson ve C. Texier, Hoca’dan “Nureddin” şeklinde bahsederler. Fakat Hoca’nın misyonu ile ilgili verilen bilgi son derece isabetlidir. Wilson, Hoca’nın bir “Türk azizi” olduğun söyleyerek onun “sufi” kişiliğini anlatmak istemektedir. Bernard Newman’ın ondan “Hoca, öğretmen “ sıfatıyla bahsetmekte ve toplumsal konumuna dikkat çekmektedir.

Hoca’nın mizahi kişiliği ile söylenenler gerçeğe tekabül eden bilgileridir. Mesela  J. Ubucini, ondan “Dünyanın en garip lakırdılarını söyleyen adam” olarak söz ederken bu mizahi kişiliğe vurgu yapmaktadır.

Seyyahlar, Hoca’nın yaygın şöhretinin de farkındadırlar.  Yine J. Ubucini’ye göre Hoca’nın fıkraları Türkiye’de Kuran-ı Kerim’den sonra en çok okunan kitaptır. C. Eliot da Hoca’nın halk tarafından çok sevildiğini ve insanların onun fıkralarını okuyarak vakit geçirdiklerini söyler.

Hoca’nın yaşadığı çağ hakkında verilen bilgilerde ise tıpkı Evliya Çelebi de olduğu gibi kimi yanlış bilgiler sözkonusudur. Evliya Çelebi, Hoca’yı “Gazi Hüdâvendigâr’a yetişip, Yıldırım Hân zamanında şöhret bulmuş” biri olarak tarif eder ve onun “Timur” zamanında yaşadığını söylerken belli ki bu tür yanlışların kaynağını da oluşturmuştur. Bu yüzden  R. Eliston, B. Hawmen gibi seyyahlar da Hoca’yı 14. asır büyüğü olarak anlatmakta ve Timur’la çağdaş göstermektedirler.

Seyyahların ayrıntılı bir şekilde bilgi verdikleri konu ise Hoca’nın türbesidir. Bunlardan Sir Charles Wilson, Akşehir’i ve türbeyi şöyle anlatmaktadır: “Akşehir…Dağların eteğinde geniş bir şehir. Şehrin batı girişinden kısa bir mesafe ötede bir Türk azizi Nureddin(Nasreddin) Hoca’nın mezarı vardır. Onun türbesi Müslüman hacıların ziyaret yeridir. Türbesi basit bir şekilde yapılmış bir taş abidedir. Etrafı bir çatıya dayanan açık kemerlerle çevrilidir. “[5]

Burada dikkat çeken bir husus da seyyahın Hoca’nın türbesinin  “Müslüman hacıların ziyaret yeri” olduğunu söylemesidir. Bu husus, Nabi’nin seyahatnamesi’de  de zaten bu yüzden yer almıştır. Haccın karayoluyla yapıldığı zamanlarda Hoca, Hac yolculuğunda Konya’dan ve Mevlana’dan önceki durak idi. Buraya mutlaka uğrayan hacı adayları hem Hocayı hem de onun hocası  Seyyid Mahmud Hayani’yi mutlaka ziyaret etmekteydiler.

Gyula Germanus ve Charles Texier’inn söyledikleri ise bütün seyyahların anlattıklarını özetler niteliktedir:

“İki buçuk saatlik langır lungur tren yolculuğundan sonra Akşehir’e indim. Vaktiyle zengin yerleşim bölgesiydi ve bugünlerimizde de Selçuklular ve sonraki Osmanlılar dönemlerinden kalma birkaç harika cami ile gurur duyuyor. Fakat burayı cezbeden camiler değil. İslam dünyasında binlerce cami bulunur fakat Akşehir’in özelliği yalnız Müslümanların dünyasında değil bütün dünyada ün kazanan delice bir şaka ustasıdır. 15. yüzyılda Nasreddin Hoca burada yaşayalı fıkraları bütün dünyayı dolaşıyor. Hocalar İslam bilimlerinin bütün dallarında aşina öğretmenlerdir. Ne var ki Hoca bilgili olmakla kalmayarak insanların aptallıkları ile toplumsal adetlerin abesleri ile alay ediyor, hatta kendi zayıflıkları üzerinde  gülmeyi biliyordu. Çok ender bir özellik bu. Yüzyıllar geçtikten sonra bütün dillere çevrilmiş fıkraları halen güldürmeye devam ediyor.”[6]

“Akşehir, Bir dağın eteğine kurulmuştur, Kasabanın işgal ettiği arazi çok geniş ve evlerin etrafı bahçelerle çevrilidir. Sokakları dar ve harabe enkazıyla doludur.  Hoca Nureddin(Nasreddin)in türbesi batı tarafın kenar mahallesindedir. Bu türbenin etrafı sütunludur ve sütunlar esti anıtların harabesinden alınmıştır. Mezarlığın mimari enkazlarla dolu olması buradaki eski kasabanın önemli bir şehir olduğuna işaret eder.”[7] [1] Evliya Çelebi Seyahatnamesi, İstanbul, 2006 s. 229
[2] Nabi, Hicaz Seyahatnamesi,( Tuhfet’ül Harameyn) Hz. Menderes Coşkun, Kültür Bak. Ankara, 2002
[3] Mehmed Ziya Bey, Bursa’dan Konya’ya Seyahat, s.301, 1327/1911 İst.
[4] Prof. Dr. Saim Sakaoğlu, Türk Fıkraları ve Nasreddin Hoca, s.141 vd.
[5] Charles Wilson, Handbook for Travellers in Asia Minor, Transcaucasia, Persia, etc./132
[6] A Felhold fako fenyeben(Hilalin Solgun Işığında, İstanbul, 1957
[7] Charles Texier, Küçük Asya, Tarihi, Arkeolojisi ve Coğrafyası, Çev. Ali Suat, Ankara 2002

Seyyahların Gözüyle Nasreddin Hoca – Bu yazı 2012 yılının Ekim ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 68. sayısından alınmıştır.

Yazar : HALİT ÖMER CAMCI

Gezgin, ışık avcısı, oğlunun babası...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir