Cumartesi , 27 Nisan 2024

Taşa Ruh Veren İnsanların Köyü: Bürüngüz

Yazı ve Fotoğraflar: Hayrettin Oğuz

Köyler.. Anadolu insanının hayatı en tabii ve yalın biçimde yaşadığı mekanlar.. Dış değişimin baskılarına ve etkilerine rağmen İç’in hala direnmeye, en azından sahip olduklarını muhafaza etmeye çabaladığı, devam ettiği yerler.. Zamanın değişimine direnen topraklar.. İnsanların hala, sahip olduğu her şeyi paylaşabildiği, vermeyi unutmayan, misafiri Tanrının gönderdiğine inanan insanlar.. Bir tek gönül yıkmanın yaratanın gönlünü kırmak olduğunu bilen, farkında olmasa da yaşayan gönüller..

Çocukluğumda yaşadığımız ilçeden okul tatillerinde köye gitmenin heyecanını yaşardım. Şimdi belki aynı heyecan yok ama en azından şehirde yenilmişlik ve kaybetmişlik duygusu ile dolu dolu olan ben, bir köy girişinde veya bir köyün uzaktan görünüşünde bu kez hüzünleniyorum. Çünkü ne çocukluğum geliyor geriye, ne de eski köyüm.. Terkedilmiş, darulacezeye bırakılmış yaşlı insanlara benziyor köylerimiz; evleriyle, bahçeleriyle, tarlalarıyla ve tamamen bozkıra dönüşmüş tepeleriyle.. Ayakta kalan bahçelerden domates veya taze biber kokusu gelmiyor, çeşmelerin eski şırıltısı yok ve dere kenarında kadınlar çamaşır yıkarken türküler söylemiyor.. Çünkü artık çanak antenli evlerde dizi izliyorlar içerde tam otomatik çamaşır makinası çalışırken.. Bir sıcacık tandır ekmeğinin kokusunun yerine poşet içinde kasabadan gelen somun ekmeklerin  egemenliği var sofralarda, kerpiç evlerin balkonlarında..

Oysa köyler bir şehre tepeden bakan dağlara benzer. Şehirden çıkıp bir köye yaklaştığınızda, kendinize ve şehre farklı bir açıdan bakarsınız. Hem kendinizdeki değişimi görürsünüz, hem de neyi kaybettiğinizi hatırlarsınız özünüze ve kendinize ait.. Suyu başka, toprağı başka, rüzgarı başka, havası başkadır köyün..

Artık hikayesi olmayan, türküleri çığırılmayan köylerin çağındayız..

Ancak Kayseri’nin Bürüngüz köyüne girerken bu karamsarlığımız her şeye rağmen bir iyimserliğe, bir umuda ve bir tebessüme dönüşüyor.. Çünkü adeta bir saklı kent gibi, geçmişten kalmış bir tablo gibi, şu veya bu biçimde bir şeyleri muhafaza eder bir köye girdiğimizi hissediyoruz.. Kendini Koramaz dağına yaslayan, su kaynaklarının en bereketli yerinde mesken tutmuş bu köy, sanki geçmişten şu veya bu biçimde kalan bir tabloyu andırıyor. Köye yaklaştığınızda bir medeniyete ve bir geleneğe ait bir şeyler hissetmeye başlıyorsunuz.

Bürüngüz bir Osmanlı köyü.. Bunun ilk alameti her köşe başında şırıl şırıl akan çeşmeler. Biz dolaşırken otuzun üzerinde olduğunu tahmin ettiğimiz bu çeşmelerin en eskisi 1500’lü yıllarda Osmanlılar döneminde yapılmış. Köyde aynı yıllardan kalma iki tane de camii var. Alaüddevle camii ve Daniş Ali Bey camiidir. Dulkadirli Beyi Alaaddin Devle Bozkurt Bey’in adını taşıyan Alaüddevle Camii girişindeki türbe ile de dikkatimizi çekiyor. Camiin yapılış tarihi H.999‘dır (M.1591). Bürüngüz beldesinde dikkati çeken bir başka yapı ise halkın saray dediği tarihi binadır. Yanındaki sokağa adını da veren bu konak köyün en muhteşem eserlerinden biridir.  Bu eserin Kayseri valilerinden Padişah III.Ahmet’in veziri Hacı İbrahim Paşa tarafından yaptırıldığı söylenmektedir. İbrahim Paşa’nın Kayseri’ye geldiğinde Bürüngüz’de yaptırdığı bu konakta kaldığı tahmin ediliyor. Onun akrabası olduğunu söyleyen bir köylü bu bilgileri teyid ediyor. Tarihi bir şahsiyet olan İbrahim Paşa 1604 yılında Mısır isyanını bastırmak için gittiği Mısır’da bir isyancı tarafından öldürülmüştü.

Daha daracık sokaklarında gezmeye başlar başlamaz taşla konuşan dehaların, taşlara nasıl ruh verdiğini adım adım yaşıyorsunuz.. Osmanlı döneminde de İstanbul’un önemli taş ustalarının bu köyden gittiği bilinir. Halen İstanbul’da özellikle Beşiktaş ilçesinde 1000 civarında Bürüngüzlü ailenin yaşadığı tahmin edilmektedir. Mimar Sinan’ın kokusunu hissediyorsunuz. (Mimar Sinan’ın doğduğu Ağırnas Köyü 4-5 km’dir buraya ve Bürüngüzle iç içedir)

Köyün girişinde eski mezarlık karşılar sizi.. Köyden çıkarken de bir başka mezarlık uğurlar.. Mezarlar ki size dünyanın ne idüğünü anlatırlar. Eski mezarlıktaki her biri estetik anlamda şaheser olan mezartaşlarını gördüğünüzde yeni mezarların modern mermerleri ne kadar da ilkel ve yapay kalıyor.. Mezarları, orada yatanları düşünürken kimbilir ne hikayeleri vardır burada yatanların demeden kendinizi alamıyorsunuz. Yukarı mezarlıktan Koramaz dağlarına doğru bakarken birden iki mezar dikkatinizi çekiyor.. Mermerden yenilenen mezartaşında “Dağlarda sakız, Bekir ile Akkız, Ruhuna Fatiha” yazıyor. Gülümseyerek Gesi mezarlığında gördüğüm Böcüklünün Fadime’yi hatırlıyorum.. Bazı aşklar mezarlar da bile devam ediyor. Ya da bazı aşklar belki de mezarlarda başlıyor. Dünyada vuslatı yaşayamayan bazı aşıklar mezarlıklarda bir araya gelebiliyorlar ancak. Meşhur Zahidem türküsünün Zahidesi ile ona sevdalı Arap Mustafa’da olduğu gibi.. Hayatlarında birbirine kavuşamayan bu iki sevgili vefat ettiklerinde köylüler tarafından yanyana iki mezara konurlar. Bu da anadolu insanının vefa duygusu ile sevgiye bakışını gösteren önemli bir ayrıntı..

Arabamızla daracık sokaklardan köyün meydana doğru ilerlerken, arabamızın bu mekanda ne kadar ucube ve tuhaf kaldığını hissedebiliyoruz. Çünkü böylesi bir medeniyet tasavvuru, atıyla, eşeğiyle, kağnısıyla, atıyla, at arabasıyla buralardan geçmek için yapmış böylesi dar sokakları.. Sırt sırta, omuz omuza, karşı karşıya böylesine yakın yapılan evler, gerçekte insanların birbirlerine olan, yakınlıklarının, sıcaklıklarının ve güvenlerinin de bir tezahürü. Komşuluk budur diyorsunuz.. Komşuluğun ruhtan mekana yansımasını berrak bir şekilde görüyor ve yaşıyorsunuz. Evi komşu olmayanın kendisi komşu olabilir mi? Avlusu, eşiği, kapısı komşu olmayanın kendisinin komşuluk yapması mümkün değildir. Apartmanlarda yaşayan bir muhayyilenin bunu anlayabilmesi mümkün değildir. Batılı şehir yapılarının kendini toplumdan tecrit eden ve kendine birey diyen insanla birinci deredece ilintisi var. Yani modern kentlerde apartman daireleri veya müstakil evler de bireydir. Oysa Medine misalinde, insanların birey olma kaygıları olmadığı gibi, evler de insanlar gibi iç içedirler. Sadece insan değil, mekan da komşudur..  Bugünkü Bürüngüz’de çoğu insanlar evleri, sokakları dolayısıyla komşulukları terketmişler ama evler hala komşular ve bitmeyen sohbetlerini sürdürüyorlar.. Kendilerini maddeten boşaltan ve terkeden insanlara rağmen, onlar hala bir estetiği, bir kültürü, bir ruhu, mekanın ruhunu yansıtmaya ve yaşatmaya devam ediyorlar..

Daniş Ali Bey caminin dar bir sokaktan görünüşü gerçekten mekanla ilgili neleri yok ettiğimizi hatırlatırcasına çarpıyor bizi.. Minare sanki bir köy bekçisi gibi sizi karşılıyor ve hoş geldiniz diyor.. Caminin önünde oturan ve sohbet eden köylüler sıcacık yüzleri ve mutlu gözleriyle bizleri karşılıyorlar ve caminin karşısındaki çay ocağında çaya davet ediyorlar. Çay ocağının içindeki insanların yüzleri çaydan daha demli ve çaydan daha sıcak.. Çay ocağında beni asıl etkileyen şey duvarda vefat eden insanların fotoğraflarının olduğu köşe oldu. Köylüler vefat eden her insanın fotoğrafını o bölüme yapıştırırlarmış. İki yıl önce bir kış ayında bu köyde fotoğrafını çektiğim bir insanı orada görünce, dolan gözlerimle birlikte sarsıldım, kendimi zor tuttum. Hayat böyle bir şeydi işte; bir var bir yok, bir varmış, bir yokmuş..

Daracık sokaklarda çeşmelerin su seslerinin eşliğinde gezerken en çokta kendilerine özgü örtüleriyle işlerini yapan kadınlar dikkatimizi çekiyor.. Çeşme başı sohbetleri hala canlı ve diri.. Sizi bir sokağın köşesinde gördükleri zaman örtüleri ile yüzlerini örterek ve yönlerini bir mahremiyet duygusu ile yana çevirerek sizin geçmenizi bekliyorlar. Fotoğraflarını çekmemize hemen hemen çoğu izin vermiyor.. Sohbetleri aynı.. Kulağımıza gelen seslerden akşam ne pişireceklerini konuştuklarını anlıyoruz..

Ve çocuklar.. Çocukların meraklı bakışlarında görebiliyoruz köyün değişimini şüphesiz.. Kılık kıyafetlerinde.. Muhtemelen onlar anne babalarının kıyafetlerini giymeyecekler. Bir kültür üretemiyorsanız, çocuklarınıza bir kültür bırakamıyorsanız, mevcut kültürü korumanız da imkansız hale gelir. Çünkü değişimin hedefi özellikle çocuklardır..

Hayatımda hiçbir köyde bu kadar akan çeşme görmedim..  Köyün daracık sokaklarında gezerken sesi kesilmeyen tek şey sudur. Bürüngüz köyünü size sanki sular gezdirir. Çeşmeler eşlik eder adımlarınıza. Sokaklardan akan sular yönlendirir sizi.. Bir çeşmeden akan suyun sesi ve şırıltısı kesilmeye yüz tuttuğunda hemen yeni bir çeşmenin sesi ve şırıltısı çıkar karşınıza. Küçük ve dar sokaklarda suyun akışının size verdiği huzuru sanırım bir başka mekanda yaşayamazsınız..

Çay ocağında sohbet ettiğimiz bir yaşlı amca yazın burada kışın şehirde (Kayseri’de) yaşadığını ama artık kışın da gitmek istemediğini söylüyor biraz da sitemle.. Nedenini sorduğumuzda oğlum Kayseri gibi yerde bile artık ezan sesiyle uyanamaz olduk, horoz sesini hiç bilmiyoruz, unuttu kulaklarımız zaten dedi ve ilave etti. Eskiden anam daha gün ışımadan ezen okunmadan kapıyı pencereleri açar ezen okunduktan sonra namazını kılar sonra da güneşin evimizin içine doğuşunu beklerdi. Şehirde güneş doğmuyor evlat deyince, yutkunarak bir başka aleme geçiyoruz ve gözlerimizin dolmasını hisseden yaşlı amca gülümseyerek “senin de gönlün halen toprak kokuyor” dedi ve sustum tek kelam edemedim..  Evini yaparken komşusunuz penceresini, güneşini, avlusunu hesaba katan bir medeniyet tasavvurundan, hiçbir insani kaygısı olmayan, kendi çıkarından başka bir şey düşünmeyen nasıl böylesi bir kentli “tasavvuruna” geldik anlayabilmek imkansız..

Köyden ayrılırken o daracık sokaklarda dolaşan horozlara ilişiyor gözüm. Yaşlı amca geliyor aklıma ve geçmişe, çocukluğuma, köyüme giderek, bir sabah vakti horozun ötüşüyle seher vaktine uyanıyorum… Ve nenem içerden bağırıyor, gün öğlen oldu hala yatıyorsunuz!..

Bu yazı 2011 yılının Kasım ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 57. sayısından alınmıştır.

Yazar : HALİT ÖMER CAMCI

Gezgin, ışık avcısı, oğlunun babası...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir