Mimar Sinan’ın eserlerinden Cafer Ağa Medresesi’nde yer alan temsili bir Mimar Sinan büstü
Yazı: Ahmet Sırrı Arvas Fotoğraflar: Halit Ömer Camcı
Kayseri yöresi oldum olası taş ustaları ile bilinir. Hele Gesi, Bürüngüz ve Ağırnas’ta taş işlemek meslekten öte sevda gibidir. Zira civar ocaklardan çıkarılan taşlar peynir kadar yumuşaktır ve rahat işlenir. Ama beş on gün güneş gördü mü kemik gibi sertleşir. Hele üstünden mevsim geçince “taş” kesilir. Eh, elinizde böyle bir malzeme olduktan sonra aklınıza geleni yapabilir, evinizi raflarla, kemerlerle süsleyebilirsiniz.
1500’lü yıllar filandır. Gözlerinde ışıl ışıl zeka parlayan bir çocuk, bıkıp usanmadan kalfaları izler. Her gördüğünü kapar, aynı usulle minik kubbeler, minyatür köprüler yapar. Ondaki kaabiliyeti kim keşfeder bilemiyoruz, ama birileri sırtını sıvazlar, İstanbul’a yollarlar. Kimsin, kimdensin demez, en bilge müderrislerin önüne oturturlar. Kahramanımız tedrisatını tez tamamlar, ama yerinde duramaz. İçindeki çoşkunun seline kapılır, orduya katılır. Kâh Çaldıran’a yürür, kâh Mısır’a koşar. Tebriz’in, Bağdat’ın, Rodos’un, Belgrad’ın fethini yaşar. Onlarca ülke, yüzlerce belde gezer, gittiği her yerde kemerlerle kubbelere bakar. Kimine hayran olur, kiminin eksiğini bulur. Gemiler, silahlar, arabalar… Hasılı insan elinden çıkan ne varsa ona birşeyler fısıldar. Hepsinden hisse kapar, ince ince notlar tutar.
Yayabaşından mimarbaşına
Van kuşatmasının sürdüğü yıllar… Osmanlı ordusu göl cihetinde çaresiz kalınca komutanına çıkar, “isterseniz size tekneler çakabilirim” gibi ciddiye alınacak bir teklif yapar. Güngörmüş paşalar sakallarını sıvazlar, vezirler kavuklarını sallarlar. Bu inanılacak bir şey değildir ama, denemekte faide bulurlar. Esrarengiz asker kısa bir süre sonra gelip selâm verir ki, gölün üzerinde basit ve kaba sallar değil, sülün endamlı kalyonlar dalanmaktadırlar.
Ardından Karabuğdan seferinde sahneye çıkar. Onlarca mimar Prut nehrinin kaypak zeminine bir köprü oturtamaz, orduyu sahradan çıkaramazlar. Kahramanımız münasip bir lisanla müsaade ister ve sadece 13 gün sonra “buyrun” diye fısıldar. Yaptığı köprü kelebekten zarif, örsten sağlamdır. İşte bu hizmet Kanuni’nin dikkatini çeker ve “sen” der, “bundan böyle reis-i mimaran-ı dergâh-ı âlisin!” Bizim anlayacağımız şekliyle “mimarbaşısın” yani. Haa söylemeyi unuttum bu askerin adı mı. Sinan’dır elbet. Koca Sinan! Sinan, 40 yaşından sonra mimarlığa başlar ama kendisine güvenenleri utandırmaz. O sadece tasarımla kalmaz imparatorluk sınırları içinde satılan malzemelerin standartlarını oturtur, kontrolunü yapar. Diğer devlet inşaatlarını da denetler ve hassa mimarlar ocağında geceli gündüzlü teknik-estetik tartışırlar. Yani o hem Bayındırlık Bakanıdır hem de Fen İşleri Müdürlüğüne, zabıta amirliğine bakar.
Sinan çok çalışır, memleketi camiler, medreseler, köprüler, imaretler, şifahaneler, hanlar, hamamlar, ambarlar, mutfaklar ve kervansaraylarla donatır. Enteresandır ama hiç bir eseri diğerine benzemez. Daima kalıpları kırar, sürekli kendini aşar. O kısacık mimarlık dönemine 477 eser sığdırır. Hıristiyan âleminin çok öğündüğü ve “benzeri yapılamaz” denilen Ayasofya’dan daha geniş ve yüksek bir kubbeyi Selimiye’ye oturtur. Üstelik daha zarif ve aydınlık bir mekân yakalar. Önde Şehzadebaşı Camii ve arkada bütün görkemiyle Süleymaniye Külliyesi
İsler ve sesler Mimar Sinan’ın yaptığı camilerin kandillerinden çıkan isler asla tezyinatı batırmaz, havada belirli helezonlar çizerek kubbeye yükselir ve katran odacıklarında toplanırlar. Hattatlar bunlardan yapılan mürekkeplere bayılırlar. Zira müminleri aydınlatırken kararan katranın yazıya mânâ kattığına inanırlar.
Hepsi bir yana büyük ustanın akustikte vardığı nokta günümüz mühendislerini bile hayran bırakır. Bakın, bunu denemenin kolay bir yolu var. Şehzadebaşı, Süleymaniye, Selimiye gibi bir Sinan camisine gidin, mihrapta hafifçe fısıldayın ya da tesbihinizi şıkırdatın. Ses katlana katlana artıp, taa kapı önüne ulaşmazsa gelin yanıma. Hele davudi sesli bir hocaefendinin kıraat buyurduğunu düşünebiliyor musunuz, işitmemenin imkânı mı var?
“İyi de..” diyeceksiniz şimdi, “her sütuna bir cızırtılı bir kolon asıp, sesleri yankılandıra dalgalandıra birbirine karıştırmanın mantığı ne?” İnanın onu ben de anlayamadım. Anlayanlar bana da anlatsınlar.
Çağını aşan usta: Koca Sinan Sinan’ın, “Rum olup olmadığı” çok tartışılır. Soykütüğünü bilemiyoruz ama o “iyi bir Müslüman”dır. Kızlarına Hatice, Ümmühan, Neslihan, oğullarına Muhammed, Mustafa adını verir, onlara Efendimiz’in (sallallahü aleyhi ve sellem) yolunda yürümeyi öğretir.
Sinan, büyük bir mimar olmanın yanında bir “şehircilik dehası”dır, eserini bulunduğu muhite yakıştırır. Binanın oturacağı alanda uzun uzun çalışır, çevredeki mimari dokuyu dikkate alır. Sonra zemini araştırır, gerekirse kuyular açtırır, kazıklar çaktırır. Ona göre sağlam eser ille de kalın duvarlı, küçük camlı ve basık olmamalıdır. Usta dediğin hafif malzeme, geniş kubbe ve aydınlık mekânla da mukavemeti yakalamalıdır.
Hani “insanı gam, taşı nem öldürür” derler ya mimarımız öncelikle rutubetle savaşır. Yapının sağına soluna kuyular kazdırır, suyu mahalle çeşmelerine bastırır. Hasılı rutubeti bir şekilde tahliye edip, zeminden uzaklaştırır. Dahası taş çürümesin diye temeli dehlizlerle donatır, kanallarda sertçe esintiler dolandırır. Yaz ve kış arasındaki ısı farklarını dikkate alır, bu yüzden esneyen ve nefes alan Horasan harcı kullanır.
Mimar kaybolunca! Meşhur hikayedir, Sinan Süleymaniye’nin temelleri ile çok uğraşır ancak sıra duvarları yükseltmeye gelince ortadan kayboluverir. İki sene… Tamı tamına iki sene kaçaklar gibi dolanır. Zira padişahın gözüne gözükse “tiz camiyi bitiresin” diye ikaz olunacağının farkındadır. Kanuni artık ondan ümidini kesmiştir ki kapı çalınır, karşısında Mimar Sinan. Sultan öfkeyle sorar: “Neredesin bre?” Sinan, “Kızacağınızı biliyordum sultanım” der: “Ancak bu eseri alelacele bitirmek istemedim. Temellerin üzerinden iki yaz, iki kış geçti, taşlar yerine oturdu. Şimdi gönül rahatlığıyle işe başlayabilirim…”
İşte tam o günlerde İran şahından bir torba mücevher gelmesin mi? Yanında iğneleyici bir not. “Ey Kanuni! Duydum ki bir cami yaptırmaya niyetlenmişsin, inşaat yarım kalmış. Şuncağızları nakde çevirip eseri tamamlayasın. Adını da Şah Camii koyasın” Kanuni bu mücevherleri gerçekten caminin yapımında kullanır. Nasıl mı? Önce havanda dövdürüp un ufak ettirir, sonra harca kattırır.
Şehzadebaşı Camii
Japonlar şoke olurlar 1950’li yıllarda Süleymaniye semtinin Haliç’e doğru kaydığı anlaşılır. Gerçi hareket milimler mertebesindedir ama yıllar sonra “yekûn” tutabilir ve tedbir almak için “çok geç” olabilir. Devrin Hükümeti konuyu ciddiye alır, Japonya’dan bir heyet çağırır. Bunların içinde dünyaca ünlü jeologlar, hidrologlar, inşaat mühendisleri bulunmaktadır. Adamlar kırk yere sondaj atar, uzun uzun etüdler yaparlar. Neticede caminin batı cihetine 18 adet payanda yapılmasına karar kılarlar. İlgili bakanlık caminin kurtarılması için hiçbir fedakârlıktan kaçmaz, kesenin ağzını açar. Uzmanlar ilk noktayı belirler ve kazarlar. Hayret! Orada zaten mükemmel bir payanda vardır. İkinci noktayı eşerler karşılarında yine bir payanda… Japonların tespit ettiği 18 noktada da “aranan şartlara haiz” payandalar çıkar. Hatta adamlar “şimdilik” gerek duymadıkları bir noktada da payanda bulurlar. Heyetin başkanı ellerini açar ve “18 payandayı yeri yerine oturtan usta 19’uncusunu da boşuna koymaz” diye fısıldar: “Belki de bizim ondan öğrenecek çok şeyimiz var!”
Minare nasıl düzelir? Süleymaniye Külliyesinin son rötuşlarını yapıldığı günlerdir… Ufak bir çocuk, gölgesine girdiği minareye bakakalır. Eh o mesafeden minare her seyredenin üstüne abanır, duvarlarda sahte bir kavis yaylanır. Çocuk kendine göre ölçer biçer ve “bunlar eğri” diye söylenmeye başlar. Koca Sinan ufaklığı ciddiye alır. “Bak iyi ki ikaz ettin” der: “Hemen düzeltelim yıkılmasın.” Sonra minarenin gövdesine bir halat bağlayıp çekmeye başlar, ta ki çocuk “şimdi oldu” deyinceye kadar. Mimar Sinan yardımlarından dolayı minik dostuna teşekkür eder, onu adam gibi uğurlar. Görüyorsunuz değil mi? Sinanımız kuru bir hesap adamı değil hâzâ insandır. Belki de onu böylesi çok eser yapmaya iten şey mahlukata beslediği şefkâttir. Kimbilir?
Fotoğraf: Mustafa Yılmaz / Sokullu – İsmihan Sultan Külliyesi
Selimiye’nin sırları Sanat tarihçilere sorarsanız Sinan’ın her eseri incelenmeye alınmalı, hakkında ciddi kitaplar yazılmalıdır. Şüphesiz güzel olur ama bir erbabını bulsak da taşları konuştursa. Sinanlı menkıbeler anlatsa… Şimdi Edirne’ye girdiniz, nereden bakarsanız bakın karşınıza Selimiye çıkar. Şehre İstanbul yolundan sokulanlar, yanına yaklaşıncaya kadar camiyi iki minareli sanırlar. Selimiye o kadar zariftir ki bibloyu andırır, belki de bu yüzden olduğundan sevimli ve küçük görünür, gözü aldatır. Lâkin içine gireni azameti ile sarar, mühendisleri bile şaşırtır. Selimiye’nin “saç örgüsü” gibi birbirine dolanan minare merdivenleri akıllara ziyan bir tasarımdır. Her yol, ayrı şerefeye çıkar, üstelik Sinan’ın minareleri kalem endamlıdır, kubbeye yakışır. Şimdi gelelim şekildeki sırlara. Caminin 4 minaresi dört kitaba, dört meleğe, dört halifeye işarettir; dört hak mezhep için dört ayrı kürsü vardır. Selimiye’nin 999 tane penceresi, 5 sıra halinde dizilir İslâm’ın 5 şartını hatırlatır. Arka minarelerdeki 6 yol iman edilecek 6 şartı, külliyenin kapıları, 32 farzı fısıldar. Müezzin mahfilindeki lâle “öylesine bir motif” gibi görünse de tasavvufçular onda ince işaretler bulurlar. Zira “laleh” kelimesi Allah lafzı ile aynı harflerle yazılır ve ikisi de ebcet hesabında 66 rakamına çıkar. Onlar “66’ya bağlanmak” deyiminden tevekkül etmeyi ve işi Allah’a (Celle Celalüh) havale etmeyi anlarlar. İşte Allah’a sığınanlar camiyi böyle yaparlar.
Taşları Konuşturan Adam Mimar Sinan – Bu yazı, Gezgin dergisinin 2009 yılının Ekim sayısında yayımlanmıştır.