Cuma , 19 Nisan 2024

Tek Taştan Duvar Olmaz

Zaman akar, yer direnir, gökyüzü kanat gerer
Siz ölümsüz çiçeği taşırsınız göğsünüzde
Karanlığın ormanında iman güneşidir gözünüzder Erdem Bayazıt “Birazdan Gün Doğacak” isimli şiirinde…

Yazı: Halil Çelik – Fotoğraflar: Halit Ömer Camcı, Mehdi Öztürk

Evet, zaman vardır… Başı ve sonu bilinmese de doğrusal karakterinden pek şüphe duyulmayan bir şeydir zaman… Doğrusal karakterlidir ve adeta bir nehir gibi akar… Sonsuza doğru akar, duraksamadan akar… Bashô “zamanın kendisi durup, dinlenmeyen bir yolcudur” der hatta…

gezgindergi-turkiye-tek-tastan-duvar-olmaz-1

Başına buyruk olduğundan da şüphe yoktur zamanın. Uyusak da, uyanık olsak da tan ağarır, öğle ile akşamın arasında kendine yer bulur ikindi, güneş batar, sırası geldiğinde ay dolunay hâline gelir…

Zaman kendi değişmeyen ritminde kesintisiz akarken, biz kendini şehirlerde bulmuş insanlarız… Ve şehirde olmak vakit kaybetmeden yaşama kaygısını getiriyor beraberinde. Yerine getirmemiz gereken işlevlerin esiriyiz ve sokaklarımız ölmüş, sadece bazı işlevlerin yerine getirileceği alanlara dönüşmüş hâlde. Tam da İsmet Özel’in “Jazz” şiirinde konuşturduğu “şehrin insanı” gibiyiz:

İnsan seslerinin, çocuk kahkahalarının, kuş cıvıltılarının, araba gürültü patırtısıyla yer değiştirdiği şehirlerde, gündüz işyerlerine, gece çekmece formunda inşa edilmiş apartman dairelerine sığınan canlılarız… Zamanın, akan zamanın baskısını had safhada üzerimizde hissetmekteyiz…

Bu vapuru kaçırırsam beni belki decinnet basar
belki kanser olurum bu yıl sınıfta kalırsam
nöbette uyursam eğer kitaplarımı yakarlar
etimde şirpençe çıkar bu kızı alamazsam
bu işi bitiremezsem şehirden beni kovarlar
izin kağıdım yanar konuşacak olursam

Yürüyen Budalalar şehirlerde, yukarıda izah etmeye çalıştığımız tarz-ı hayatı sürdüren, artık metropol haline gelmiş koca bir şehirde yaşamaktan mâlûl arkadaşlardan oluşan bir seyahat grubudur. Metropolde yaşayan, aynı işyerinde uzun süre beraber çalışmış veya hâlen çalışmakta olan, birbirlerini uzun süredir tanıyan, iş gereği birbirleriyle kendi ailelerinden bile fazla zaman geçirmek durumunda olan bir arkadaş grubundan söz ediyoruz. “İş ve işlev” etrafında senelerce beraber zaman geçiren bu arkadaş grubu, 2010 senesinin başında “iş ve işlev”in dışında bir şeyler yapmaya, beraber seyahat etmeye karar verir. Grup, Jacques Sequela’nın bir sözünden, “yürüyen bir budala, oturan on entellektüelden daha iyidir” sözünden hareketle kendilerine “Yürüyen Budalalar” deme cüretini gösterir.

Seyahat etmek, akan zamanı başka mekânlarda geçirme tercihidir. Yürüyen Budalalar, “yaşanılan metropol”den geçici de olsa ayrılarak, zamanda ve mekânda kendine yer seçer. Metropolün ritmlerinin dışına atar kendini. Randevusuz, programsız, rutin sorumlulukların bir kenara bırakıldığı bir düzene geçer… Başka yakınlıklar kurmak için hazırlar kendini. Yollara revân olur…

Yürüyen Budalalar Mardin Kırklar Kilisesi’nde

Yürüyen Budalalar, kendi medeniyetinin şehirlerini ziyaret etmek için yola çıkan bir grup… Yürüyen Budalalar’ın ”ziyaret edilmesi gereken şehirler” listesinde Stockholm, Los Angeles, Montevideo, Paris, Amsterdam, Şanghay, Cap Town yok… Tire’yi, Sille’yi, Taşköprü’yü, Safranbolu’yu, Gönen’i, Hemşin’i, Harran’ı, Ahlat’ı, Midyat’ı, Erkilet’i, Mudurnu’yu, Göynük’ü, İznik’i ve dahası Üsküp’ü, Ohri’yi, Prizren’i, Saraybosna’yı, Stolac’ı, Halep’i, Şam’ı, Bağdat’ı, İsfahan’ı, Şiraz’ı tanıma merakında Yürüyen Budalalar… Kendilerini bir mücevher tepesinin üzerinde yaşıyor gibi görmekteler; kendi medeniyetinin şehirlerini ziyaret ederek bu hazineleri tanıma, dolayısıyla aynı zamanda “kendilerini tanıma” niyetindeler…

gezgindergi-turkiye-tek-tastan-duvar-olmaz-2

Yürüyen Budalalar’ın seyahatlerini özel kılan bazı hususlar, bazı farklılıklar var söz edilmesi gereken… Grup üyeleri aynı işyerinde geçmişte beraber çalışmış veya hâlen beraber çalışan insanlar. Kimilerinin arasında ast / üst ilişkisi hâlen mevcut… “Dostlukta kıdem esastır” denir. Grup üyelerinin birbirini tanıma süresi ortalama on sene… Kısa bir süre değil ve bu kıdem grubu fevkâlâde uyumlu, fevkâlâde samimi bir hâle getiriyor. Grup üyeleri arasında çok yakın bir hukuk var, işyerlerinde birbirleriyle formal ilişkiler hâline olsalar da seyahatlerin akışında herhangi bir resmîyetin emaresi dahi yok…

Yürüyen Budalalar şehirleri ziyaret etme niyetiyle seyahatlere çıkıyor… Malûm ziyaret bir büyüğe yapılır. Muhabbet ve hürmet hisleri eşliğinde gerçekleştirilir. Yürüyen Budalalar da, şehirlerimizi, zaman içinde oluşan, zamanla şekillenen, zamanla kendine mekân bulan medeniyetimizin şehirlerini muhabbet ve hürmet hisleriyle ziyaret ediyor. Diyarbekir’de, Kayseri’de, Trabzon’da, Sivas’ta, Mostar’da, İzmir’de, Prizren’de, bu şehirlerin çarşılarında, sokaklarında, kalelerinde, meydanlarında bu hürmet ve muhabbet hisleriyle bulunuyor. Seyahatlerde Yürüyen Budalalar talebe, şehirler kadîm muallimler oluyor…

İnsan bilmediğini, tanımadığını sev(e)mez. Yürüyen Budalalar, seyahatlerin ortalama dört ay kadar evvelinden, gidilecek şehirler ile ilgili hazırlıklara başlıyor. Bu hazırlıklar sosyal medyada kurulan kapalı bir grupta yapılıyor ve burada seyahatle ilgili paylaşımlar gerçekleştiriliyor. Ziyaret edilecek şehre dair coğrafya, tarih, dil, din, siyaset, edebiyat, adet, sanat, müzik, mutfak vb konularda sayısız paylaşım yapılıyor seyahat tarihine kadar.

Anlatılır ki, Picasso, ünlü bir restoranda yemek yerken, restoran sahibi yanına gelip kendisinden hatıra olarak peçeteye bir şeyler çizmesini ister. Picasso peçeteye çabucak bir resim yapar ve adama “Buyrun, seksen Frank” der. Adam “Aman Bay Picasso iki dakikada çizdiğiniz şey nasıl 80 Frank eder?” diye sorunca, “Hayır bayım” der Picasso, “İki dakika değil, kırk yıl artı iki dakika”. Yürüyen Budalalar’ın bir günlük seyahatleri bile Picasso’nun kırk senesi gibi… En az dört aylık bir hazırlık süresini kapsıyor. O yüzden günübirlik bir Yürüyen Budalalar seyahati bile aslında “dört ay artı bir gün” sürüyor.

Tarihi Diyarbakır Surları’nda

Seyahat öncesi yapılan hazırlıkların en önemlilerinden biri, seyahatin yapılacağı şehir ve/veya bölgenin müziklerinin dinlenilmesi ve bunların bir kısmının ezberlenmesi. Yürüyen Budalalar ekibinde müzikle profesyonel ve hatta amatör olarak ilgilenmiş hiç kimse yok ancak müzik ziyaret edilen şehirlerin kılcal damarlarına girilmesini, ziyaret edilen şehrin daha iyi anlaşılmasını, şehre ve şehrin insanlarına daha büyük bir yakınlık duyulmasını sağlıyor. Yürüyen Budalalar şehirlerin sokaklarında, meydanlarında, köprülerinde söyledikleri şarkılarla, şehre olan samimiyet, muhabbet ve hürmetlerini gösteriyor.

gezgindergi-turkiye-tek-tastan-duvar-olmaz-3

Mostar’da tarihi köprü üzerinde Boşnakça bir Sevdalinka, Ohri Gölü’nde tekne sefası yaparken bir Makedon pesması, Üsküp’te Vardar Nehri kıyılarında bir muhacir türküsü, İzmir Bikur Holim Havrası’nda Seferâd dilinde bir aşk şarkısı, Mardin Deyruzzaferan’da bir Süryanî ilâhisi, Kars Kalesi’nde bir Terekeme türküsü, Sivas Ulu Camii’nde bir Yunus Emre ilahisi, Şar Dağları’nın üzerinde bir yetimhane kompleksindeki gençlerle bir Arnavut türküsü, Akdamar Adası’nda bir Ermeni şarkısı, söyleniyor bu sebeple…

Ve her Yürüyen Budalalar seyahatinin seyahate özel hazırlanmış bir albümü ve albüm kitabı oluyor mutlaka… Kitap, bölgeden derlenen şarkıları, türküleri, bunların sözlerini, eser Türkçe değilse Türkçe’ye tercümesini, varsa hikâyesini ve bu eserlerin o bölge için manasını kapsıyor. Eğer bir müziğin birden fazla lisanda söylenmiş versiyonları varsa, müziğin sınır tanımayan o tesirini hissedebilmek için bu eserler mutlaka albüme ve kitaba dahil ediliyor…

Bu düşüncelerle sırasıyla Edirne, İznik, Bursa, Konya, Trabzon, Bosna-Hersek, Kars, İzmir, Kayseri, Kapadokya, Kosova, Makedonya ve Sivas’a tertip ettiği seyahatlerden sonra son seyahatini Mayıs 2014’te Mardin, Midyat, Hasankeyf ve Diyarbekir güzergâhında gerçekleştirmeye karar verdi Yürüyen Budalalar…

Aşağıda bu seyahatin notlarını bulacak, bir Yürüyen Budalalar seyahatine şahit olacaksınız…

gezgindergi-turkiye-tek-tastan-duvar-olmaz-5

Yürüyen Budalalar olarak 1-3 Mayıs 2014 tarihleri arasında yaptığımız Mardin, Midyat, Hasankeyf ve Diyarbekir seyahati 17 Temmuz 2013’te, yani seyahatin tam 9.5 ay evvelinde başladı. Türk Hava Yolları’nın bir kampanyası takılmıştı o tarihte gözümüze… Akşam evde ne yemek yiyeceğini bilmeyen bizler, o gün satın alıvermiştik seyahat biletlerimizi… Uçağımız Diyarbekir’e inecek, oradan Mardin, Midyat ve Hasankeyf’e geçecek, tekrar Diyarbekir üzerinden geri dönecektik.

Ve bazı tepkiler… “Çok güzel ama 1 Mayıs’ta bölgeye gitmek tehlikeli değil mi?” diye sorular gelmeye başladı mesela… Aralık ayında Kars’a ve Sivas’a giderken de benzeri tepkiler almıştık zamanında… “Hava soğuk olmaz mıydı oralarda?”… İstanbul Taksim kadar tehlikeli olmayacağını düşündüğümüzü söyledik cevaben… Yolumuza devam ettik hem güven hem de özgüvenle…

Biletlerin alındığı tarihten itibaren başlayan 9,5 aylık çalışmanın sonunda, içinde Arapça, Kürtçe, Türkçe, Süryanice, Ermenice ve Rumca sözlü toplam 101 şarkıdan oluşan bir derleme albüm hazırladık. Bu eserleri 228 sayfalık bir kitapta topladık. Hem bölge binalarında kullanılan taşları, hem de bölgede binlerce senedir bir arada yaşayan farklı dil, din, etnisite ve kültür kat-manlarını düşünerek kitabın ismini “Tek Taştan Duvar Olmaz” olarak koymaya karar verdik.

gezgindergi-turkiye-tek-tastan-duvar-olmaz-6

Seyahat gününe kadar biletini alan toplam 31 kişiyle yollara revân olduk: Ata Türkoğlu, Aydın Özgür, Aylin Haffaf Karababa, Birsen Yeşilova Başaran, Çiğdem Yılmazok, Ebru Sevinç, Ece Altay, Erhan Aslan, Fatma Çoku Onaran, Halil Çelik, Halil Özmen, Halit Ömer Camcı, Hamide Çekmez Berber, Hasan Mutlu Kızılgül, İbrahim Hakkı Engül Kadriye Tür Hızlı, Miray Kaya, Muhammed Mehdi Öztürk, Murat Satır, Mustafa Günalp Çil, Nurtop Erdel, Selim Zeydanlı, Yasemin Çoruh, Yeşim Çoruh Çalışkan, Yeşim Tekin, Zehra Çakıltaş, Zuhal Navruz, Elif Seyhan, Selma Çetinkaya, Tuba Eyüboğlu, Türkan Aydın Ay.

I.Gün

Diyarbekir Havaalanı’nda buluştuk, içtimayı toparladık. Seyahat hazırlıkları esnasında bizi daima destekleyen, her sorumuza cevap, her derdimize bir çâre bulan dostlarımız Suat Bükün ve Melik Tuncay da havaalanına bizi karşılamaya gelmişlerdi… Kendileriyle kucaklaşıp bizi Mardin’e götürecek olan otobüsümüze yerleştik…

Diyarbekir ile Mardin arası yaklaşık 90 km. Yol temiz, rahat. Yolda Yürüyen Budalalar’ın yol albümünün ilk üç eseri arka arkaya çalıyor. Üç eserin de ismi aynı: Halime… Farkları birinin Türkçe, birinin Arapça, diğerinin de Süryanice olması… Halime türküsünün Türkçe versiyonu “Yola Çıktım Mardin’e” diyor. Gözlerimiz Mardin’e giden yolları takip ediyor. İnsan bir yandan da Halime’yi, koca Mardin’e üç dilde türkü yaktıran Halime’yi merak etmeden duramıyor. Ardından bir başka şarkı geliyor, yine bir kadının ismiyle anılıyor bu şarkı da: Sabiha… Sabiha da Halime gibi üç dilde türkü yaktıranlardan: Türkçe, Arapça ve Süryanice. Türkçesi “Bir Tel Çektim Mardin’den” diye başlıyor şarkının. Sonlarında ise “Çifte kurban adadım / Sultan Şeyhmus yolunda / Le le le yâr Sabiha” diye bitiyor eser…

gezgindergi-turkiye-tek-tastan-duvar-olmaz-7
Şarkının bizi çağırdığı yere varıyoruz bu esnada. Diyarbekir- Mardin Yolu’nun 70. km’sinde, Mardin’e sadece 20 km mesafede resmi kayıtlarda Sultanköy diye geçen, Sultan Şeyhmus’un türbesinin bulunduğu bir ziyaret yeri burası.

Adakların adandığı, ziyaretlerin yapıldığı, bölgenin en büyük evliyasıdır Sultan Şeyhmus… Abdülkadir Geylani ile aynı devirde yaşamıştır, hakiki ismi Şeyh Musa olup, zamanla halk arasında Sultan Şeyhmus olarak anılmaya başlanmış. Kerametleri dilden dile, nesilden nesile aktarılır. Çocuğu olmayanlar, dileği olanlar, ruhu daralanlar mübareği ziyaret eder… Ziyaretten sonra çocuğu olanlar, kız ise Sultan, erkek ise Şeyhmus ismini verirler yeni doğan bebeklerine… Bir Sultan Şeyhmus ziyaretinden sonra dünyaya gelen, dolayısıyla onun ismini taşıyan Diyarbekirli yazar Şeyhmus Diken’in “Adaklarla Gelen Şeyhmus” yazısını okuyoruz. Sultan Şeyhmus’a adak adandıktan sonra dünyaya gelen çocuklar için Sultan Şeyhmus’da yedi sene kurban kesilip etinin dağıtıldığını, yedi sene boyunca çocuğun saçlarının kesilmediğini, aile fertlerinin bu yedi sene boyunca doğan çocuğa kıyafet almadığını, kıyafetlerin komşular ve ailenin nazının geçtiği tanıdıklardan temin edildiğini öğreniyoruz. Şeyhmus Diken’in Ermeni komşularından kendisi için alınan zıbının hâlâ evlerinde olduğunu okuyoruz. Gülten Akın “Ahh kimselerin vakti yok, durup ince şeyleri anlamaya“ dese de biz hem yürüyor, hem duruyor, hem de ince şeyleri anlamaya çalışıyoruz.

Sultan Şeyhmus’dan yaklaşık 15 dakika kadar sonra kendimizi taştan yapılmış ve eski zamanlardan fırlamış bir masal şehirde, Mardin’de buluyoruz… Tancalı seyyâh İbn Batuta’nın 1327’de ziyaret ettiği ve “İslâm şehirlerinin en güzellerinden” dediği Mardin’in taşlarında Subariler, Hurriler, Sümerler, Akadlar, Mittaniler, Hititler, Asurlar, Aramiler, İskitler, Kimmerler, Medler, Babilliler, Persler, Büyük İskender, Abgarlar, Romalılar, Sasaniler, Araplar, Emeviler, Abbasiler, Hamdanîler, Mervanîler, Selçuklular, Artuklular, Moğollar, Akkoyunlular, Karakoyunlular, Safeviler ve Osmanlılar’ın müşterek hikâyelerinin saklı olduğunu hissediyoruz.

gezgindergi-turkiye-tek-tastan-duvar-olmaz-8
Şehri ziyaret etmeye batısından başlıyoruz. İlk durağımız Şar Mahallesi’nde, Cumhuriyet Meydanı’nın çok yakınlarında ve hemen 1. Cadde’nin üzerinde yer alan Kırklar Kilisesi. Kilisenin başpapazı, 30 senedir kilisede vazifeli olan Hori Gabriyel Akyüz bizi bekliyordu. Kendisine Süryani Ortodoks Kilisesi Patriği Ignatius Zakka Iwas’ın vefatından dolayı taziyelerimizi ilettik. Bay Gabriyel de bunun Mardin’e son ziyaretimiz olmayacağına dair bizden söz alarak hem “Antakya Süryani Kadîm Ortodoks Kilisesi” ile ilgili hem de kilisenin tarihi ile bilgiler verdi.

Kilise günümüzde Kırklar Kilisesi olarak anılsa da, ilk olarak “Mor Behnam ve Kızkardeşi Saro Kilisesi” olarak inşa edilmiş. Anlatılanlara göre Sasani İmparatorluğu hudutları içerisinde yer alan Musul vilayetinin emiri Senharib’in kızı Saro, Hristiyan bir azizin vasıtasıyla mucizevi bir şekilde cüzam hastalığından iyileşir.

Bunun üzerine Saro ağabeyi Behnam ile birlikte Hıristiyanlığı benimser, ancak babaları bu durumu kabullenemez, iki kardeşi öldürür. Süryaniler bu iki kardeşin ismini yaşatmak ve şefaatlerini dilemek amacıyla bu kiliseyi, iki kardeşin adına inşa ederler. Mardin’deki asıl Kırklar Kilisesi 12.yy’da camiye (Şehidiye Camii) dönüştürülünce, kırk şehitlere ait kemikler 1170 senesinde bu kiliseye getirilir. Bunun üzerine Mor Behnam Kilisesi, Kırklar Kilisesi olarak isim değişikliğine uğrar ve hâlen de bu isimle anılmaktadır.

Bizimle sabırlı, samimi ve nezaketle ilgilenen Bay Gabriyel’e teşekkür etmek için repertuvarımızda yer alan “Al Tarayk Ito” isimli Süryani ilahisini ve onunla aynı melodiye fakat farklı sözlere sahip olan “Ey Risâlet Tahtının Hûrşîdi Mâh-ı Enveri” isimli ilahîmizi ardarda söyledik. Bay Gabriyel, müslüman ilahisine de eşlik ederek Mardin’in o kadîm ruhunu yakından hissetmemize yardımcı oldu.

Kırklar Kilisesi’nden çıkıp Mardin’in o sarı bir labirenti andıran sokaklarında, taşların, ışığın, gölgelerin, pencere önü çiçeklerinin, heybetli kapıların, yüksek duvarların, abbaraların, çocukların, boz eşeklerin arasında bulduk kendimizi. Birbirinin cephesini kapatmadan Mardin Denizi’ne bakan evlerin, topografyaya uygun teraslamaların, dilden ve dinden bağımsız bina inşa etme geleneğinin, o heybetli ve tutarlı bezeme üslûbunun, sokaklardan geçerken kendisini göremediğimiz ama içinden gelen sesleri işittiğimiz avluların, ezan sesine karışan çan seslerinin meftûnu olduk…

gezgindergi-turkiye-tek-tastan-duvar-olmaz-9
Mardin’in leblebisinin meşhur olduğunu duymuştuk. Soluğu dedesinden beri bu mesleği icrâ eden Ekrem Abi’nin dükkânında aldık. Kavurma makinesinin başında Mardin nohutunun şöhretini kendisine sorduğumuzda, “O eskidendi. Nohutun kavrulmasıyla elde edilir leblebi. Nohutumuz da leblebimizde iriydi. Ama artık ufak nohut geliyor… O devir artık bitti” cevabını verdi. Yine de kendisinden aldığımız leblebi şekerlerinin lezzetiyle teselli bulduk…

Eski Mardin’in kör duvarlı, neredeyse penceresiz dar sokaklarında yolumuz abbaralar ile kesişti bir süre sonra. Dar dediysek, Mardin’in en dar abbaraları ve dahi sokaklarının dört kişiyle taşınan bir tabutun sığabileceği kadar olduğunu öğreniyoruz. Bizim coğrafyamızda Urfa, Diyarbekir, Gaziantep, Halep ve Şam’da da örneklerini görebileceğimiz abbaralar özel mülklerin, hânelerin altına yapılan kamu geçitleridir. Mardin’in bizim için yavaş yavaş bir “Taş Şehir”den “Güneş Şehir”e dönüşmeye başladığı saatlerdi. Abbaraların şehir sakinlerini sıcaktan koruyan, kısa bir süre için de olsa, serinliğini, gölgesini sunan geçitler olduğunu farkettik. Aynı zamanda abbaraların altında nefis bir akustiğin varlığını da… Her ne kadar bir Mardin türküsü olduğunu bilsek de bir abbara altında “Mardin Kapısı’ndan Atlayamadım” türküsünü söylemeden geçemedik…

Yolumuz 1.Cadde’ye doğru devam etti. Mimar Sinan’ın şehrinden bir başka mimarın şehrine, 18 ve 19. yüzyıllarda Mardin’de birçok cami, kilise, manastır ve konak inşa ederek hemen her sokağa imzasını atan Mimarbaşı Löle Serkiz Gizo’nun şehrine gelmiştik. Bosna-Hersek’te Konjic’teki Taş Köprü’nün, Mostar’daki Eski Köprü’nün ve Kosova Priştine’deki Sultan Murad Türbesi’nin restorasyonlarını tamamlayan dostumuz mimar Onur Özbaşbuğ’un Mardin’de olduğunu biliyorduk. Kendisi Mardin’de 2.7 km’lik 1.Cadde’nin renovasyonu ve rehabilitasyonu projesini yönetiyordu. Kendisini ofisinde ziyaret edip hasret giderdik. Mostar’daki Eski Köprü’nün kilit taşının yerine konma hikâyesini paylaştı bizimle. Onur Özbaşbuğ’un ofisinde “Sarajevo Ljubavi Moja”yı söyleyerek Bosna-Hersek’e selâm gönderdik…

gezgindergi-turkiye-tek-tastan-duvar-olmaz-10

Mardin 1. Cadde’de Kim Kim Kuruyemişçisi’nde kısa bir kahve molası verdik akabinde. Badem şekerleri, kakuleli kahveler, cevizli sucuklar tadıldı, alındı.

Her şehrimizin bir Camii Kebir’i vardır, yani Ulu Camisi… Bir sonraki durağımız Mardin Ulu Camii oldu. Ulu Cami’nin avlusunda mescidin imamı Süleyman Bey ile bir araya geldik. Kendisi Mardin’in “dillerin, dinlerin buluştuğu ve taşların konuştuğu” bir şehir olduğunu, Ulu Camii’nin minaresinin kaidesinden başlayarak alemine kadar taşıdığı sembolleri izah ederek anlattı bize. Mardin Valiliği’nden altı kişinin minareye çıkışı için izin alabilmiştik. Aramızda kura çekerek, şanslı altı arkadaşımızı 146 basamaklı bu tarihi minareye çıkardık. Aynı mimarî ile seyahatin devamında Hasankeyf’te de karşılaşacaktık. Ulu Camii’nin tarihini ve mimarisini, etrafımızı saran çocuk rehberlerden birine yaptırdık.

Öğle yemeği vaktiydi. Satır kıymadan kebap yapan Rıdo’nun Yeri’nde aldık soluğu. Seyahat boyunca yediğimiz fiyat-performans oranı en başarılı yemeklerdi doğrusu. İçeceğimiz ise, bölgenin tartışmasız en kuvvetli içecek markası olan ‘açık ayran’ idi… Öğle yemeğinin ardından bir çay-kahve molası hakedilmişti. 1.Cadde üzerinde, Mardin Denizi’ne nâzır bir kahveye geçtik. Burada TRT muhabiri Vehap Erdoğan ile röportaj için bir araya geldik. Röportajlarımızın ardından meşrubatlarımız, çaylarımız geldi, kahvelerimiz geldi ama menengiç kahvelerinin gelmesi uzadıkça uzadı. Meğer uzun sürermiş menengiç kahvesinin pişmesi… Bu Yürüyen Budalalar için dert değil elbette, Mardin Denizi’ne bakıp, “Gadduk El Meyyas”ı söyleyerek bekledik menengiç kahvelerimizi…

Bıttım, menengiç, badem, zeytin vb ürünlerin saf yağlarıyla, herhangi bir kimyevî katkı kullanmadan imâl edilen Mardin sabunlarından aldık Tek Sabuncu’dan. Fiyat vermeyelim ama pazarlıksız, Kapalıçarşı’daki benzerlerinin onda biri fiyatına satın aldık sabunları. Üstelik seyahat dönüşü kullandıkça, pek de memnun kaldık sabunlardan.

Ardından Mardin Müzesi’ne geçtik. TRT Haber ile ilgili çekimlerimizi tamamladıktan sonra müzeden ayrılacaktık, ayrılamadık. Müzenin alt katında bendir, tef, darbuka, erbane, kudüm gibi ritm sazların kursunu gören bir grup gençle bir araya geliverdik. “Lorke, Nare, Ez Keçim Keçe Kurdanim”i hep beraber söylerken bulduk kendimizi. Kürtçe, Türkçe, Arapça şarkı sözleri birbirinin içinden geçti… Güvercinlerle dolu taş avluda halaya duruverdik. Davullar elden ele dolaştı, erbaneler de öyle. Müzeden ayrılmak istemedik, ancak gün kısalıyor, vakit daralıyordu…

Güneşi Kasımiye Medresesi’nde batırma niyetiyle yolumuza devam ettik. Şehrin güneybatısına doğru, uzun sayılabilecek bir yürüyüşle vardık Kasımiye Medresesi’ne. Gölgelerimiz de uzamıştı adamakıllı. Küçük mescidi, havuzlu avlusu, demir parmaklıklı yüksek pencereleri ile iki katlı Kasımiye Mardin Ovası’na yakından ama yine de tepeden bakmaktaydı. Taşlar burada da konuşuyordu, çeşmeden çıkan suyun, ince uzun oluk boyunca akmasının, daha sonra havuzda toplanıp tekrar toprağa karışmasının insan hayatına denk düşen sembolik anlamını konuştuk medresenin avlusunda.

Medresenin önünde buldukları iki poşetle kendilerine şeytan uçurtması yapan iki çocuğun mutluluğunu kıskanarak seyreyledikten sonra, Kasımiye’den ayrıldık.

Akşam yemeği için tercihimiz Kaburgacı Selim Amca’ydı. Leziz yemekler yedik, mekan temizdi, servis oldukça başarılıydı ama yemek yemek için Eski Mardin’i terkedip yeni Mardin’e gitmek zorunda kalmanın burukluğunu yaşadık biraz. Vakit kaybetmeden Eski Mardin’e döndük yemeğin ardından.

1 Mayıs, Regaip Kandili’ydi. Ekibin bir kısmı şehrin camilerinde aldı soluğu. Ulu Camii’deki program Arapça’ydı, şehrin dokusuna uygun olarak. Kandil bitmiş, namazlar, dualar bitmiş ama gece bitmemişti. Mardin’de geçirecek bir gecemiz daha yoktu. Vakit bu defa Mardin müziğini geçmişten günümüze taşıyan, yeniden üreten ve yaşatan isimlerle bir araya gelme vaktiydi. Mardinli müzik adamı Hasan Çuha ve arkadaşları Veysi Güner, Abdülkadir Gökbalık, Şeyhmus Babayiğit, Metin Çınar, Şeyhmus Başaran’dan oluşan “Mardin Geceleri Topluluğu” ekibiyle bir araya geldik Mahzen Kafe’de. Gece boyunca Mardin müziğinin Türkçe, Kürtçe, Arapça, Ermenice, Süryanice örneklerini beraber meşk eyledik.

Gece yarısını geçen saatlerde, Mardin’in bir ucundan bir ucuna yürüyerek otelimize vardık. Gece yarısında bize bir deniz gibi görünen Mardin Ovası’nın güneşle aydınlanan münbit topraklarına uyanacaktık sabaha varınca…

II. Gün

Yürüyen Budalalar, seyahatlerinden nice dostluklar ve tanışıklıklar devşirme talihine sahip oldu bugüne kadar. İlk gün Kırklar Kilisesi’nde tanıştığımız Bay Gabriyel de dostlarımız arasında yerini aldı bu seyahatimizin ardından. Sabah saat 08:00’de otelimizin lobisinde bizi beklemekteydi Bay Gabriel. Beraber Deyrüzzaferan Manastırı’na doğru yola çıktık. Gerek yol boyunca, gerekse manastırda Hristiyanlık teolojisi, Süryanilik ve Mardin ile ilgili sorduğumuz sorulara verdiği cevaplarla bizi derinden bilgilendirdi. Manastıra vardığımızda oradaki arkadaşları için “Al Tarayk Ito”yu bir kez daha okumamızı rica etti. Hep beraber okuduk. Bunun üzerine manastır görevlileri giriş bedeli ödemeden manastıra kabul ettiler bizi.

Deyruzzaferan, aslen Roma devrinden kalma bir güneş tapınağının üzerine kurulu kadîm bir Süryanî manastırı. Yakın tarihte yaşanan Bosna Savaşı’nda ibadethânelerin, köprülerin dinamitlerle, toplarla yok edildiğine şahit olan insanlar olarak, Mezapotomya’da ibadethânelerin birbirine dönüşerek yaşamaya devam etmesi pratiğini anlamlı bulduk. Manastır ziyaretinin ardından, manastırın nefis safranlı çaylarından içip, Midyat’a doğru yola çıktık.

Türk dizilerinin film platosu hâline gelen Midyat’a varınca, şehrin taş sokaklarında dolaşmaya başlayınca, bir başka zamanı yaşar gibi hissettik kendimizi. Taş evlerden oluşan güzel mahallelerin iki kilometre kadar dışında ise başka hayatlar vardı gözümüze çarpan. Savaştan kaçan Suriyeli mülteciler, kendileri için kurulan konteynır kentte yaşamaya çalışmaktalar.

Tarihi şehirden sonra Midyat’ın en önemli kilisesi olan Meryem Ana Kilisesi’ni ziyaret ettik vakit öğlene yaklaşırken. Günlerden Cuma’ydı. Alaturka vakitlere uyan arkadaşlarımızın bir kısmı, Midyat’ta Kürtçe vaaz ve Türkçe hutbe verilen bir camide kıldı Cuma namazlarını. Grubun diğer kısmı telkari atölyeleri ve Süryani şarapçılarının ön plana çıktığı Midyat Çarşısı’nı dolaştı. Ardından “Midyat tabağı” yediğimiz bir öğle yemeği arası verdik.

Yemeğin ardından önümüzde iki şık vardı: Ya Deyrulumur diye de anılan meşhur Mor Gabriel Manastırı’nı ziyaret edecek ya da rotamızı methini çokça duyduğumuz Midyat merkezden 25 km kadar mesafedeki Hah köyüne çevirecektik. Normal şartlar altında Turabdin bölgesinin kalbi sayılan, on altı asırlık Mor Gabriel Manastırı’nın ziyaret edilmesi gerekirdi. Ancak Yürüyen Budalalar, zaman zaman sevdikleri şehirlerde önemli sayılan her yeri görmek, seyahati tamamlamak istemez, o şehri tekrar ziyaret etmek için bir bahane bırakmak ister ardında. Midyat’ı tekrar ziyaret etmek için Mor Gabriel Manastırı’nı bir bahane olarak ardımızda bırakıp Hah köyüne doğru yola çıktık.

Seyrekçe rastladığımız köy minibüslerini, atlı veya eşeğe binmiş köylüleri, yolların hayat alanlarını bölmesine aldırmadan salına salına dolaşan inekler ve koyunları, eli değnekli çocuk çobanları, taşlı ve kırmızı topraklı tarlaları, taş malzemeyle inşa edilmiş köyleri seyreyleyerek, masmavi bir gökyüzünün altında kıvrıla kıvrıla giden bir yolla vardık Hah’a…

Hah, köyün kadîm ismi. Resmi kayıtlarda Anıtlı diye geçiyor. Köyde Süryaniler tarafından metropolitlik merkezi olarak kullanılmış olan Mor Sobo Katedrali ile iki bin senelik anıtın üzerine kurulan Meryem Ana Kilisesi yer alıyor. Hah’a vardığımızda binlerce senedir insanlarla şen olan bu topraklarda artık cemaatsiz kalmış kiliselerin, evlenecek eş bulamayan gençlerin, rençbersiz tarlaların getirdiği bir tenhalık karşıladı bizi. Yine de Meryem Ana Kilisesi’nin bir köy kilisesi olmanın çok ötesine geçen heybetine, mimarî üslûbuna ve binanın yapımındaki taş işçiliğine hayran olduk.

Hah Köyü

Süryaniler binlerce senelik topraklarını terk etmek zorunda kaldılar; geçtiğimiz asırda siyaset, ekonomi ve güvenlikle ilgili muhtelif konular yüzünden. Anavatanları olan Turabdin bölgesinde sayıları o kadar azalmış ki günümüzde. Pek çoğu da kendilerini kabul eden İskandinavya ülkelerinde almış soluğu. Kilisenin bahçesinde bir Norveç televizyon ekibi çekim yapıyordu kiliseye vardığımızda. Süryaniler ile ilgili neler düşündüğümüzü sordular. Süryaniler’in bu topraklara ait olduklarını, bu toprakların onlarla güzel olduğunu, onları “el” gibi görmediğimizi, bir İngiliz, Fransız, Norveçli gibi kendimize uzak bulmadığımızı, bir insan kardeşi için ne hissederse bu toprakların Süryanileri için de aynı şeyleri hissettiğimizi, onların bu topraklarda yaşamalarını zorlaştıran neler varsa hepsinin normalleşmesinden yana olduğumuzu, bu rengi solan köylerin bir gün yine Süryaniler’in varlığı ile şenlenmesini ümit ettiğimizi söyledik kendilerine.

Ardından Hah Köyü’nden hareketle Hasankeyf’e doğru yola çıktık. Bugün Hasankeyf diye anılan bölgede, Dicle Nehri kıyısında, kireçtaşı kayalıkların kolayca oyulmasıyla meydana getirilen insan yapımı mağaralarda binlerce sene boyunca yaşamış insanlar. Ancak 1972 senesinde “bu devirde mağaralarda yaşanmaz” denilmiş devlet büyükleri tarafından, Hasankeyf’in düzlüğüne yeni evler yapılarak mağara evler boşaltılmış. Ailesi Adana’da yaşayan, kendisinin yeni Hasankeyf’te yeri olmasına rağmen mağara evlerde yaşamayı tercih eden emekli öğretmen Mehmet Tilki Bey mağaraların günümüzdeki tek sakini. Diğer mağara evler ya boş ya da depo olarak kullanılıyor Hasankeyf ahalisi tarafından.

Yürüyen Budalalar geniş bir ağa sahip. Seyahate katılamayan ekip arkadaşlarımızın da kayda değer destekleri oluyor seyahatlerimize. Yürüyen Budalalar’ın seyahatinden birkaç hafta evvel bölgede bulunan Bülent Alkanlı bölgeyle ilgili bir çanta dolusu kitap, CD ve dökümanı paylaşmıştı bizimle. Israrla tavsiye etmişti rehberlik için Selo Can’ı bulmamızı ve kendisiyle tanışmamızı… Ankara Kalesi’nde, Van Kalesi’nde, Urfa Balıklıgöl’de, Mardin Ulu Camii’de, Batman’da Malabadi Köprüsü’nde ve daha nice turistik mekânda birkaç dilde mekân rehberliği yapan çocuk rehberlerden biriymiş Selo Can da. Kaymakamlığın açtığı kurslarda 15-20 gün eğitim gören, başta Arapça ve İngilizce olmak üzere farklı dillerde Hasankeyf’i anlatabilen, yaşları 8-15 arasında değişen mahallenin çocuklarındanmış. Şimdi yirmi yaşında. Rehberlikte dokuzuncu senesi. Sekiz kardeşin en büyüğü. Kendisi değil ama babası mağara evlerden birinde dünyaya gelmiş. Daha evvel gezdirdiği bir hanımefendinin maddî ve manevî destekleriyle üniversiteye Bitlis Eren Üniversitesi’nde Muhasebe bölümüne devam ediyor. Renkli, keyifli, esprili bir kişilik. Sizi “Selo Can, her yerde çeker” diyerek karşılıyor.

Yürüyen Budalalar çeşme gördümü bir yudum içmeden, su gördümü ayaklarını sokmadan geçmez. Bu tempolu turun yürüyüşün ardından Dicle Nehri’ne ayaklar sokuldu, nehrin kıyısındaki huliklerde çaylar kahveler içildi. Köprübaşı’nda, Dicle Nehri kıyısında batmaya başlayan güneşin sıcak ışıkları altında uzun gölgeli fotoğraflar çekilip, Diyarbekir’e doğru yola çıkıldı.

Uzun günün yorgunluğuna, arka arkaya iki gün boyunca şarkı söylemekten kısılan seslerimize rağmen Diyarbekir yolunda uyunmadı, dinlenilmedi, susulmadı. Otobüste şarkılar, türküler söylenmeye devam edildi. Yürüyen Budalalar’ın Bosna’dan Kars’a kadar ziyaret ettiği yerlerin şarkıları söylendi durdu yol boyunca.

Diyarbekir’e varıldığında akşam yemeğimiz için Erdebil Köşkü’ne geçtik. Böylece hem akşam yemeğimizi yiyecek, hem Erdebil Köşkü’nde yapılan canlı müziği dinleyecek hem de Diyarbekir’de Dicle Nehri kenarında çok çeşitli ağaç ve yabani menekşelerle örtülü, güllerle donanmış bahçeler içerisinde yer alan ve yazlık olarak kullanılan köşklerin bir örneğini görmüş olacaktık. Bahçede serin bir havada yemeğimizi yerken, çalan müziğin tesiriyle kendimizi saz heyetinin yanında buluverdik. “Xeribim” isimli parçayı söyledik hep birlikte. Halay müzikleri çalmaya başlayınca halaya durduk tüm yorgunluğumuza rağmen…

Yavaş yavaş toparlanma masadan kalkma hazırlıkları yaparken gecenin en güzel sürprizi ile karşılaşacağımızdan habersizdik.
Faruk Nafiz Çamlıbel 1923 senesinde memleketi Kayseri’ye öğretmen olarak atanır. Üç gün süren seyahatinde her gece bir handa konaklar. Faruk Nafiz yol boyunca şahit olduklarını Han Duvarları şiirinde hikâyeleştirir. Şair, ilk gece konakladığı hanın duvarında bir şiire rastlar. Sarsılır bu şiirle. Daha sonraki gecelerde kalacağı hanlarda da aynı şairin şiirlerini arayacaktır duvarlarda. On sene süren seferberlikten dönen, Anadolu insanını temsil eden bir şaire, “Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış”a aittir duvardaki şiirler. Hancılardan onun kaderini sorar öğrenir Faruk Nafiz. Okuduğu mısraların tesiriyle şunları yazar Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış hakkında:

O gece, Erdebil Köşkü’nde, biz mekândan ayrılmak üzereyken bir ara devam eden müzik durdu. Yan masamızdan bir beyefendi kalktı. Uzun boyu ve heybetli görüntüsüyle saz heyetinin yanında bir sandalyeye oturdu mütevazı bir şekile. Diyarbekir ağzıyla, fevkalade hisli bir şekilde, uzunca bir şiir okudu. Köşkte bulunan herkesi saran, sarsan bir şiirdi bu. Yanına gittik merakla, tanıştık hevesle. Beyefendinin isminin Abdülkadir Nur Gördük, şiirinse “Gittin ki Tez Gelesen” olduğunu öğrendik… Bu sözlerin failini, şiirin şairini sorduk. Kendilerinin şiiri imiş. Faruk Nafiz’in Han Duvarları şiirindeki gibi hissettik kendimizi. “Rastlamıştık Erdebil’de bir şair arkadaşa” adeta…

Midyat

Abdülkadir Bey sadece şiiri ile değil olanca hâli ile de girivermişti gecemize… Telefon numaralarımızı aldık, verdik ayaküstü. Ertesi gün şehirde bir araya gelmeye niyet edip, Erdebil Köşkü’nden ayrılarak geceyi geçireceğimiz Kervansaray Otel’e yerleştik.

Vakit gece yarısını geçmişti, biriken iki günlük yorgunluğu gözlerimizde yanma, kaslarımızda gevşeme, kemiklerimizde acı ile hissediyorduk. Ona rağmen Kervansaray Otel’in bazalt taşlı serin avlusunda toplanmış bulduk kendimizi. Ekibin yarıdan çoğu avluya gelmişti kendiliğinden. Orada seyahatin bizi büyülediğini hissettik hep birlikte. Kimilerimiz susmadı, kimilerimiz konuşmadı o gece… Ertesi gün kadîm Diyarbekir şehriyle randevumuz olmasaydı muhtemelen odalarımıza gitmez, dağılmaz, o taş avluda sabaha kadar oturduk birlikte…

İpekyolu üzerinde yer alana tarihî Hasankeyf’i Selo Can ile beraber anlamaya çalıştık. Şehre girecek olan misafirlerin temizlenmesi için şehrin hemen dışına yapılan hamamı, Dicle Nehri üzerinde yer alan dünyanın ilk açılır kapanır köprülerinden biri olan, alt katından hayvanların, üst katından insanların geçtiği çift katlı köprüyü, El Rızk Camii’nin çift merdivenli minaresini, iklimin değişip ısınmasıyla on dört senedir Hasankeyf’ten göç etmeyen hacı leyleği, Uzun Hasan’ın oğlu Zeynel Bey’in Türbesi’ni ziyaret ettik. Geçmişte ev ve dükkân olarak kullanılan mağaraları gezdik. Büyük Kale kapalıydı çıkamadık ama onun yerine Dicle Nehri’ni yüksekten görebileceğimiz Kasr-ı Rabi’ye uğradık. Düz aktığı için Fırat’ın erkeğe, kıvrımlı ve zigzag çizerek aktığı için Dicle’nin kadına benzetildiğini not ederek, Hasankeyf mağaralarının arkasında bulunan, genişliği yer yer bir metreye kadar inen Hasankeyf Kanyonu’nda yürüdük mavi kostümlerimizle.

III. Gün

Yürüyen Budalalar “bugün acaba ne giysem?”, “bugün bunu giydim, yarın acaba başka bir şey mi giysem?”, “bunu giysem üşür müyüm? Üşümem de acep terler miyim?”, “şunu giysem rahat eder miyim?” ve benzeri suallerden bağımsız bir şekilde gerçekleştiriyor seyahatlerini. Zira her seyahatin her gününün ayrı bir kıyafeti oluyor ve bunlar seyahat öncesi yayınlanan bir “kıyafet yönetmeliği” ile katılımcılara duyuruluyor.

Diyarbekir, seyahatimizin son gününe denk gelmişti ve en iddialı kostümlerimizle başlıyorduk güne. Diyarbekir hanlarındaki terziler tarafından biçilen-dikilen, ananevî şalvar, yelek takımını giyecek, omuzlarına siyah-beyaz puşiler atacaktı erkekler. Hoş, günümüzde Diyarbekir de modernleşmiş, atalarının kıyafetlerine pek rağbet etmez olmuştu ama biz hem atalara hem de şehre olan hürmetimizi ve muhabbetimizi göstermek istemiştik bu kıyafetlerle. Kızlar için nisbeten modernize edilmiş pazenden çiçekli fistanlar tasarlamıştık.

Güzel bir Mayıs sabahıydı. Şalvarlı-yelekli beyefendiler ve fistanlı hanımefendiler Kervansaray Otel’in taş avlusunda bir araya gelmiş, seyahatin son gününe başlıyorlardı.

Seyahatimizin ilk gününde, otobüsümüzde Diyarbekirli şair Sezai Karakoç’un mısralarını okumuştuk:

Türedi uygarlıklara sırtımızı çevirmiş, kadîm Diyarbekir şehrine gönlümüzü açmıştık. Kalkan balığı şeklindeki şehirde, tarihî sur içindeydik… Binlerce senenin, onlarca medeniyetin biriktirerek bize ulaştırdıklarını görmek için sabırsızlanıyorduk.

Mardinkapı yakınındaki otelimizden ayrılıp, Diyarbekir surlarını ve Mardinkapı’yı ziyaret ederek başladık güne. Surların tepesinde “Mardin Kapısından Atlayamadım” ve “Kırklar Dağı’nın Düzü” türkülerini söyledik Dicle Nehri, Efsel Bahçeleri, Kırklar Dağı ve On Gözlü Köprü’yü seyrederken…

Taştan bir şehirdi Diyarbekir. Surlarından evlerine, camilerinden kiliselerine kadar kara bir taşla inşa edilmişti. Yüz binlerce sene evvel volkanik bir dağ olan Karacadağ’ın kraterlerinden püsküren lavların, taşlaşıp, bazaltlaşmasının eseriydi şehir. Tarihi şehrin ana yapı malzemesi olan bazaltın, gözenekli, kolay işlenebilir “dişi” ve gözeneksiz, zor işlenir “erkek” türleri olduğunu öğrendik. Bütün günümüz, Diyarbekir surları başta olmak üzere birbirine yandaş olup sur içi şehir mimarisine can veren bu taşların arasında geçecekti.
Diyarbekir Surları’nın ardından nâmı türkülere konu olmuş, günümüzde ise “kırık”ları ile meşhur Ali Paşa Mahallesi’ne geçtik. Anadolu’nun köklü yapı geleneğinin, Doğu’dan ve Mezopotamya’dan gelen etkilerle beslendiği, yörede var olan her kültürün katkısıyla yeni sentezlere ulaştığı soylu bir mimarinin içindeydik. Balkonlarla sokağa taşmayan, pencerelerden sokakları gözetlemeyen, buna karşılık avlularıyla içine doğru genişleyen ve derinleşen evlerin olduğu bir mahalledeydik.

Diyarbakır Ulu Camii

“Yazları çok sıcak, kışları çok soğuk” geçen iklime uygun düzenlenmiş avlu planlı evler, “küçe” denen dar sokaklar, siyah-beyaz renkli zarif kemerler, sokağa kör yüksek duvarlar, evlerle sokakların buluştuğu süslemeden yana zengin kapılar, o kapıların önüne taşan hayatlar, kapı önünde bizi muhabbetle selamlayan mahalle sakinleri ve sayısız çocuğun arasında yürüdük arabasız-trafiksiz sokaklarda… Ve kendimizi “Diyarbekir Güzel Bağlar / Lorke”yi söylerken bulduk yollarda. Kimimiz Türkçe ve kimimiz Kürtçe sözlerle söylüyorduk aynı şarkıyı mahallelilerin eşliğinde… Bir yandan da bu ufacık mahallenin dillerimize yerleşmiş türkülerine karşın, nüfusu milyonlara yaklaşan Bağcılar için Beylikdüzü için yakılmış bir türkü, yazılmış bir şarkı olmadığını, olamayacağını düşünüyorduk. TOKİ’nin bir gün bize, adına şarkılar söylenecek, şiirlere yazılacak yeni “Ali Paşa Mahalleleri” kurmasını ümit ediyorduk.

Ali Paşa Mahallesi’nde önünden geçilen evlerin içine, tezyinatına, zenginliğine dair bir fikir sahibi olmak mümkün değil. Hepsi birer kapalı kutu dışarıdakilere. Ancak mahallede bulunan ve Diyarbekir’in en güzel sivil mimarî eserlerinden biri olan Cemil Paşazâde Konağı’nın uzun ve yüksek duvarlarını görünce, bir ihtişamın varlığı dışarıdan bile hissediliyor. İnşa edildiği dönemde Sultan Abdülhamid’in sarayından büyük olduğu söyleniyor, Diyarbekir Valisi Cemil Paşa tarafından yaptırılan bu konağın. Selamlık, haremlik ve mabeyn bölümleri, ahırları, misafir ve kabûl odaları planlı bir şekilde çok geniş bir avlunun etrafında toplanmış.

Cemil Paşazâdeler’in Şeyh Said Kıyamı ile başlayan sürgün hayatı konağın da giderek sahipsiz ve bakımsız kalmasına sebep olmuş. Ziyaretimizden hemen evvel ise yenilenerek açılışı yapılmış konağın. Biz Cemil Paşazâde Konağı’nın avlusundan ayrılamadık uzun süre. Burada dostumuz Melik Tuncay ve Diyarbekir Belediyesi Kültür Müdürlüğü’nden mihmandarımız Mahmut Şimşek de katıldı bize. Orada, o kara taşlı avluda “Mardin Kapısından Atlayamadım”, “Nare” “Diyerbakır Güzel Bağlar / Lorke” ve “Xeribim” türkülerini söyledik hep birlikte…

Bir sonraki durağımız bir Mimar Sinan eseri olan Behram Paşa Camii idi. 1572 senesinde, Sinan’ın yaşının da ustalığının da kemâle erdiği senelerde inşa ettiği cami, klasik Osmanlı üslûbu ile mahallî malzeme ve bezemelerin iç içe geçtiği muhteşem bir eser. Yürüyen Budalalar bu asûde mekânada “Ey Risâlet Tahtının Hûrşîdi Mâh-ı Enveri”, “Güzel Âşık Cevrimizi” ve “Ben Yürürüm Yâne Yâne” ilahilerini okudu huşû içinde…

Paslanmış demir bir kapı açılır
Küf tutmuş kilitler gıcırdarken
Ta karanlıklar içinde birden
Bir türkü gibi yükselirsin sen
Fısıldarım sana yıllarca içimde biriken
Söyleyemediğim ateşten kelimeleri
Şuuraltım patlamış bir bomba gibi
Saçar ortalığa zamanın
Ağaran saçın toz toprağını
Bana ne Paris’ten
Newyork’tan Londra’dan
Moskova’dan Pekin’den
Senin yanında
Bütün türedi uygarlıklar umrumda mı

Taşların arasında düşler görüyorduk. Mahallelilerin biraz şaşkın ama bir o kadar da sıcak ve samimi bakışların altında sur içi mahallelerini dolaşıyorduk. Yol boyunca hepimizi köhne evine çay içmeye davet edenler, hepimize ayran ikram etmek isteyenler, neyi varsa teklifsizce onu sunan insanların arasında “Dengbejler Evi”ne vardık. Restore edilmiş yaklaşık yüz senelik bir Diyarbekir evindeydik. Mekân geleneksel Kürt halk müziğini icrâ eden “dengbejler” için tahsis edilmişti. Dengbejler, halkın keder, acı, mutluluk, aşk gibi duygularını seslendiren kişilerdir. Halk aşıklarıdır, hikâye anlatıcılardır, sözlü kültür taşıyıcılarıdır. Eserlerini genellikle enstrümansız seslendirirler. Dengbejler Evi’nin avlusunda bizim için, yaylalarda süt sağan güzel “Berivan”ın türküsünü okudular. Pek adetimiz olmasa da, kendilerini dinlerken, tabakamızı çıkardık, zeybeklerin “kız saçı” dediği sarı tütünü alıp, iki parmağımız arasında kıyıp, incecik ak kağıtlara sarıp içiverdik ikrâm edilen tavşan kanı kaçak çaylar ile… “Xeribim”i okuyarak teşekkür ettik kendilerine. Zamanımızın darlığına hayıflanıp, dengbejlerle kucaklaşarak ayrıldık Dengbejler Evi’nden, Gâvur Mahallesi’ne gitmek üzere yola koyulduk…

Surp Giragos Kilisesi

Yürüyen Budalalar bu seyahat için Mıgırdiç Margosyan’ın “Gâvur Mahallesi” kitabını almıştı Ocak ayında. Elli sene evvelinin Diyarbekir’inde Hançepek Mahallesi’nde yaşayan Ermeniler’in Kure Mama’nın, Papaz Arsen’in, Zangoç Uso’nun, Demirci Dikran’ın, Dişçi Ali’nin, Yemenici Haço’nun hikâyelerini okumuştuk her birimiz. Biraz onların hatıralarını yâd etme, biraz da neyi kaybettiğimizi hatırlamak için yollandık Gâvur Mahallesi’ndeki Surp Giragos Kilisesi’ne.

Yol üzerinde Şeyh Muttahhar Camii’nin meşhur “Dört Ayaklı Minare”sini gördük. Gövde kısmı siyah ve beyaz taşlardan inşa edilmiş, kare gövdeli, kaide kısmı ise oldukça özgün olan bu minareyi taşıyan sütunların, İslam’ın dört mezhebini, gövdesinin ise İslam’ı temsil ettiği belirtilmekte. Öte yandan minarenin etrafını yedi tavaf edeni dileklerinin gerçekleşeceği söylenmekte. Minare¬nin olduğu alanın taşıt trafiğine kapatılmasını dileyerek ayrıldık Dört Ayaklı Minare’nin yanından biz de.

Surp Giragos Kilisesi, Ermenistan hariç, Orta Doğu’nun en büyük Ermeni kilisesi. Bir Diyarbekir Ermenisi olan Dara Hanım’dan ise Diyarbekir’de vaftiz edilmiş sadece sekiz Ermeni’nin var olduğunu öğrendik. Kilisenin avlusunda bir Ermeni türküsü olan “Es Kişer Hampartsum E”yi söyledik hep birlikte. Diyarbekir şehrinin kaybettiği Ermenileri’ni yâd ettik kederle. Abdülhâk Şinasi’nin bahsettiği “bizim olan, bize sâdık bir şekilde bağlı olan, bizi bizde ve bizim için saklayan geçmiş zamanı” hissettik içimizde.

Bu esnada Karslı bir arkadaş grubu ile kesişti yollarımız. Onlarla beraber “Ceylanım Gel Gel” ve “Bu Gala Daşlı Gala”yı söyler ve Kars-Kafkas dansları yaparken bulduk kendimizi…

Seyahatin üçüncü gününün ortalarına varmıştık, konuşmak ve şarkı söylemekten sesimiz kısılmaya başlamıştı adamakıllı. Konuşmakta dahi zorlananlarımız vardı aramızda. Soluğu “Kör Yusuf Baharatçısı” olarak tanınan, 140 küsur senedir kendine has özel baharat karışımlarıyla damakları tatlandıran Diyarbekir’in meşhur baharatçısında alıyoruz. Asırlık bir baharatçının biraz da şifacı olmaması mümkün mü? Baharatın yanı sıra böbrek taşı, sarılık, kanser, soğuk algınlığı gibi çeşitli hastalıklara karşı özel karışımlar da hazırlayan Kör Yusuf Baharatçısı, Yürüyen Budalalar’ın kısılan sesleri için, kısılan seslere iyi gelen şeffaf şekerlerinden ikrâm etti hepimize.

Yemeğimizi Diyarbekir’in ocakbaşı kültürünü ve lezzetini yansıtan Onur Ocakbaşı’nda yedik. Yemek sonrası klasik dönem Osmanlı hanlarından biri olan, iki katlı, avlulu, şadırvanlı Hasan Paşa Hanı’nda içtik çay ve kahvelerimizi. Bir gece evvel Erdebil Köşkü’nde tanıştığımız Abdülkadir Bey ile buluştuk Hasan Paşa Hanı’nda. Zaman geçtikçe, sohbet ilerledikçe Abdülkadir Bey, Abdülkadir Abi oluverdi bize…

Diyarbekir Anadolu’daki diğer şehirlerden asırlar evvel, 639 senesinde, Halife Hz. Ömer devrinde İslâm ile tanışmış bir şehir. Şehrin “cami-i kebir”i olan Diyarbekir Ulu Camii de Anadolu’nun bilinen en eski camisi. Camiden evvel Mar Thoma Kilisesi olarak kullanılan bina, Şam Emeviye Camii ile Halep Ulu Camii’sinin bu coğrafyaya yansıması olarak kabul ediliyor. Farklı dönemlerde yapılan tamirat ve eklemelere rağmen binanın mimarîsi ve bezemeleri etkileyici bir uyum içinde. Ulu Camii’nin avlusunda Anadolu cami mimarisinin gelişimini, Diyarbekir’in İslam tarihindeki yerini, Diyarbekir Ulu Camii’nin İslâm’ın beşinci harem-i şerîfi olmasını, Türkiye’nin doğu ve güneydoğusunda var olan Şâfilik mezhebini konuştuk Abdülkadir Abi’nin de katkılarıyla.

Bir sonraki durağımız sevdiğine “seni Diyarbekir gibi düşünüyorum” diyen şair Ahmed Arif’in adına düzenlenmiş Ahmed Arif Müze Evi… Eski bir Diyarbekir evi olan bu evde yaşamamış Ahmed Arif, kendisi esasen şehrin Hançepek taraflarından. An-cak bu eski Diyarbekir evi bir kültür merkezi ve kütüphaneye dönüştürülmüş Ahmed Arif’in adına. Mekânın yöneticisi Hatice Hanım’dan bilgi aldıktan sonra Abdülkadir Abi’nin şiirlerini dinledik kendi sesinden… Abdülkadir Abi masal gibi zamanlara, “Adil Tekin imzalı siyah beyaz resimlerin, Ermeni cümbüşçülerin, deliloya katılan Süryanı kızların, uzaktan sevdalı Kürt delikanlının, Gazi Köşkü’nde hoyrat okuyan Celâl’in, altıncılar içinde sanatıyla meşhur Usta’nın, poşucu Tahar Ağa’nın beyaz atının, Selahattin Hoca’nın” dünyasına götürdü bizi şiiriyle…

Seyahat hazırlıklarımız esnasında altını çize çize okumuştuk Şeyhmus Diken’in “Sırrını Surlara Fısıldayan Şehir: Diyarbekir” isimli eserini. Diyarbekir’e varmadan Şeyhmus Bey’in kitabı ile dolaşmıştık Diyarbekir’i adeta. Şehir sürprizleriyle karşılamaya devam ediyordu bizi. Ahmet Arif Evi’ndeydik. Abdülkadir Abi’nin şiirlerini dinlemekteydik. Bir an Şeyhmus Bey’i yan masamızda gördük. Abdülkadir Abi’nin şiirlerinin ardından Şeyhmus Bey ile uzun süren bir sohbete başladık. Şiir ve sohbetin ardından avludaki akasya ve ceviz ağaçlarının gölgesinde Diyarbekir türküleri söyledik Şeyhmus Bey ve Abdülkadir Abi ile birlikte. “Tek Taştan Duvar Olmaz” kitabımızdan hediye ettik Şeyhmus Bey’e, kitabı hazırlarken Şeyhmus Bey’in kitabından çokça istifade etmiştik, kendisinden helâllik de istedik bu vesileyle. “Gâvur Mahallesi”nin yazarı Mıgırdiç Bey’in dostuydu Şeyhmus Bey, Mıgırdiç Bey’in kulaklarını çınlattık böylece.

Bu dost meclisinde coşkumuz artmıştı adamakıllı. Kendimizi Kürtçe, Türkçe, Ermenice, Süryanice türküler söylerken bulduk arka arkaya. Şeyhmus Bey “Xeribim”in söz yazarı ve bestecisi Mustafa Gazi’yi aradı, bizleri telefonla da olsa bir araya getirdi o esnada…

Ardından Şeyhmus Bey ile vedâlaşıp Ahmed Arif Evi’nin hemen yan tarafında yer alan Cahit Sıtkı Tarancı’nın doğduğu eve geçtik. Cahit Sıtkı’nın bütün şiirlerini ezbere bilen bir delikanlıdan “Memleket İsterim” ve “Haydi Abbas” şiirlerini dinledik. İkindi vakti girmiş, gölgeler uzamış, gün kısalmıştı, şairlerle birlikteydik, Ahmed Arif ve Cahit Sıtkı’nın şiir iklimindeydik, Yürüyen Budalalar’ın çiçekli fistanlar içindeki kızlarına İbrahim Tenekeci’nin “Mektup” şiiri ile seslendik:

İşte yine günün belini kırıyor akşam
ve sen kırlara benzersin günün bu saati
çıkarmamışsan çiçekli elbiseni
Hatırla ve sıkı tut:
Korkardın küçükken
serçe parmağın uçacak diye elinden
diğer çocuklara benzerdim bense
benzemesi gibi, bir Çinli’nin diğerine

Bu şiirin ardından terk etmek niyetindeydik şairin evini. Ancak Ahmet Arif Evi’nde söylediğimiz türküleri duyan Diyarbekirliler’in ve o gün Diyarbekir’de bulunan TEMA üyelerinin ısrarlarını kıramadık. Kör Yusuf’un şekerlerine rağmen kısılan ve çatallaşan seslerimizle son kez “Xeribim” “Nare” ve “Lorke”yi söyledik Cahit Sıtkı Tarancı Evi’nin avlusunda…

Diyarbekir’de gün bitmek üzereydi. Son olarak şehrin İç Kalesi’ni ziyaret etmeye niyet ettik. İç Kale’ye girişi sağlayan Artuklu Kemeri’nden geçtikten sonra sırasıyla Arslan Çeşmesi, Hz.Süleyman Camii ve Saint George Kilisesi’ni ziyaret ettik. Hz.Süleyman Camii’nin avlusunda, savaş sebebiyle Suriye’den iltica eden insanlarla ayaküstü sohbet ettik. Mültecilerden biri 60-65 yaşlarında bir kadındı. Annesi Kürt, babası Türkmenmiş. Ninelerinden ikisi de Arap. Bir de Karadeniz’i, Trabzon’u, Rize’yi çok seviyormuş. Doğdukları topraklarda huzur içinde yaşamaları için dua edip, öyle ayrıldık yanlarından…

Diyarbekir’in dört kapısından Dağ Kapı tarafında meşhur Diyarbekir ciğercisine gittikten sonra suriçini terk ederek Yenişehir’e geçtik. Dostumuz Suat Bükün, Yürüyen Budalalar’a Kadayıfçı Sıtkı Usta’dan Diyarbekir’in meşhur burmalı kadayıfını ikrâm ederek bizi mahcup etti. Ardından Diyarbekir köylerinde imâl edilen peynirlerin satıldığı Gültekin Peynircilik’in mağazasına geçildi. Örgü peyniri, otlu peynir, tulum peyniri ve ismini hatırlayamadığımız birbirinden lezzetli nice peynir çeşidinin arasında seçim yapmakta zorlansak da alışverişimizi tamamlayıp vardık havaalanına.

Diyarbakır Ulu Camii Kubbesi

Ha demeden hayran olanlardan değildik. Dokuz buçuk aylık hazırlık ve üç günlük seyahatin hitâmına varmıştık. Güvenlik görevlilerinin koruduğu sitelerdeki konutlarımızdan çıkmış, Mardin’de, Midyat’ta, Diyarbekir’de eski mahallelerin sokaklarında şarkılar söyleyerek yürümüştük. Vedâsı zor şehirler gezmiştik. Kendimizi yorulmuş hissediyorduk ama aynı zamanda yeniden kurulmuş gibiydik adeta.

Seyahatten evvel seyahatin kıyafet yönetmeliği ilân edildiğinde ilk olarak şalvar ve fistan giymeyi yadırgayan arkadaşlarımız olmuştu aramızda. Aynı arkadaşlarımızın havaalanında kıyafetlerini değiştirmeden İstanbul’a Diyarbekir şalvarları ve Yürüyen Budalalar fistanlarıyla uçtuklarını görmek, geçen üç günümüzün en güzel özetiydi galiba…

Tek Taştan Duvar Olmaz  – Bu yazı 2014 yılının Ağustos ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 90. sayısından alınmıştır

Yazar : HALİL ÇELİK

Fransız reklamcı Jacques Sequela “Anneme Reklamcı Olduğumu Söylemeyin...” isimli kitabında “Yürüyen bir budala, oturan on entellektüelden daha iyidir.” diyordu.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir