Yazı ve Fotoğraflar : ÖNDER KAYA
Sütlüce denilince akla ne gelir? Sütlüce mezbahanesi ve tabii ki burası ile bağlantılı olarak İstanbul’un en leziz uykuluklarının yapıldığı mekan olması akla gelecek ilk cevap olsa gerek.Benimse bu semt ile olan bağım çok eskiye uzanıyor. Babam 1980’lerin başında burada bir fabrikada mühendis olarak çalışıyordu.6-7 yaşlarında babamla birlikte Eyüp’teki sandal iskelesine gittiğimizi ve oradan karşı sahile geçtiğimizi, Sütlüce sahilindeki mezbahaneden yayılan keskin kokuyu hatırlıyorum. Yollar gayet çamurlu ve muhit bakımsızdı.Muhtemelen annem o sıralarda küçük olan kardeşimle birlikte benimle uğraşmakta zorlandığı için bilhassa Cumartesi günleri babamla beraber Sütlüce’nin yolunu tutuyordum.Hani ya bu durumdan şikayetçi de değildim. Çocuk çağında kendime o geniş fabrika arsasında türlü meşgaleler bulduğumu hatırlıyorum.Sonrasında babamla yaptığım görüşmede, çalıştığı fabrikanın Şakir Zümre silah fabrikasının bir parçasında açılan ve daha ziyade soba borusu üreten bir imalathane olduğunu öğrendim.
Şakir Zümre, Türkiye’de silah endüstrisi söz konusu olunca akla gelen ilk isimlerden biridir. Aslen Bulgarsitan Türklerinden olan ve Varna’da doğan Zümrezade Şakir Bey, Bulgar parlamentosunda görev almış, Atatürk’ün Sofya’da ateşemiliter olduğu dönemde onunla tanışarak şahsi dostluk kurmuştur. Cumhuriyetin ilanı sonrasında İstanbul’a gelerek yerleşen Şakir Zümre, Sütlüce’de bir silah fabrikası kurarak ordunun cephane ve bomba ihtiyacının bir kısmının üretimini üslenmiştir. Böylesine tehlikeli bir tesisin burada kurulmasından hareketle muhtemelen bölge bu sırada epey tenha olmalı. Tesislerin bir ara soba ve kumbara ürettiği de biliniyor. Nitekim Şakir Zümre sobaları bir zamanların en itibarlı markalarından biri idi. Silah fabrikası, faaliyetini durdurduktan sonra da zaman zaman gündeme gelmeye devam etti. Mesela 21 Mayıs 1986 tarihli Milliyet gazetesinde Sütlüce’de kanalizasyon kazısı sırasında toprağa gömülü 87 adet el bombasına tesadüf edildiğine dair bir haber göze çarpar. Türk sanayisinde önemli roller oynayan Şakir Zümre’nin Haziran 1966’da Harbiye’deki evinde kalp yetmezliğinden öldüğünü de yine gazetelerden öğreniyoruz.
Yıllar sonra Şakir Zümre tesislerinin ve babamın çalıştığı fabrikanın bulunduğu alanı tekrar görmek için Sütlüce’nin yolunu tuttuğumda gözlerime inanamadım. Fabrikalarla dolu o araziden bugüne hiçbir şey kalmamış. Tüm fabrika binaları yıkılarak bölge imara açılmış. Haliç’e nazır son derece mutevazı konutların yanı sıra lüks binalara da tesadüf edilen bir muhit oluşmuş.Semtin mezarlığına baktığınızda ağırlığın Gümüşhane Kelkit bölgesinden gelen göçmenlerden oluştuğu hemen göze çarpıveriyor.
Bunun dışında semt, Haliç’teki pek çok mekan gibi tarih içinde çeşitli zenginlikleri sinesinde barındırmış. Bir dönem zevkusafa diyarı olmuş. Şimdilerde ise eski görkeminin uzağında. Tarihi semt zaman içinde üç kısma ayrılmış. Günümüzde bir kısmı Halıcıoğlu, bir kısmı Örnek mahallesi olarak adlandırılıyor. Bu yazıda halihazırda Sütlüce olarak bilinen merkez muhit üzerinde duracağım. Bu mekanın içine tarihi değere sahip mekan olarak Sütlüce mezbahanesinin yanısıra Hasırizade tekkesi, Kaysunizade ve Mustafa Ağa camileri yer alıyor.
Sütlüce adının nereden geldiği tartışmalıdır. Bir rivayete göre 10.yüzyılda yani Bizans devrinde burada Süt manastırı ya da Sütlüçeşme manastırı adlı bir manastır var imiş. Isim buradan geliyor.Başka bir rivayete gore ise Bizans zamanında bölgede kadınların sütünü çoğaltan bir ayazmanın varlığından bahsedilir. Eski zamanlarda buraya Rumcada süt anlamına gelen “Gala” kelimesinden bozma olarak “Galatyani” denirmiş.Bu isim tıpkı Galata bölgesinde olduğu gibi Balkanlardan gelip sonrasında Anadolu’nun orta kesimlerine yerleşen Galat kavminin bir müddet burada ikamet ettiği şeklinde bir iddianın da ortaya atılmasına sebebiyet vermiştir.
Bölgede Bizans döneminden kalma yapılara hala tesadüf edilebiliyor. Sütlüce’ye Mart 2015’te yaptığım bir gezi sırasında Mustafa Ağa camii yakınlarında bir inşaat sahasında ortaya çıkarılan Bizans sarnıcı, adeta bölge tarihinin ne denli bilinmezlik içinde olduğunu gösteriyor.
Sütlüce’nin, Osmanlı döneminde önemli bir mesire yeri haline geldiği biliniyor. Evliya Çelebi seyahatnamesinde buranın bağlık ve bahçelik olduğunu gerek kamusal ve gerekse de özel pekçok sarayı içinde barındırdığını söyler. Bu dönemde Sütlüce, sahilden başlayarak üst kesimlere doğru yükselen pek çok köşkü ve bahçeyi içinde barındırırdı. Bu bahçe ve köşkler içinde en meşhurlarından biri Caferabad adını taşırdı.Kanuni zamanında yapılan bu bahçede dinlenmeyi padişah çok severdi.Caferabad’ın mevki olarak bugünkü Hasırizade tekkesinin bulunduğu bölgede olduğu zannediliyor. Bunun dışında Hasanabad, Abdüsselam, Ali Ağa, Yusuf ve Ganizade bahçeleri diğer önemli eğlence ve mesire yerleriydi. Sahil kesimindeki meşhur mesire yerlerinden birisi de Karaağaç korusu ve aynı ismi taşıyan yalı idi.
Defterdar Mostarlı İbrahim Paşa tarafından yaptırılan yalı, 4. Murat’ın sık ziyaret ettiği mekanlardan biriydi. Ava merakı ile tanınan 4.Mehmet zamanında ise yalı ve etrafındaki koru padişah tarafından satın alınmıştır.Yine Kanuni devrinin meşhur şeyhülislamı Ebusuud Efendi’nin de burada bir köşkü olduğu bilinir.Hatta bu ünlü alim, meşhur Kur’an tefsirini burada yazmıştır. Yine bu köşkün sahil tarafında Bizans zamanında kalma bir taş bulunduğu ve halkın arizalarını bu taşın üzerine bıraktıkları da kaynaklarda geçer. Semtteki tarihi yapılara da göz atacak olursak yukarıda da belirttiğim gibi belli başlı dört yapı hemen göze çarpar. Öncelikle en yenisi olan ve bütün bir kültür kompleksine dönüşen mezbahane ile başlayalım.
SÜTLÜCE MEZBAHANESİ
Mezbahane, kuleli buzhane binası ile semt siuletine hakim olan sahildeki yapıdır. Yapının inşa tarihinin 1923 olduğu sanılmakta. Eski mezbahane Tophane semtinde yer alıyordu. Mezbahane binası I. Ulusal Mimari akımının izlerini taşır.
Üç mimar tarafından inşa olunmuş olup bunlar: Ahmed Burhaneddin, Osman Fıtri ve Marko Logos efendilerdir. Yapının toplam 30 bin metrekare kullanım alanı vardı. Garaj, tamirhane, marangozhane, soyunma odası, levazım ve domuz kesim bölümlerinin yanısıra, yolun deniz tarafında da buzhane, et satış pavyonu, kesimhane, bağırsakhane, ve işkembehane bölümleri yer alıyordu. Hem deniz hem de kara yolu olduğu için kesilen etin şehir içine dağıtımı son derece kolaydı. Faal olduğu dönemde günde 27 bin küçük ve 3 bin de büyük baş hayvanın kesildiği söylenir. Bu dönemde dolaylı ya da doğrudan yaklaşık 5000 kişi geçimini buradan temin ediyor idi. Babamın anlattığına göre mezbahabın kapısında iki tane de uykulukçu var imiş.Yine yakınında daha ziyade bölgedeki fabrika işçilerinin devam ettiği bir de lokanta işlemekteymiş.
Kesimhane 1980lerde Haliç’i kirleten başlıca unsurlardan biri olarak kabul ediliyordu. Zira burada kesilen hayvanların artıkları Haliç’e dökülüyor ve fena bir kokunun oluşmasına sebebiyet veriyordu. Tarihsel süreçte kirliliğe sebep veren diğer iki bina ise Eyüp Defterdar semtindeki Feshane ve Silahtarağa’daki Elektrik santrali idi.Feshane’de bilhassa iplik, boya ve diğer atıklar, Silahtarağa’daki kömür atıkları bu durumun en temel nedeni idi.Dolayısıyla 80’lerde önce bu yapıların ortadan kaldırılması gündeme gelmiş ancak devreye giren bir kaç ferasetli mimarın önerisi ile tıpkı Batı’da olduğu gibi bu yapılardan kültürel bağlamda istifade edilmesi fikri ortaya atılmıştır.Böylelikle mezbaha mutlak bir yıkım tehlikesini atlatmıştır.Bilindiği üzere Haliç’i ıslah projesi sırasında Yemişçiler çarşısı, Fener Rum evlerive Hal binası gibi yapılar yıkılmıştı.Bir dönemde Feshane’de Sanayi ve Teknoloji Müzesi, Silahtarağa’da su sporları merkezi yapımı düşünülmüş. Bedrettin Dalan zamanında mezbahanenin bir kültür merkezi haline getirilmesi gündeme gelmiş, yıllar sonra bu görüş hayata geçirilebilmiştir. Sütlüce mezbahanesi de 1980’lerin sonunda Tuzla’ya taşınmıştır.
MAHMUT AĞA CAMİİ
Semtin Osmanlı devrinden yadigar en önemli yapılarından biri Mahmut Ağa camiidir.Avlusunda caminin banisi ile caminin adına inşa edildiği Şeyh İshak Kemalettin Karamani’nin türbesi yer alır. Hemen belirteyim ki türbe de, cami de yeni yapılardır.Mescidin haziresinde ayrıca Mesnevi şarihi Yusuf Sineçak Dede ile kardeşi şair Hayreti, Şeyh Galib’in kız kardeşi, Sadi dergahının son şeyhi olup 1927de vefat eden alim şair ve hattat Hasırcızade Şeyh Elif Efendi ve daha bir çok ünlü kişi gömülüdür. Bugün mevcut olmayan ve Mahmud Ağa camii kapısının karşısında yer alan bir mezar alanında ise ünlü Hattat Ahmed Karahisarî ve talebesi Hasan Çelebi medfun idi.
Yeri gelmişken aklam-ı sitteden yani Türk hat sanatının yedi büyük ustasından biri olarak kabul edilen Ahmed Karahisarî’den bahsetmekte fayda var. İmzalarından yola çıkarak kendisinin aslen Afyonlu olduğu ve hocasının da 15. yüzyılın en büyük hattatlarından İran Kirmanşahlı Esedüddin Kirmanî olduğu biliniyor. İstanbul’a ilk geldiği yıllarda terzilik yaptığı şeklinde bir rivayet vardır.Bu sahada o kadar mahirmiş ki, diktiği elbiselerde dikiş yeri asla belli olmazmış. Karahisarî, en parlak devrini Kanuni zamanında yaşar ve Süleymaniye camiinin bittiği 1556’da, 90 yaşlarında bir pirüfani olarak ölür. Kendisi Halvetiye tarikatının büyük isimlerinden Cemaleddin Halvetî olarak da bilinen İshak Karamanî’nin dergahına intisab eder. Yüksek ihtimal bu durumun en büyük nedeni söz konusu zatın, hem de Şeyh Hamdullah’dan ders almışiyi bir hattat olmasıdır. İshak Karamanî, İstanbul’a geldiğinde dönemin sadrazamı Piri Mehmet Paşa’dan büyük saygı görmüş ve kendisi namına Vefa’da, Molla Gürani camii karşısında bir tekke inşa olunmuştu.Ancak sonradan şeyh ile sadrazam arasında bir gerginlik yaşanmış ve Şeyh, Sütlüce’ye çekilmiştir.İshak Karamanî’nin Sütlüce’de öldüğü biliniyor. Vefatı sonrasında müritlerinden Babüssade Ağası olan Mahmut Ağa onun adına bir cami ve caminin yamacına da bir türbe yaptırmıştır.
Şeyh’in mensubu olduğu Halvetiye, bu dönemin en yaygın ve güçlü tarikatlarındandır. Bu tarikata intisab eden Karahisarî, öldükten sonra Mahmud Ağa camii civarındaki hazireye defnolunur. Ne yazık ki gerek kendisinin ve gerekse de hemen yamacına gömülen öğrencisi ve azadlı kölesi Hasan Çelebi’ nin mezartaşları günümüze ulaşmamıştır. Eğer Karahisarî’nin mezartaşı günümüze ulaşsaydı, Türk hat sanatının en kıymetli mezartaşlarından biri olmaya adaydı. Zira taşın hattı bizzat Karahisarî tarafından yazılmış sadece tarih kısmı boş bırakılmıştı.Mimar Sinan türbesindeki yazılarla Süleymaniye camii’nin bazı yazıları onun elinden çıkmadır.Hem azadlı kölesi hem de öğrencisi olan Hasan Çelebi de üstadınının yolundan giden gayet kıymetli bir hattat olup Süleymaniye camii ve Kasımpaşa Piyale Paşa camiinin kalem işleri onun elinden çıkmadır. Ülkemizdeki en önemli hattat kollarından birinin müessisi olmasına rağmen Hattat Osman ve Şeyh Hamdullah ekolü yaşarken, Karahisarî ekolü bugün yaşamamaktadır.
Cami haziresinde yatan Yusuf Sineçak Dede’dende ayrıca bahsetmek gerekir. Aslen Yencievardarlı olan Dede, şair Hayretî’nin kardeşidir.Önce Gülşenî tarikatına intisab etmiş, sonradan Mevlevi olmuştur. Abdülbaki Gölpınarlı Yusuf Dede’den bahsederken onun Hz. Ali muhibbi olduğunu, vahdet-i vücut fikrinde şiirler kaleme aldığını, Kerbela ve Meşhed’e giderek oniki imamı ziyaret ettiğini söyler.Kendisi, Şeyh Galib’in de bu semte geliş nedenidir. Şeyh Galib inziva için Sütlüce’yi seçmiş ve 1546’da vefat eden mesnevi şarihi Yusuf Sineçak Dede’nin mezarını gören bir noktadan evini satın almıştır. Hatta Yusuf Dede’ye olan muhabbetini de “Südlüce’de bir mah ile şir ü şekkeriz biz” (Biz Sütlüce’de sevdiğimiz ile süt ve şeker mi sali içiçeyiz) dizeleri ile dile getirmiştir. Yine Yusuf Dede’nin “Cezire-i Mesnevi” adlı eserini de Türkçe şerhetmiştir. Öte yandan Şeyh Galib’in bu semtten bir iki sene sonra ayrıldığını görürüz.Ancak ayrılma nedeni yakın dostu ve muhibi 3.Selim’in kendisini Galata Mevlevihanesi’ne henüz 34 yaşında olmasına rağmen postnişin atamasındandır. Şeyh’in Sütlüce’deki evinin 1980’lere kadar ayakta kaldığı ve ailesinden kişilerce ikamet edildiği biliniyor. Ancak kısa bir süre önce ne yazık ki yıkılan evin yerine bir apartman inşa olundu.Şeyh Galib’in evinin tam karşısında ayrıca Hasırizade tekkesi de bulunuyordu.Bahse konu olan Yusuf Sineçak Dede’nin mezarı ise günümüzde harap bir haldedir.
HASIRİZADE TEKKESİ
Mahmut Ağa caminin hemen yamacında İstanbul’un en önemli Sadi dergahlarındnan biri bulunur. Tekkenin kurucusu Hasırizade Şeyh Mustafa İzzi Efendi’dir (ö. 1824).Ailenin atası olan Şeyh Halil Efendi, oğlu Emin Ağa’nın saray hasırcıbaşısı olması sebebiyle bu unvanla anılmıştır.Tekke 1784’de kurulmuştur.
Kuruluşundan itibaren tekkenin şeyhleri kültürel açıdan güçlü simalar olagelmişlerdir. Hatta Hasırcızade ailesinin bazı üyeleri, Mevlevi, Nakşi, Rufai, Bedevi gibi bazı tarikatlerden de icazetname almışlardır.Ailede Mevlana sevgisi ileri boyuttadır. Tekkenin ikinci şeyhi Süleyman Sıdkı Efendi, Mevlevi sikkesi giydiği gibi, dervişlerine de bu sikkeleri giymelerini söylemiştir. Son şeyh Mehmed Elif Efendi de yaşadığı devrin en güçlü Mesnevi eğitmeni idi. Tekke’nin ilk şeyhi Mustafa İzzet Efendi’nin 3. Selim’le gayet iyi ilişkilerinin olduğu biliniyor.Nitekim kendisi Mühendishane- i Berr-i Hümayun’un açılışında dua okumuş ve bundan sonra da söz konusu okulda ne zaman bir tamir ya da inşaat faaliyeti olsa Sütlüce Sadi tekkesi şeyhlerinin dua okuması adet haline gelmiştir.Yine 3. Selim tarafından tekkeye bir de hünkâr mahfili eklenmiştir.Sultan 2. Mahmud tekkeyi, 1836’da yeniden inşa ettirmiştir. O günden günümüze sadece tekkenin Elif Efendi sokağında yer alan abidevi giriş kapısı kalmıştır ki, kapıdaki kitabede sultan 2. Mahmud’un tuğrasını görmek mümkündür.
2. Abdülhamid zamanında 1887’de, tekke binası yeniden inşa olunur. Tekkenin planı postnişin Şeyh Mehmed Elif Efendi tarafından yapılır. Tekke’nin içindeki kalem işleri Yıldız nakış hanesinde görev yapan İtalyan nakkaşların elinden çıkmadır. 1925 ten sonra tevhidhanesi harap olurken, türbe kısmı yok olur. Elif Efendi aynı zamanda tekkeye parlak bir devre yaşatır. Onun zamanında tekke, pek çok ilim ve kültür erbabının toplandığı bir mekan haline gelir.Şeyh Elif Efendi’nin kendisi de iyi bir hattat ve şairdi.Tekke ve zaviyelerin kapanmasından iki yıl sonra Elif Efendi ölür.
Tekke haziresinde annesinin yanında gömülme isteği dönemin idaresince reddedilir.Zira 1925’ten sonra tekkelerin içine gömü yapılması yasaklanmıştır.Bu sebepten dolayı hemen yandaki Mahmut Ağa camii haziresi ile tekke arasında kalan küçük bir alana defnedilir. Cumhuriyet döneminde tekke hızla harap olur.Elif Efendi’nin oğlu olan Şeyh Yusuf Zahir Efendi’nin damadı tarihçi Mithat Sertoğlunun delaletiyle tevhidhane Vakıflar tarafından tamir edilmiş ancak ilerleyen yıllarda bakımsızlıktan dolayı tekrar harap olmuştur. Tevhidhanenin bazı süsleme ve kitabeleri çalınarak antikacı ve koleksiyonculara satılmıştır. Hasırizade ailesinin mülkiyetinde bulunan ahşap konak, 1970lere kadar konut olarak kullanılmış ve 1983 yazında elektrik kontağına çıkan bir arıza neticesinde yanarak yok olmuştur. Bu yangın son derece şüphe ile karşılanmış, hatta Tercüman gazetesinde çıkan bir habere göre ahşap konak kasten yakılmıştır.Zira konağın içinde gerek tekkeden ve gerekse de Mühendishane- i Berri Hümayun kitaplığından kalma pek çok yazma bulunuyordu.Bunlar yağmalandıktan sonra rezaletin üstünü ört bas etmek kişi konak bazı kişilerce ateşe verilmiştir. Kısa bir süre önce restore edilen tekke, bugün merkezi Edirnekapı’da bulunan bir vakıfa tahsis edilmiştir.
KAYSUNİZADE MESCİDİ
Hasırizade tekkesinin hemen arka sokağında semtin tarihi camilerinden biri daha uzanır. Kaysunizade Mehmet Efendi camisi, Gaysuni Mehmet Efendi sokağındadır.Banisi, reisületıbba yani başhekim olan Kaysunizade Mehmet Efendi olup kendisi 1611’de vefat etmişve bu mescid civarına defnolunmuş.Bugün caminin hemen girişinde bir temsili mezarı bulunuyor.Yapı Mimar Sinan tarafından tasarlanmış olup, yapım tarihi tam olarak bilinmemektedir.1882’de esaslı bir onarımdan geçmiş, sonradan harap olmuştur. 80’lerde mescidin sadece batı ve kuzey duvarları ayaktaydı. 1997de ise cami yeniden inşa olundu. Kaysunizade, Osmanlı tabiblerinin üstad olarak kabul ettikleri bir şahıs olduğu için, pek çok hekim öldükten sonra onun yamacına gömülmek istemiş ve zamanla burada küçük bir hekimler mezarlığı oluşmuştur. Ancak cami 1894 depreminde büyük zarar görmüş ve sonrasında kaderine terk edildiği için de doktor gömüsü yapılmamaya başlanmıştır.
Sütlüce’deki tüm bu tarih mekanlar dar bir alana yığılmış ve kolayca gezilebiliyor. Pek çoğunun etrafı yeni inşaatlarla çevrelenmiş vaziyette.Vakit geçirmeden tarihi değeri yüksek bu semti ziyaret etmenizi ve semtin yüksek bir noktasından Haliç manzarasının tadını çıkarmanızı öneririm.
Tekkeler Diyarı Bir Semt : SÜTLÜCE – Bu yazı 2015 yılının Haziran ayında yayınlanan Gezgin dergisinin 100. sayısından alınmıştır.