“Seyahat insanı mütevazı yapar, çünkü gezerken dünyada küçücük bir yer kapladığını görürsün” der Gustave Flaubert. Biz de Transvilyanya bölgesini Karpatları, Bulgaristan ve Romanya’nın çeşitli şehirlerini kapsayan bu kısa yolculuğa, seyahat ruhuna aynı adanmışlık ve tevazu ile çıktık…
Yazı ve Fotoğraf: Serkan Doğan
Bulgaristan gerçekten çok temiz ve düzenli bir ülke ve Avrupa Birliğine girmeyi hak ediyor. Gerçi Avrupa Birliği ülkeyi yeni ucuz işgücü kaynağı olarak kullanıyor. Bununla beraber, açıkçası Bulgaristan komünist idarenin ardından, mimari açıdan fazla zahmete katlanmamış görünüyor. Özellikle heykellerinin büyük bölümü oldukça soyut ve Türk insanına pek fazla anlam ifade etmiyor. Kapıkule sınır kapısından geçtikten sonra, güzergâhımız üzerinde Harmanlı, Stara Zagora (Eski Zağra), güller vadisiyle ünlü şirin şehir Kazanlık ve ardından tarihte mühim muharebelere şahitlik etmiş olan Şipka kenti ve tepesine uğradık. Şipka tepesine mutlaka çıkın, zirvede manzara inanılmaz. Yalnız çıkmadan önce, hemen alttaki tesiste işkembe çorbası ve manda yoğurdunun kesinlikle tadına bakın. Hem enerji katması bakımından, hem de bünyeye bir hoş geldin hediyesi olarak.
Ilıman iklimi, sakin ve zengin tarzı ile Eskişehir’e benzettiğim Rusçuk (Ruse) adeta Tuna nehri kıyısındaki bir cennet, doğası ve dinamizmiyle ben çok sevdim. Bulgaristan’ın AB kültür başkenti de olmuş olan Rusçuk Bulgaristan’ın 5. büyük şehri ve nüfusu 160.000 civarında. Mithat Paşa ve dünyaca ünlü yazar Elias Canetti’nin memleketi olan ve Viyana ile kıyaslanan şehir, Art Nouveau tarzı binaları ve Aleksandrovska gibi geniş alışveriş caddelerini de bünyesinde barındırıyor.
Giurgiu/Rusçuk hudut kapısından sonra, Deliorman bölgesinin yoğun Türk nüfuslarına sahip Razgrad ve Şumnu şehirlerinin ardından ulaştığımız Varna Bulgaristan’ın en büyük limanı ve turizm merkezidir. 300.000 olan nüfus, yaz aylarında üç katına çıkıyor. Drama Tiyatro binası yanı sıra, Varna Katedrali gece ve gündüz muhteşem bir manzara sunuyor. Şehir sırayla Yunan, Slav ve Bulgar egemenliği altına girdikten sonra, 1444 yılında yapılan Varna Savaşıyla II. Murat eliyle Osmanlı topraklarına katılıyor ve 1908 yılına kadar kalıyor.
Varna’dan sonraki durak çok tatlı bir tatil diyarı olan Nesebar. Bizans döneminden kalma Eski Metropolitan Kilisesi, Pantokrator Kilisesi ve Bulgar evlerini gezdikten sonra, sahilin, denizin ve alışverişin keyfi çıkarılabilir. (Sunny Beach -Slincev Bryagen bilinen plajı.) Nesebar Antalya’nın Kaleiçi ilçesine çok benziyor ve 1983 yılında BM Miras Listesine eklenmiş.
Gezimizin Bulgaristan bölümünün son noktası Burgaz, Bulgaristan’ın 4. büyük şehri. Türkiye sınırının sadece 350 km uzağında yer alıyor. Türkiye’nin Sofya’da büyükelçiliği, Filibe ve Burgaz’da ise konsoloslukları bulunuyor. Çok güzel, yeşil ve ucuz. Aynı zamanda,Bulgaristan’ın en yaşanılası şehri olarak kabul ediliyormuş.
Romanya – Bulgaristan arasındaki tek köprü geçen seneye kadar Danube dostluk köprüsüymüş, sınır Tuna nehri boyunca 600 km uzanıyor. Sonrasında Silistre’de kara sınırı başlıyor ve Dobruca bölgesinin bir yarısı Romanya’da, diğer yarısı ise Bulgaristan’da kalıyor.
Sinaia’dan 2 saatlik bir yolculukla ulaştığımız başkent Bükreş’e (Bucharest) ikinci Paris, küçük Paris ya da Doğu Avrupa’nın Paris’i diyorlar. Victoria Caddesi, Sanat Müzesi, İhtilal Meydanı, Üniversite Meydanı, Mili Tiyatro görülmeye değer. Ayrıca, Çavuşesku’nun 20 senelik ülke bütçesini harcayarak inşa ettiği söylenen, “Halk Evi” de denilen, Pentagon’dan sonra, dünyanın ikinci büyük idari binasına sahip. 1100 odası 350.000 m2 alanı kaplıyor. Bunun dışında, Herastrau Parkında bulunan ve içinde Romanya’nın farklı bölgelerinden köy evleri, geleneksel yel değirmenleri ve kiliselerin inşa edildiği bir açık hava köy müzesi var, gezilmeye değer. Bükreş bize nispeten fakir bir kent olmasına karşın, 37 müze, 22 tiyatro ve 18 sanat galerisi barındırıyor. Düzenli bir metro ağı da var ama mahzun ve kasvetli sokaklarında kaybolmanızı tavsiye ederim. Yemekler güzel, lezzetli ve porsiyonlar yine büyük.
Keza dağlık Sinaia bölgesi geçilerek ulaşılan, Bükreş’in 170 km yakınında bulunan, 250.000 nüfusu ile Romanya’nın 8. büyük şehri olarak Karpat Dağları ile çevrili bulunan Braşov şehrine genelde Bran, Raşnov ve Peleş şatolarını gezmek için veya kışın Poiana kayak merkezi için gidiliyor. Braşov, Barok-Rokoko üsluplarının kol gezdiği, dört dörtlük bir Ortaçağ kenti. Özellikle Peleş Şatosunun gösterişine bayıldım. Bran Kalesi ise Drakula’nın (Vlad Tepeş / Kazıklı Voyvoda) Şatosu olarak fazlasıyla abartılmış. Tampa Tepesi, Halat Sokak ve Kara Kilise de görülmeye değer. Gözünüzde büyümesin, bu saydıklarımın hepsi yarım günlük bir turda gezilebiliyor.
Neticede, Bulgar insanının Yunan halkı kadar bize benzediğini ve önemsenebilir bir sanat zevki taşıdığını söyleyemem.Romanya’ya girdiğiniz andan itibaren ise, İtalya’yı anımsatan bir atmosferi soluyorsunuz ve Avrupa’da bulunduğunuzu hissediyorsunuz. Fakat “bizde niye yok?” diyeceğiniz çok az şey var. Buradaki Romenler ve Kırım tatarları ayrı bir tat katıyor şehirlerin dokusuna. İsmet Özel’e ait şu mısralarla bitirelim; ‘’Yolumuz birbirimizi anlamaktan geçmiyorsa / hiçbir yere varamayacağız demektir…’’
Transilvanya – Bu yazı 2014 yılının Eylül ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 91. sayısından alınmıştır.