Cumartesi , 20 Nisan 2024

Ülkeler Arası Bi’ Başına Seyahat: Batum

Gürcistan’ın Karadeniz kıyısında, Acara Özerk Cumhuriyeti’nin yönetim merkezi olan liman kenti, Türkiye’nin yakın komşusu, Batum.

Tren, benim için bir numaralı seyahat aracıdır. Daha önce uçakla yurt dışı gezileri yapmıştım. O gezilerden birinde arkadaşımla yaklaşık 15 saat süren bir tren yolculuğu gerçekleştirmiştik. Trende kendimi evimde gibi hissedebiliyorum, o kadar rahat yani… Fakat uzun zamandır planladığım Gürcistan seyahatimi trenle yapamayacaktım. Öyleyse neden bu sefer otobüsle gitmeyeyim ki diye düşündüm. Otobüsle seyahat de oldukça keyifli bence. Hem zorluklarını, kolaylıklarını, yöntemlerini öğrenmiş olmak, hem de ‘en ucuz, ne kadar ucuz?’ sorusunun cevabını bulmak için kararımı verdim. Hazırlığımı yaptım. İlk hedefim Batum, ileri!

Yazı : Zübeyr Süğlün Fotoğraflar : Zübeyr Süğlün ve Halit Ömer Camcı

Gürcistan’a gitmesem de olur!

Bu yolculuğumun teması ‘keşfetmek’. ‘’Daha önce keşfedilmemiş bir yere ilk defa ben gidicem!’’ değil elbet. Ama öyleymiş gibi hayal etmenin kime ne zararı olabilir ki! Bu sebeple kimseye fikrini sormadım, inceden inceye araştırma yapmadım, şehrin bir tane fotoğrafını bile görmedim, hakkında yazılanları da okumadım! Bu ‘benim yolculuğum’ olmalıydı. Eğer hakkında bir şeyler okuyup da gitseydim başkasının yolculuğunu taklit etmiş, o kişinin mutlu olduğu şeylerle mutlu olmaya çalışmış olurdum. Aynı şeyleri yaparak farklı sonuçlar alamazdım. Bu yüzden kendi yolculuğumu yapmaya karar vererek çıktım yola. Yolculuğa başlangıç noktam İstanbul. İlk defa bu yolculuk sayesinde Karadeniz şehirlerini göreceğim için meraklı ve heyecanlıyım. Karadeniz kıyısından yeşilin, yağmurun ve sisin arasında bir asude rüzgar eşliğinde ilerliyoruz. Gördüklerim, beklentilerimden çok daha ötedeydi. Bir anda 5 m. ileriyi görmenize engel olacak kadar yoğun bir sağanak, 10 dakika sonra ruhunuzu göğe yükselten sonsuz doğa, yeşilin her tonu, çay bahçelerinin dağların eteklerine kadar gelen kokusu ve Şevval Sam’ın ‘Hey gidi Karadeniz’ diyen sesi…

Eğer bir sorun olsaydı da Gürcistan’a gidemeseydim şikayet etmez, hemen en yakın dağın tepesine tırmanır, kalırdım oralarda. Sebebi nedir bilmiyorum ama dağın her zaman bir fısıltıyla beni çağırdığını hissederim. Öyle yumuşak bir fısıltı ki bu, önce sadece bir çağrı olduğunu hissederim, sonra da yapılması zorunlu bir eylemmiş gibi gelir. Ben dağlara bakarken saatler geçti ve gün doğarken Hopa’ya yaklaştık. En son ne zaman gün doğumuna şahit olduğumu düşündüm önce, sonra da ne kadar ahmak olduğumu… Eğer kafam biraz çalışsaydı, her sabah gün doğumuna eşlik ederdim. Ne var ki öğle sıcağında pişenlerdenim.

Batum’da Bir Aylak..

Ve 18 saatin sonunda sınırdayım… Gürcistan’a seyahat etmenin güzel bir yönü de vize ve pasaport istememesi. Sarp sınır kapısına geldiğinizde 15 liraya yurt dışı harç pulu alarak kimliğinizle giriş yapabiliyorsunuz. Otobüs biletinin fiyatı ise İstanbul’dan 90 lira. Demek ki 105 liraya başka bir ülkede sabah olabiliyormuş. Gel gelelim sınırdan geçiş işlemleri ve 18 saat yolculuk kolay bir aşama değil. Sınır işlemleri bir saat kadar vakit alıyor ama açıkçası o kadar yolculuktan sonra bu bir saatlik bekleme süresini dert etmiyorsunuz. Bu kadar zaman almasının sebebi ise otobüsteki herkesin işleminin bu süreye dâhil olması. Yoksa on beş dakika kadar kısa bir sürede işlemler bitebilir. İşlemler bittiğinde artık Gürcistan’da üç ay kalabilirsiniz…

Batum merkeze yakın bir yerde otobüsten indim ve ilk saat sadece yürüdüm. Bir o yana bir bu yana. Konuşmadım, kahvaltı yapmadım, plan yapmadım, adres sormadım, sadece yürüdüm. Sanırım yirmi saatime mal olan bu yolculuktan sonra yürüyüş bir özlem haline gelmiş. Bir saatin ardından hazır olduğumu hissederek ilk iş olarak Tiflis’e yataklı vagonda bilet almaya gittim. Akşam saat on için biletimi aldım. Yataklı vagonda bilet almak demek benim için kollarını açmış beni bekleyen deliksiz bir uyku demek. Yeri gelmişken söyleyeyim, on saatlik otobüs yolculuğuna on beş saatlik tren yolculuğunu yeğlerim. Trende insan kendi evinde hissediyor. Çayınız, kahveniz ayağınıza geliyor, uykunuz için temiz nevresim ve havlunuzu getiriyorlar. Sıkıldığınızda koridora çıkıp gezebiliyor ve manzarayı izleyebiliyorsunuz. Daha ne olsun! Bir de yanınızda arkadaşınız olursa gel keyfim gel… Pekin-Moskova arası işleyen ve dünyanın en uzun tren hattı olan İsveç Ekspresi’nde yolculuk yapma hayalim var. Ama toplam uzunluğu 7.865 km. olan bu hatta bana eşlik edecek bir deli de yok ki…

Çölde Vaha: Tourist Information Bürosu

Batum’a uzaktan baktığınızda ben buradayım diyen bir minare göreceksiniz. Türkçe şarkı söyleyen birisini duyacaksınız. Lahmacun, pide, kebap kokusuna bedeniniz teslim olacak. İşte Batum böyle bir şehir. Belki de Türkçenin İngilizceden daha fazla konuşulduğu bir şehir. Yeri gelmişken belirtmek isterim, zamanında Rusların egemen olduğu ülkelerde İngilizce bilmeniz pek bir şey ifade etmiyor aslında. Rusça olmazsa olmazınız. Örneğin Rusça bilmezseniz trene binemeyebilirsiniz, yönünüzü bulamayabilirsiniz ya da ziyaret ettiğiniz tarihî bir yapı hakkında bilgi edinemeyebilirsiniz. Bir Tourist Information bürosuna denk gelebilirseniz ne âlâ. Çünkü Tourist Information bürosunu İngilizce haliyle sorduğunuzda halk anlamıyor ve nerede olduğunu bilenler de çok fazla sayıda değil. Oraya ulaştıktan sonra ilk iş olarak bir harita alarak güne başlarsanız, kalan saatlerden daha fazla keyif alırsınız. Fakat Rusça bilmiyorsanız, Gürcistan’ı gezmenize engel değil bu. Çünkü Batum halkı yabancılara yardımcı olma konusunda çok hassaslar. Dokümansız gezdiğim için defalarca adres sormam gerekti ve herkes bana elinden geldiğince yardımcı oldu. Hatta adres için musallat olduklarımdan birisi, tren istasyonuna gitmek istediğime emin olmaya çalışınca, jest ve mimikleriyle tren sesi çıkardı. Biraz Rusçam olduğu halde benim de işaret diline başvurduğum oldu mesela. Bir keresinde kiliseyi sorarken parmaklarımla haç işareti yaparak meramımı anlattım, anladılar. Bilet alırken istasyondaki görevli bayan da tren kalkış saatlerini ve fiyatını bana yazarak gösterdi. İngilizce bilenler de var elbette. Büyük mağazalarda, turistik dükkanlarda rastlayabiliyorsunuz. Özellikle genç nesil yabancı dile daha fazla hakim. Fakat devletin turizmden beklentisi yok gibi. Şehirde turistin ihtiyacına yönelik faaliyetler çok az.

Güne yorgun başladığım doğru fakat her geçen saat sanki direncim daha bir artıyor gibiydi. Seyahat söz konusu olunca hayli pratik bir canlı oluveriyorum. Bileti aldıktan sonra kendimi hemen tren garının yakınındaki sahile attım. Yarım saat kadar, kumdan yana hiç nasibini almayan taşlı sahilde dalgaların sesini dinleyip şehre geri döndüm. Yine yürümeye başladım. Bir restoranın camında “Lahmacun – Pide” yazısını görünce durabildim ancak. Türk restoranı algısı oluşmasın doğrudan. Aslında İtalyan pizzacısı olan Selim Abi, bizim yiyeceklerden de yapıyor. Selim Abi’nin elinden Gürcülerin meşhur “kachapuri”sini denedim. Bir çeşit peynirli-yumurtalı küçük boyda yapılmış pide diyebiliriz kachapuri için. Yumurta biraz daha rafadan gibi hazırlanıyor. Karadeniz pidelerine de benziyor hani.

Kaderin bir cilvesi olsa gerek, şehrin sokaklarını gezerken Tourist Information bürosuyla karşılaştım. Çölde vaha görsem daha az sevinmezdim. İçeriye girip harita aldım bir tane, bir de ‘batumvelo’ adını verdikleri, üç vitesli şehir bisikletini kiraladım. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin bazı noktalara koyduğu mavi bisikletler var ya, işte onun yeşili ve sepetlisi. Komik görünümlü bir şeydi yani. Çok sonra fark ettim bunu çünkü beni o halde gören çocukların hepsi gülüyorlardı. Yetişkinlerin bakışlarında ise ‘Yüce İsa, tövbe Ya Rabbi’ ifadelerini görür gibiydim. Eğer bir şehirde turist olan sizseniz, ne de olsa bir daha sizi görmeyecekleri için çok da aldırış etmiyorsunuz bu tür bakışlara. Şu tür bir düşünce de akla geliyor: Ya bir tanıdık görürse! Dünya sonuç olarak o kadar büyük bir yer değil. Paris’te sokak ortasında karşılaşan iki Yozgatlıyı anlatmışlardı bana. Konuşmalar “–La Ahmet? –La Hıdır? N’örüyon burda?” şeklinde başlıyordu. İki köylü, Parislilerin şaşkın bakışları arasında kucaklaşıp, hoplaya zıplaya dönmüşler. Sözün kısası dünya küçük bir yer. Ben tüm bu bakışların altında sırtımda fotoğraf makinesi, sepetimde harita ve bir şişe su ile pedal çeviriyordum. Bu halimin dokuz buçuk saat süreceğini tahmin edemezdim.

Zirvedeki Zafer Sarhoşluğu

Uzaklarda, bir dağın tepesinde, kilise olduğunu öğrendiğim bir yapı vardı. Kilisenin bulunduğu yer, deniz seviyesinden 400 m. yüksekte. Daha sonra bir arkadaşım kilisenin 20 km. uzaklıkta olduğunu söyledi fakat bu rakam bana o kadar inandırıcı gelmedi. Öyle olsaydı kendimle çok gurur duyardım. Dağa çıkıp çıkmayacağıma karar vermem gerektiğinin farkındaydım. Önce bisiklete baktım şöyle bir, sonra da dağa. “Bisiklet” ve “dağ” sözcüklerini arka arkaya söyleyince, sözcükler bir süre sonra birleşip “dağ bisikleti”ne dönüşüyor. Bir elif miktarı düşündükten sonra altımdaki hantal dağ bisikletiyle(!) dağa doğru yol almaya başladım. Şehirden uzaklaştıkça sesler azalmaya, şehrin gürültüsü, yerini kuş seslerine ve yalnızlığa bırakmaya başladı. Böyle vakitler, insanı düşünmeye sevk ediyor. Yoldaysanız ve yalnızsanız, tek yapacağınız şey “düşünmek” oluyor aslında. Saatler geçerken ve ben artık yalnızlıktan bisikletle konuşmaya başlamışken, Gürcü bir vatandaşla karşılaşıyorum. Rusça anlaşmaya çalışıyoruz fakat adam benim pek de Rusça konuşamadığımı görünce kusursuza yakın bir dilde Türkçe konuşmaya başlıyor. “Be adam, benden iyi konuşuyorsun Türkçeyi” deyince nasıl da mutlu oluyor… O gülüşü görmenizi isterdim. Ayrıldıktan sonra daha ileride bir başka Gürcü’yle de Türkçe konuştuk. Dili o kadar iyi değildi ama beni misafir etmek istediğini anlatmaya yeterliydi. Ayak üstü sohbette bir insanı ne kadar tanıyabilirsiniz? Beni daha doğru düzgün tanımadan evine davet etmesi büyük nezaketti gerçekten. Bunlar yaşanası, hoş anılar. Kitaplardan öğrenilemez…

Tanıdık tanımadık herkese selam veriyorum yolda. Bu eylem, güvende olma hissimi arttırıyor. Dönüş yolunda büyük oranda sorun çıkarabilecek iki tekinsiz genç gördüm, onlara bile selam verdim. Selam vermenin işe yaramadığını söylemek yalan olur. Çünkü gözlerini kilitlemiş bana doğru yürüyen, donuk yüzlü, yirmili yaşlarda iki gençten bir tehlike geleceğini anladım. Neyse ki yokuş aşağı gidiyordum. Yanlarına vardığımıda “Hi guys!” diyerek aralarından hızla geçince bir an için şaşkınlık yaşadılar. Onlar o şaşkınlığı atadursun, ben çoktan uzaklaşmıştım.

Bu uzun, çileli ve de dağ çilekli yolculuğun sonunda zirveye ulaşıyorum. Zirveye çıkanların ilk yaptığı şey, durup şöyle deriiiin bir nefes almaktır. Ben de zirvedekilere özgü bu deriiiin nefesi içime çekip, kalan adımlarımı tamamlıyorum. Zirveler, insanın özgüvenini, başarmışlık hissini artırıyor. Ben de bu zafer sarhoşluğuyla biraz fotoğraf çekiyor, kendi kendime başarımı kutluyorum.

Heykellerle Kuşatılmış Şehir

Batum; limanı ve havalimanıyla, mimarisiyle, yolu bölen bir otel ya da herhangi bir yapı olmadan uzayan sahil kordonuyla ve temiz doğasıyla Gürcistan’ın en değerli şehirlerinden. Ben açıkçası minik, şirin, küçük bir şehirle karşılaşmayı bekliyordum. Beklediğimden daha fazlasıyla şehir merkezine dönüşe geçiyorum. Fakat dağ yolunun taşlık olması beni çok zorluyor. Dönüş yolunda aklımda kartallar gibi süzülerek inmek varken, keçi çobanı gibi bisikletimle cedelleşerek merkeze ulaşıyorum. Kalan zamanımı şehrin içindeki iki gölü, sahil kordonuyla yarışan bisiklet yolunu, parkları, coğrafyalar arası aşkı temsil eden Ali ve Nino heykelini, basit ama anlamlı hazırlanmış olan diğer aşk heykellerini ziyaret ederek ve Selim Abi’nin dükkanında karnımı doyurarak geçiriyorum.

Batum’da geçirdiğim her saniyeden lezzet aldım. Bir daha gidebileceğim zaman için fırsat kolluyorum şimdiden. Tiflis’te ise bir gün geçiriyorum ve 16 saat sürecek olan tren yolculuğuma başlıyor, Bakü’ye doğru yola koyuluyorum. Domates, salatalık, peynir, ekmek ve tren…

Bu yazı 2013 yılının Ağustos ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 78. sayısından alınmıştır.

Yazar : HALİT ÖMER CAMCI

Gezgin, ışık avcısı, oğlunun babası...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir