Cuma , 13 Aralık 2024

Uzak Ülke: Madagaskar

Hint Okyanusunun küçük adası Reunion’dan kalkan gemi okyanusta iki gün yol aldıktan sonra şafağın ilk ışıklarıyla ufka baktığımda Madagaskar’ın yüksek dağları görünüyordu. Güneş doğmadan önceki kızıllık zaten hep farklıdır, ama bu bambaşkaydı.
uzakulkemadagaskar_0006

Yazı ve Fotoğraflar: Mirza Özgür Kılıç

Okyanusta çok açıklarda ağaç gövdesinden oyma kayıklarla balık avlamaya çalışan insanları görünce gerçekten farklı bir yere geldiğim hissine kapıldım.

Tamatav’a ulaştığımda hindistan cevizi ağaçlarıyla kaplı sahili, beyaz tonlu evleri ve camileriyle müthiş bir ambiyansın içinde buldum kendimi. Bundan sonra da Madagaskar’daki son güne kadar bu ana karadan uzak büyük adanın kendine özgü sürprizleriyle karşılaştım. Bu uzaklık adanın

adeta kale gibi korunmasını ve dış dünyadan çok az etkilenmesini beraberinde getirmiş. Bunu bitki ve hayvan türlerinde her an görebilmek mümkün. Öyleki mesela daha önce hiç görmediğiniz bir sürü farklı hayvan türü sokakta, evde, arazide veya tuvalette biranda karşınıza çıkıyor ve sizi şaşırtıyor. Orman dokusu ve bitki örtüsü her an çok farklı ve seyirlik manzaralar sunuyor. Bitki ve hayvanlarıyla beraber tabi ki insanlar ve sosyal yaşamda dış dünyadan çok az etkilenmiş. Nüfusu oluşturan 20 milyonun büyük çoğunluğu, yüzölçümü nerdeyse Türkiye kadar büyük bir araziye dağılmış şekilde ve komünler halinde yaşıyor. İç bölgeleri dağlık olduğundan içerde karasal iklim sahillerde de tropikal iklim egemen oluyor. Farklı iklim şartlarının bulunması nedeniyle bitkisel çeşitlilik anlamında çok zengin bir ülke Madagaskar; öyle ki bizim ülkemizdeki meyvelerin tamamı olduğu gibi tropikal iklim meyvelerinin de hepsi mevcut. Bu ülkenin insanlarının büyük çoğunluğu bu arazide kendilerine yetecek kadar tarım ve hayvancılık yaparak ve paranın yüzünü hiç görmeyerek yaşıyor.
uzakulkemadagaskar_0002

Ülkeye ilk vardığınızda teknolojinin böylesine girmediği bir yerdeki sakinliği hissediyorsunuz. Şehirlerde insanlar taksi gibi hala insanların çektikleri ‘’pus pus’’ denilen arabalara biniyorlar. Elektrik yok gibi bir şey. Su, hep problem; kaynatmadan su içmek çok cesur bir hareket olarak karşılanıyor. Gaz yok. Bu yüzden insanlar yemeklerini odun kömüründe pişiriyorlar. Tabi şehirlerdeki bu odun kömürü tüketimi yüksek olduğundan insanlar ağaçları yakıp odun kömürü üretmeyi kestirme bir para kazanma yöntemi olarak görüyorlar. Bu sayede azalan ormanlar nedeniyle erozyon artıyor bu da ülkenin önemli sorunlarından biri kabul ediliyor. Ülkenin bütün nehirlerinin toprak rengi bunu her yerde kanıtlıyor.

Dükkanlarda dışarıdan gelen ambalajlı ürünler pahalı ve çok az bulunuyor. Sokakta isteyen meyve sebze veya bulduğu herhangi bir şeyi satabiliyor. İnsanlar şehirlerde de bu şekilde geçimlerini sağlıyorlar. Fabrika gibi, insanların çalışabildiği modern çağ iş alanlarının çoğu burada mevcut değil. Akşam olunca nerde olursanız olun karanlığın içindesiniz o yüzden. 1960 ‘ta Fransa’dan kopup bağımsızlığını kazanan Madagaskar’da devlet yapısındaki istikrarsız durum devam ediyor. Dört farklı grup, aralarında iktidar savaşı veriyor ve ülkeyi yönetmeye çalışıyorlar.

Sahilde bulduğum camiye girdiğimde beni medresesi olan ve orada öğrencilere ders veren Mevlana dedikleri bir adamla tanıştırdılar. Türkiye’den geldiğimi söyleyince oldukça şaşırdı. Camide kalabileceğimi söyleyince oldukça sevindim. Çünkü otellere karşı hep bir alerjim olmuştur. Madagaskar’da camilerde birilerinin yatması, camiye göz kulak olmak anlamında iyi bir şey olarak görülüyor. Onun için camilerde geceleyen birçok insan bulunuyor. Şüphesiz bu durum mescitlere farklı bir canlılık veriyor.
uzakulkemadagaskar_0005

Mevlana ile konuşmamızda Tamatav’ın kuzey ve güneyine 800 km. boyunca uzanan Pangalan Kanalı’nda yolculuk yapmak istediğimi söylüyorum. O da bana orada sandalla yolcu taşıyan birilerini tanıdığını söylüyor. Ertesi gün beraber sandalı olan arkadaşına gittik. Beni bir başka arkadaşının 7-8 metrelik ince, uzun sandalına bindirdiler. Ama ben kimlerin sandalına bindiğimi uzunca bir süre öğrenemedim. Yolcularla birlikte akşama kadar kanal boyunca gittikten sonra uğradığımız köylerde yolcular indiler. Bu yolculuk sırasında elimi suya sokarak gittiğimi gören yolcular ‘’Attensiyon’’ diyerek beni uyarıyorlardı. ‘’Dikkat et timsahlar var.’’ diyorlardı. Böyle timsahlarla dolu bir kanalda geceleyin ve yüzlerini gündüz gözüyle görmediğim iki zenciyle birlikte bulunuyordum. İstersem kanal boyunca saatlerce gidip onların komününe ulaştığımızda onların evlerinde kalabileceğimi söylediler. Bende kabul ettim. Zaten yapılacak başka bir şey de yoktu. Hava bulutluydu ve ay yoktu. Bu zifiri karanlıkta kanal boyunca bazen bir şeylere çarpa çarpa ilerliyorduk. Yolu ezbere bildiklerinden bunu yapabiliyorlardı. Bir yerde durduk ve ağaçlardan yapılmış bungalovlarda yaşıyan bir komüne doğru yürümeye başladık. Ormanın içinde milyonlarca ateş böceğinin arasından yol alırken hissettiklerimi anlatmak mümkün değil. O kadar ateş böceği nasıl bir araya gelebilirdi ve onların gecenin karanlığına çizdikleri o çizik manzara. Nasıl bir manzaraydı? Fotoğrafını çekemeyeceğimi düşündüğümden makinemle hiç uğraşmadım ve manzarayı seyrede seyrede ormanda yol aldık. Komüne yaklaştığımızda ateş çevresindeki insanların dostane bakışları ve beraber geldiğim insanların onlarla olan sohbeti bana güvendeyim hissi verdi. Komünlerde insanlar aslında büyük bir aile gibi yaşıyor. Bir yerde yemek pişiyor. İsteyen gidip istediği kadar yiyor. İnsanlar bungalovlarda hiç eşyaları olmadan ama birbirleriyle yardımlaşarak yaşıyor. Olduğu zaman yiyen ve yarın ne yiyeceğini düşünmeyen bir anlayış hakim. Parayla pek buluşmadıklarından olsa gerek gelecek endişesi taşımıyorlar. Bu anlamda Hint ve Afrika kültürlerinin bir sentezini oluşturuyor. Madagaskar, sömürgeci ülkelerin etkisiyle tamamen karışık bir toplum yapısına sahip. Hintliler, Çinliler, Araplar, Uzak Doğulu farklı milletler ve Afrika’lıların birlikte kompoze olduğu bu ülke çok zengin bir kültür farklılığını içinde barındırıyor. Hint etkisi ya da afrika etkisinin baskın olduğu farklı enerjideki yerleri bölgesel olarak hemen ayırt edebilirsiniz.
uzakulkemadagaskar_0007

Bu uğradığımız komünde biraz bişeyler yedikten sonra ayrıldık. Kanalda birkaç saat ilerledikten sonra gündüz gözüyle görmediğim bu adamlar sandalı karaya oturtturup yarım yamalak Fransızcalarıyla ev görüp görmediğimi sordu. Her taraf zifiri karanlıktı ve hiçbirşey görünmüyordu. Sonra timsahlardan bahsetmeye başladılar. Akıllarınca beni korkutmaya çalışıyorlardır heralde diye hiç oralı olmadım. Ama içimden Allah’ım beni şu karanlıktan gündüze çıkart diye dua ediyordum. Korkmadığımı anladıklarında sandaldan indik ve ormanda yürümeye başladık. Sonradan müslüman olup Bilal adını almış sandalın sahibi arkadaş beni evinde iki gün misafir etti. Bu sayede insanların tamamen doğal şartlarda ve teknolojinin gereksinimlerine ihtiyaç duymadan huzur içinde yaşadıklarını biraz gözlemleme fırsatı buldum. Ağaç evler kanalla okyanus arasında bulunuyordu. Madagaskar’ın nerdeyse bütün doğu sahili boyunca uzanan kumsal ve tropikal ormanların bir köşesinde bulunuyordum. Havada farklı bir ağaç türünün renkli kanatlı tohumları uçuşuyordu. İnsanların sıcak ilgisiyle ve tabii güzellikleriyle dünyanın cennetvari köşelerinden bir yerdi burası. Güneye doğru hareket ederim ve bu doğu sahili kumsalında yatarak ilerlemeyi düşünüyordum. Bilal bana kesinlikle kumda yatmamamı tembihledi. Sadece kumsalda yaşayan bir böcek türü insanları ısırıp derisinin altına yumurtalarını bırakıyormuş. Bir süre sonrada aynı yerden kurtçuklar çıkıyormuş. Madagaskar’da bunu herkes bildiği için kimse sahilde yatmıyor. Aslında bu durumun deniz turizmini baltalaması yönüyle hayırlı birşey olduğunu düşündüm. Bilal’ler beni yakındaki tren durağına götürdüklerinde trenin olduğuna şaşırmıştım. Ülkenin madenleri çok zengin olduğu için bunları değerlendirmek isteyen sömürgecilerin yaptığı demiryolu az da olsa var. Trenle Brickaville’e gidiyordu. ‘Palm de voyager’’ yani seyyah ağacı denilen ağaçlarla kaplı ormanlardan geçtikten sonra trenden indim. Sonra başkente doğru gitmek üzere otostop yapmaya karar verdim. Bir süre bekledikten sonra birşey farkettim Araba geçmiyordu. Madagaskarda çok az araba bulunuyor. Ulaşım hep taksi blus dedikleri dolmuşlarla sağlanıyor. Şehirlerarası yollarda nerdeyse sadece bu tıkabasa dolmuşları görüyorsunuz. Birde az sayıdaki ve şoförlerinin kullanmayı bilmediği kamyonlarla karşılaşıyorsunuz. Bir süre sonra bir tır durdu ve içindeki fes takmış adam atla der gibi başını salladı. Bindiğimde tırın Antananarivo’ya kadar gideceğini öğrendim. Uzak yoldu ve bu uzaklıkta yol için araç bulduğuma çok sevindim. Babası müslüman annesi hristiyan kendiside her iki dinden olduğuna inanan kaptanla ertesi gün sabaha kadar yolculuk ettik. Adamla çok zor anlaştığımızdan fazla konuşmuyorduk. Antana’ya varıp biraz dolaştığımda burada fazla kalmak istemediğimi farkettim. Nede olsa en büyük şehirdi ve başkentti. Zorunlu haller dışında başkentlerde fazla takılmamayı alışkanlık haline getirdiğimden kuzeye doğru hareket etmeye karar verdim. Daha önce internette uydu fotoğrafını gördüğüm en kuzeydeki şehir Diego’ya doğru otostopa başladım. Birkaç arabayla bir süre yol aldıktan sonra yolda çok oyalandığımı düşünüp direk Diego’ya varan bir dolmuşa bindim. Madagaskar şimdiye kadar gördüğüm en ucuz ülke ve ulaşımda oldukça ucuz. Kalmak için otelde çok ucuz. Yeme içme zaten nerdeyse bedava bize göre. Türk parasıyla 25 kuruşa birkaç çeşit yemekle karnınızı doyurabiliyorsunuz. Bu ucuzluğa rağmen otostopta ısrar etmiştim ama gerçekten ülkede çok az araba olduğundan otostop zordu fakat otelde kalmama ısrarım devam edecekti.

Diego’ya vardığımda şehirden uzaklaşma kararı aldım. Diego iç denizin kenarında limanı olan tatlı bir şehir aslında ama şehrin dışında daha farklı tabiat şartlarında olma hayali bakışlarımı karşı kıyıya sürükledi. Limandan bir sandala atlayıp iç denizin karşı kıyısına gitmeye karar verdim. Sandalda tanıştığım çocuklar beni uzunca yolu olan bir ailenin yaşadığı yere götürdüler. İlk defa gördüğüm Baobab ağaçlarının ve ilk defa o büyüklükte gördüğüm devasa başka ağaçların ormanından geçerek bir eve ulaştık. Birkaç ineği ve birkaç keçiden başka hiçbirşeyin olmadığı küçük bir ailenin evlerinde günlerce kaldım. Ağaçtan yapılmış birkaç barınak vardı ve arasıra değişerek farklı yerlerde kalıyorlardı. Çevrede baobab ağaçları ve geceleyin uzak okyanusta sürekli çakan şimşekler doyumsuz manzaralar oluşturuyorlardı. Heran kullanabileceğimiz ağaç gövdesinden oyularak yapılmış yelkenli pikularla iç denizde istediğimiz yere gidiyorduk. Dalgalı denizde nasıl böyle batmadan tam su seviyesinde gidebildiğimize inanamıyordum. Ama oluyordu ve bu şekilde yol almak burda çok sıradan ama benim için olağanüstüydü. Günler birbirini kovalıyor ve buradan ayrılamıyordum. Ailenin reisi ama çocukların babası olmayan Gerard, eşi ve çocuklar benimle çok ilgileniyorlardı. Başlarda çekinik davranan evin küçük kızı Ceka, arasıra çarşıdan aldığım sakızlar etkisiyle de olabilir beni çok seviyordu. Bende O’nu çok sevdim. Nereye gidersem peşimden ayrılmıyordu. Sık sık beni takip etmemem hususunda annesinden azar işitiyordu. Bu elektriğin, gazın ve eşyanın olmadığı, bulanık dere suyu içilen yerde insanlar çok mutlu yaşıyorlardı. Her akşam kapuz denilen atası kesin kopuz olan telli aletle müzik yapıyorlar, şarkı söylüyorlar ve dans ediyorlardı. Bende onlara ara ara ney’imle eşlik ediyordum. Böylece akşamları ateş kenarında müzik yaparak geçiriyorduk. Hayatlarında nerdeyse hiç televizyon seyretmemiş bu insanların gerçekten televizyona hiç ihtiyaçları yoktu. Fransızcaları da yok gibi birşeydi ama hemen her konuda anlaşabiliyorduk. Çevrede farklı yılanlar ve hatta bir tavuğu yutarken birileri tarafından henüz öldürülmüş bir anakonda gördüm. Tavuk dev yılanın daha ağzındaydı ve ikiside ölmüştü.
uzakulkemadagaskar_0004

Bu aileyle geçirdiğim çok güzel günlerden sonra ayrılıp yakınlardaki bir köyün küçük ve kimsesiz mescidinde kalmaya başladım. Ertesi gün üç derviş, kitapları ve eşyalarıyla mescide kamp kurdular. Ondan sonra orada birkaç gün onlarla birlikte kaldım. Muhabbet ediyor, çay yapıyor ve yemeğimizi mescitte kendimiz pişiriyorduk. Onlar böyle kimsesiz mescitleri geziyorlarmış. Bu ülkede mescitlere gidip orda kalmak yemek, içmek, hayırlı bir iş olduğundan komşu insanlarda yiyecek içecek birşeyler getiriyorlar.

Dervişler gittikten sonra bende yalnızlık hissine kapılıp buradan ayrılmayı ve daha güneyde Mahajanga şehrine gitmeye karar verdim. Diego’dan dolmuşa binip maceralı bir yolculukdan sonra Mahajanga şehrine ulaştım. Buradada gittiğim gün merkezde bir camide kaldım. Avluda çocuklara Kur’an dersi veren Yusuf, dersden sonra benimle dolaşmak istediğini söyledi. Mahallelerde bir sürü tanıdığıyla konuşarak ilerliyorduk. Sonra bir kişiden akşama sokak zikri olacağını öğrendi ve katılmak isteyip istemediğimi sordu. Direk kabul ettim. Akşam başlayan zikir saatler sürdü. Çoğunlukla herkes kolkola girip ayakta halka yapılıyordu. Zikri yönlendirenlerin söyledikleriyle herkes o zikri müthiş hareketlerle tekrar ediyordu. Arada bir halkadan sıyrılıp ortada kopanlar, sema ve tuhaf vücut hareketleriyle bir nevi dans ediyorlardı. Bir ara benide ortaya attılar. Bende onlardan gördüğüm kopuş hareketlerini yaparken bir anda kendimi semaya kaptırdım. Çevredeki halkanın zikir ritminden hızlıca dönerken bir anda konsantrasyonum bozuldu ve kendimi yerde buldum. Çevredkikalın halkadan bir gülme uğultusu koptu. Birileri kolumdan tutup beni hemen halkaya dahil ettiler. Yüzlerce insanın önünde böyle yere düşmekten utanmıştım.

Mahajanga, değişik tarikatlara ait dergahlarla ve camilerle müslümanların hakim olduğu bir şehir. Gün içinde zaman çok farklı işliyor. Ülkenin genelinde olduğu gibi Mahajanga’da da hayat güneş doğmadan önce başlıyor ve öğlen 12 ile 15 saatleri arası herkes uyumaya çekiliyor. Dükkanlar ve iş yerleri bu saatler arası kapanıyor ve sokaklar boşalıyor.
uzakulkemadagaskar_0003

Burada insanlar o kadar yavaş hareket ediyorlar ki beraber zaman zaman buluştuğumuz Yusuf Hoca ile takılmak benim için adeta bir işkence gibi geliyor. Sabrımın bittiği yerde kopup bir süre dolaştıktan sonra tekrar buluşuyoruz. Madagaskar’ın zamanı kullanma ritmine bünyeyi alıştırmak zaman alıyor. Bu sakin ritm zaman algısında değişime neden oluyor. Bir süre sonra Mahajanga’dan ayrılıp daha güneye dolmuşla çamurlu toprak yollara bata çıka Ankarafantsika milli parkına ulaşıyorum. Bu güzelliğin arasında bir günden fazla kalmak istemiştim. Ama bacağımda bulduğum sülük ve kendimi halsiz hissetmem yola çıkıp güneye gitmeme neden oldu. Yolda bendeki halsizliği insanlara söylediğimde sıtmaya yakalandığımı söylediler. Gerçekten ülkenin en ölümcül ve herkesin feci bir şekilde korktuğu malerya hastalığı çok yaygındı ve şimdiye kadar hastalığın neden olduğu büyük gri sivrisineklerden sadece gördüğüm onlarcası beni soktu. Zaten o zamana kadar sağda solda cibinliksiz yattığımı gören birçok kişi beni uyarmıştı. Bağışıklık sistemime güvendiğimden olacak sadece citronelle denilen sivrisinek kovan bir bitki yağını açık yerlerime sürer öyle yatardım. Madagaskarlılar cibinliksiz yada tam örtünmeden yatmıyorlardı. Sıtmanın beni hareketsiz kıldığı böyle hasta vaziyette Antana’yı geçip Moramanga yakınlarındaki Andasibe’de bir restoranın odasını kiraladım. Aldığım kinin türevi ilaçlar ve bağışıklığı güçlendiren meyveler yiyerek 3 gün bu garip yerde kaldım. Bir ara çevrede dolaşırken bir adam kapıdan evine çağırdı. Girip içerde davet eden adamla konuşurken içerden bir hayvan bağırmaya başladı. İçerdekiler ‘’Maki!’’ dediler. Sonra ev sahibi hayvanı göstermek için içeri getirmeye gittiğinde biraz çekindim doğrusu. nasıl bir hayvan gelecek diye merak ediyordum. Çünkü sesi korkutucuydu. Sonra boynundan bağladığı zincirle bana göre kedi ile maymun arasında ikisininde özelliklerini barındıran bir maki yani lemur getirdi. Madagaskar’da çok farklı lemur türleri yaşıyor ve bu hayvan dünyada sadece Madagaskar’da bulunuyor. Hayvanı getirdiğinde vahşi bir hayvan olmasına rağmen tehlikeli olmadığını farkettim ve biraz sevdim.
uzakulkemadagaskar_0001

Andasibe’de yine lemurları ve değişik kuş türlerini barındıran milli parkta küçük gezintilerle hastalığım hafifledi. buradan sonra yoldan bindiğim dolmuş beni tekrar Tamatav’a götürdü. Madagaskar’a ilk geldiğim de kaldığım camiye gittim ve Mevlana ile buluşup O’na Madagaskar’daki yol hikayemi anlattım. Tam bir ay geçmişti ve ülkeyi anladığımı düşünmeye başlamıştım. Bu ülkenin ritmine tam alıştığımı düşündüğüm bu günlerde tekrar Reunion’â giden gemiye biraz gönülsüzce binecektim.

Bu yazı 2011 yılının Mart ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 49. sayısından alınmıştır.

Yazar : HALİT ÖMER CAMCI

Gezgin, ışık avcısı, oğlunun babası...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir