Yazı ve Fotoğraflar: Mehmet Tahan
Henüz Kamboçya’ya varmıştım, uzun ve yorucu bir yolculuktu, sabah saat dört sularında Tayland’ın başkenti Bangkok’tan trene bindim. Tren çok eski ve bakımsızdı, Hindistan trenleri kadar olmasa bile onlara yakın bir durumdaydı. Anlaşılan, Taylandlılar kuzey hatlarında bu en bakımsız trenlerini kullanıyorlar. Aralık ayı başı, hava sıcaktı. Trenin giyotin pencereleri aşağıya kadar inikti. İçeriye tropikal çiçeklerden derlenen püfür püfür bir hava esiyordu. Kiminin saçları, kiminin elbiseleri dalgalanıyordu. Sınıra vardığımda tam bir keşmekeşlikle karşılaştık. Burada Tayland’la sınır ticareti yapılıyordu. İki tekerlekli çekçeklerle kimi mallar Kamboçya’ya kimisi de ters yöne gidiyordu. Arada gezen ayakçılar turistlere vize ve Siam Reap’e yolculukta taksi bulma konusunda yardım edip komisyon alıyorlardı.
Siam Reap, akşamüzeri vardığım ilk Kamboçya kenti idi. Uzun bir yolculuktan sonra tatlı bir yorgunluk çöktü üzerime. Ara sokaklarda bulunan sayısız kafe ve lokantalardan birine oturdum. Bir şeyler içmeye başlamışken daracık sokak birden hareketlenmeye başladı. Orta yaşlı biri ve onun etrafındaki avanesiyle beraber yürürken esnaf ve sokaktan gelip geçen halk sevgi gösterileri yapıyordu. İçeceği masada bıraktım, merakımdan ayağa kalktım. Acaba bu saygıyı hak eden kişi kim diye düşündüm. Yanımdaki ilk insana sordum. Prens, dedi. Baba kralın en büyük oğlu. Adı, Prens Norodom Ranariddh.
Norodom ismi bana yabancı değildi. Gençliğimde henüz radyonun tek tük bulunduğu yıllarda haberlerde duyardım. Vietnam savaşıyla beraber, Kamboçya iç savaşında Kızıl Kmer’ler ve Prens Norodom Sihanuk ile Pol Pot arasındaki çekişmeleri dinler ve anlamazdık. Prens Norodom Ranariddh tevafuken yanımdan geçtiğinde ‘Tam zamanı.’ Dedim. Canlı tarih, aynı zamanda gençliğimin anılarından biri. ‘Yürü’ dedim kendi kendime, tanış bu adamla. Dediğimi yaptım, korumalarından izin aldım. O sırada bir kafenin bahçesine oturmuştu yanına yaklaştım. Türkiye’den geldiğimi ve gençliğimde babasının Kızıl Kmer’lerle yaptığı mücadeleyi radyodan dinlediğimi söyledim. Fotoğrafını çekmek için izin istediğimde memnuniyetle poz verdi. Teşekkür ettiğimde beraber bir fotoğraf çektirmek istedi. Makineyi bir garsona uzattım. Prensle yan yana bir fotoğraf çektirdikten sonra birbirimize teşekkür ettik ve sonra vedalaştık.
kambocya_cinilehint02
Kamboçya yakın tarihi kanla yıkanmıştı. Avrupada sanayi devriminden sonra hammadde açığını gidermek isteyen ülkeler gibi Fransa da bu amaç için Çinhindi’ne göz dikmişti. Tayland Krallığı’ndan aldığı özel izinle askerlerini önce Kamboçya’ya, Laos’a ve en sonunda Vietnam’a sokarak Çinhindi’ni işgal etti. Yerel halk sömürgecileri yurtlarında görmek istemiyorlardı. Bunun için bu üç ülke halkları kendi aralarında Çinhindi Komünist Partisini kurdular. Gerilla taktikleri ile Fransız işgalcileri Çinhindi’nden bir anlaşma ile çıkardılar. Daha sonra ABD bu anlaşmayı tanımadığını açıklayarak Vietnama girdi, herkesçe bilinen Vietnam savaşı da yerli halkın zaferi ile bitti. Laos ve Vietnam bağımsız sosyalist devletleri ile yola devam ederken, Kamboçya krallıkla sosyalist düzen arasında geldi gitti. 1975–1979 yılları arasında yönetime gelen Kızıl Kmer’ler baskıcı rejimleri ile kentlileri, sanatçıları, Kamboçya aristokrasisini köylerde tarım işçisi olarak çalıştırdılar. Muhaliflerin çoğunu öldürdüler. Bu süreçte çöken ekonomi ile baş gösteren açlık ve salgın hastalıklarda ölenlerle beraber 1,5 milyon Kamboçyalı hayatını kaybetti. Kızıl Kmerler, ölen insanları kırsal alanlara taşıyarak toplu mezarlarda gömüyor, muhaliflerini de aynı alanda, tarlalarda kurşuna diziyorlardı. Bu yüzdendir ki ‘Ölüm Tarlaları’ söylemi dünya literatürüne Kamboçya’dan Kızıl Kmerler maharetiyle girdi. Tarlalardan hala toplu mezarlar, insan kafatasları çıkmaya devam ediyor. Bu yetmiyormuş gibi yakın tarihteki işgaller ve iç çekişmeler yüzünden döşenen mayınlar bu gün bile can almaya devam etmektedir. Ülke hala mayınlardan arındırılmış değil. Her tarafta aktif mayınlara karşı uyarı levhaları yer alıyor. Uzaklara, orman içlerine seyahat etmek isteyen turistler uyarılmakta ve yerli bir rehberle beraber seyahat önerilmekte. Bu mayınlara rastlayan ayağı kopmuş, kafası yarılmış, kolsuz, kör, topal insanlar kentlerde dilencilik yaparak, müzik grupları kurarak karınlarını doyurmaya çalışıyorlar. Bir ulusun böylesi cennet gibi, yemyeşil bir doğa içinde yaşadığı cehennemi bir hayat doğrusu insanı kahretmektedir.
Burası ne bir Afrika ülkesi, ne de bir muz cumhuriyeti. Burası dünyamızın en büyük uygarlıklarından birinin, Angkor Uygarlığının kurulduğu topraklar ve bu uygarlığı kuranlar bugünkü Kamboçyalının atalarından başkası değil. Onlara Kmerler denilmektedir. Onlar önce Hindu inancından etkilendiler, Hindu oldular, daha sonra Budha öğretilerini benimsediler. Her iki inançta da, Angkord’a dev tapınaklar, dev su havuzları, geniş cadde ve meydanlar, saraylardan meydana gelen kent inşa ettiler. Öyle ki, en gelişmiş döneminde 1 milyon nufusuyla dünyanın en büyük kenti iken, kimi iddialara göre aşırı büyüyen kent, yağmur ormanını tahrip etti, bunun sonucu olarak kuraklık ve sel baskınlarına sebep oldu. Angkor yaşanmaz bir durumla karşı karşıya kalmış, bu yüzden kent terk edilmiş, yağmur ormanı onu tekrar ele geçirmiş. Yüzyıllarca kent, orman içlerinde yok olurken işgalci Fransız askerleri tarafından bulunan arkeolojik kalıntılar sayesinde batılı ülkelerce haberdar olunmuş, ardından başlayan kazılar günümüze değin devam etmektedir.
kambocya_cinilehint03
Dünyada görmeniz gereken bir yer Angkor
Bu tarihi kent bu günkü Siem Reap yanında, 802 yılında, Jayavarman II. tarafından kurulmuş. 312 km kare alan üzerinde kurulan şehir, Kmer Krallığının başkenti ve dinsel merkeziydi. Bu gün Angkor, turist istilasına uğramış durumda. Otelde, şafak açmadan yola çıkıyoruz. Giriş formalitelilerini yerine getirdikten sonra içeri giriyoruz, giriyoruz dediysem bir binadan, bir kapıdan içeri girmek değil tabi. Devasa bir kente giriyoruz. Orman içinde bir kent. Yollar kısmen yeni ve fakat çok kalabalık. İnsanlar birbirlerine çarpıyorlar. Kalabalığın yöneldiği tarafa ben de gidiyorum. Resimlerinden tanıdığım Angkor Wat tapınağının kulelerini karanlık arasında seçebiliyorum. Tapınağın yanıbaşında bulunduğu havuz başında yüzümüz doğuya dönük olarak gündoğumunu bekliyoruz. Dünyanın en büyük ve en güzel mabetlerinden biri olan tapınağın gün doğumunda fotoğrafını çekmek büyük keyif veriyor.
Angkor Wat bir kompleks bütünü. Girişe ulaşan yol sağlı sollu yılan figürleri ve insan heykelleri ile süslü. Tapınak kompleksinin duvarları Budist ve Hindu sembol ve heykelleri ile süslenmiş. Tapınağın duvarlarına 1700 adet resim taşa oyulma tekniği ile resmedilmiş. Duvarlarda o günün giysileri, saç tipi, takı ve mücevher sanatı gösteriliyor. Diğer yandan Hindu yaradılış efsanesini resmediliyor. Zamanla Hindu inancın yerine geçen Budha dini sebebiyle tapınağın içi Budha heykelleri ile doldurulmuş. O günden sonra Kamboçya hep Budist olarak kalmış. Bu mabedi dıştan her bir kenarı 1,5 km uzunlukta kare bir havuz sarıyor. Havuzun bütün kenarları kum taşından işlenmiş malzeme ile kaplı. Bu ve bunun batısında bulunan diğer havuz çok daha büyük olup aslında bunlar birer insan yapımı göldür. Angkor kenti nerde ise tamamı taşla inşa edilmiş ancak kent etrafında hiç taş yok, alüvyon ovası üzerinde kurulmuş bu kentin inşasında kullanılan kum taşı ocakları Angkor’a 70 km uzakta yer alıyor. Taş malzemenin bu ocaklardan hayvan ve insan gücü ile taşındığı kanıtlanmış. Antik kent motosikletle ancak bir rehber eşliğinde 2 günde gezilebilecek genişlikte bir bölge. Ben de öyle yaptım. Orman içine motorikşa ile dalıyoruz. Sürücü, bana hem rehberlik hem şoforlük yapıyor. Kent içi satıcılar, müzisyenler ağaç gölgesinde turistlere mal satmaya çalışıyorlar. Nerde ise turist sayısı kadar kalabalık satıcı topluluğu tropikal meyveleri yok fiyatına satmak istiyorlar. Satıcıların çoğunluğu çocuk. Doğu kültüründe çocukları çalıştırmak çok alışıldık bir görüntü. Çocuklar çalıştırılıp hayata mı hazırlanıyor, yoksa çocuk mu sömürülüyor? Kestirmek güç. Kişi ve kültürlere göre değişiyor. Angkor Wat tapınağının mimarları bilinmiyor. Kimi Hindu kaynaklarına göre Angkor mimarisi güneş, ay ve gezegenlerin birbirleri ile olan ilişkilere göre inşa edilmişler. Kmer İmparatorluğunun ilk inancı Hindu olduğundan, Angkor’daki mimari üslup Hindistan’la tamamen benzeşmektedir. Kmer’lerden kalan anıtların 17’si merkezde, 18’i civarda, 15 tanesi tarihi kentin dışında Tayland ve Kamboçya sınırları içindedir.
kambocya_cinilehint04
Tonle Sap Gölü
Tonle Sap Gölü, Güneydoğu Asya’nın en büyük gölüdür. Tonle Sap Nehri ile Mekong’a akmaktadır. Ağustos sayımızda bu nehrin mevsimlere göre akıntı yönünün değiştiğini, ‘Mekong’ başlığı altında anlatmıştık. Göl, kimi zaman bir nehir yatağı özelliğini taşıyor. Kurak mevsimde göl geri çekilerek etrafı bataklıklara terk ediyor. Göl içinde bulunan yüzer köylerde kazıkların üstünde bulunan evlere merdivenle çıkılıyor. Yağmur mevsiminde sandalla kapıya yaklaşarak evlere girilebiliyor. Gölün, daha derin yerlerinde bulunan yerleşim yerlerinde, evler duba üstünde bulunuyor. Ulaşım sal, sandal veya motorla sağlanıyor. Venedik’in ilkel hali diyebiliriz. Duba evler suyun üstünde sallanıp duruyor. Bazı hanımlar suya eğilip çamaşır yıkıyor, kaldırıp sabunluyor, çitiliyor, tekrar suda duruluyor. Kimi köylü çarşıdan getirdiği sebze ve meyveyi motorlu teknesiyle evlere dağıtıyor. Duba tahtaları üstünde yemlenen tavuk ve ördekler yeri gagalıyor. Sudan çıkardıkları ağlarda hamsi büyüklüğündeki balıkları ağdan ayıklamak için çubukla vuruyorlar. Çekik gözlü mini minnacık çocuklar çamaşırsız, çıplak halde bulanık göl suyuna atlayıp çıkıyorlar. Yanı başlarında ebeveynleri köpeklerini yıkıyor. Çamaşır asan, sebze yıkayan, tasla gölden su alıp banyo yapan, evin avlusunda elişi yapan insanlar görüyorsunuz. Alıştığımız köy hayatı burada gölün üzerinde olmak farkıyla devam ediyor. Yanı başımızdan bir sal geçiyor, tek bir erişkin kürek çekiyor. Sal çocuklarla dolu, anlaşılan bu okul servisi. Keyifli bir tekne yolculuğu ve yorgunluğunun üzerine akşama doğru kıyıya dönüyoruz. Ortada yüksekçe toprak yol sağlı sollu bambu direkleri üstünde inşa edilmiş kulübe evler görüyoruz. Sudan yüksekliği dört metre olan bu evler, yağmur mevsiminde su seviyesinde kalacak şekilde inşa edilmişler. İlerde yüksek sesle müzik dinleyen bir kalabalıkla karşılaşıyoruz. Bu bir düğün, İslam düğünü, kadınların saçları kapalı. Dans yok, eğlence yok, Fransızca ilahi dinleniyor. Benim bildiğim ilahi veya dua ya yerel dilde ya da Arapça yapılır. Kamboçya’da neden Fransızca dua ediliyor diye düşünmeden edemiyoruz. Az ötede aynı tipten insanlar kadın, erkek, genç herkes müzik eşliğinde dans ediyor, eğleniyorlar, beni dansa davet ediyorlar beraber dans ediyoruz. Siem Reap’e 20 km. yolumuz var, oraya dönüp ertesi sabah Phnom Penh’e otobüsle yolculuk hazırlıklarına başlıyoruz.
kambocya_cinilehint01
Phnompenh
Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra akşam karanlığında, bu ülkenin başkentine varıyorum. Otele motosiklet taksi ile ulaşıyoruz. Eşyalarımı yerleştirdikten sonra dışarı çıkıp bir şehir turu yapmak istedim. Ana caddeye uzandım, önümde büyük bir otel. Otelin etrafını dolaşıyorum. Hemen arkasında uzaktan şehir ışıklarını karşı sahilde görebiliyorum. Burası bir körfez mi, diye içimden geçiriyorum? Oysa haritada böyle bir şey görmedim diye kendi kendime şüphelendim. Caddeden Kordon boyu yürümeye devam ettim. Kordon boyu su tarafı bütün dünya bayrakları ile süslenmiş. Türk Bayrağı altına gelip durdum. Karşı kıyıya baktım, Kentten yansıyan ışıklardan Mekong nehri ile Tonle Sap nehrinin birleştikleri noktayı gördüm. İki nehir birleşik halde nasıl bu kadar büyük olabiliyordu, şaşırdım doğrusu. Phnom Penh hoşuma gitmişti, sanki bana yabancı değilmiş gibi geliyor. Sanki boğazın en geniş yeri, Büyükdere önlerindeyim. Kent planına bakıyorum, bulunduğum nokta, kentin doğusunda kalıyor. Güneş bu yönden doğuyor, Şafakla beraber buradan fotoğraf çekmeyi planlıyorum. Ertesi sabah öyle de yaptım.
Otele döndüm, yatağa girdim, gözlerimi uykuya yumarken ağlamaklı bir hayvan sesi yanı başımdaki pencereden, dışarıdan sanki bana yalvarıyor. Hiç tanımadığım bir ses. Pencereyi açtıp baktığımda iri bir kertenkele ile karşılaşıyorum. Daha önce böylesini hiç görmedim, ürkek bir tavırla gözümün içine bakıyor, sanki benden bir şey istiyor. Yemek tabi, hayvanlar başka ne istesin ki? Yiyecek veriyorum, korkuyor, yemiyor. Pencereyi kapatıyor uykuya dalıyorum. Kordon boyu şafak vakti tropik serinlik, nehirleri ve kenti yalayan altın sarısı güneş beni ısıtıyor. Genç, yaşlı, kadın, çoluk-çocuk herkes kıyıda sabah sporlarını yapıyor. Kimi yüzü güneşe doğru meditasyon veya yoga yapıyor. Mayınlardan kopmuş ayağını, yarılmış kafasını veya yok olan uzvunun yerini göstererek dilenen insanlar bir köşede oturmuş. Kimi yanında boncuk gözlü çocuğuyla dileniyor. Ne bir rahatsız eden var, ne de yabancıya bi’ şeyler satmaya çalışan.
kambocya_cinilehint05
Doğuda Hindistan’da, Vietnam, Laos’ta ne bir cepçi gördüm, ne de duydum, ama zengin batıda Prag’da, Moskova’da soyulmaktan zor kurtulduğumu hatırlıyorum. Fakir Doğuda ne bir çirkin ne de bir şişman gördüm. Hele kadınları birer manken gibi ince ve nazik. Batılı insanın obezliğini hatırlayınca, kendimizi burada iyi hissediyoruz. Bu, insanların yaşadığı kültürle ve çevreyle ilgili bir olgu. Kültürleri tanımanın en kolay yolu ulusların mutfağından geçiyor, her halde. Kimi kültürler doğasında yetişen otu, çiçeği tanımaz, yenir mi, içilir mi bilmez. Dışarıdan dayatılanla yetinir. Oysa zengin ve köklü kültürler öyle mi? Neyin, ne zaman nasıl ve ne ile yenileceğini bilir. Bu yolla yediği besin onu rahatsız yapmaz, şişmanlatmaz. Kamboçya da bu zengin kültürlerden biri. Hint ve Çin Kültürü karışımı, mutfakları biraz Hint ağırlıklı ve Türk damak zevkine hitap edebiliyor. Sömürge döneminden kalan Fransız yiyecekler de görülebiliyor. Ekmek bunlardan biri, Oysa Güneydoğu Asya mutfağında ekmek yerine pirinç yenir. Ben de Vietnam yolculuğu için hazırlıklara başlamadan önce bir lokantaya gidip saf Kmer yiyeceklerle kendime bir ziyafet çektiğimi itiraf etmek isterim.
Mmekong Deltasına Doğru
Vietnam’a gitmek için dünyanın bu en büyük deltasından geçiyorum. Phnom Penh yakınlarında Mekong ikiye bölünüp öylece denize dökülüyor. Son köprüyü otobüsümüzle geçtikten sonra karayolu ile ilerleyip Mekong’u son bir kez feribotla geçiyoruz. Kamboçya’ya dönüp veda ederken, içimize buraya yeniden geleceğimiz hissi doluyor.
Bu yazı 2010 yılının Mayıs ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 39. sayısından alınmıştır.