Perşembe , 25 Nisan 2024

Suyun ve İnancın Kenti: Denizli

Denizli dendiğinde elbette ki ilk akla gelen şey –horozu saymazsak- Pamukkale bölgesinde bulunan travertenler ve onların hemen yanındaki Cleopatra Havuzu’dur. Belgeseller ve gezi dergileri için ayrıca fotoğraf çekmeyi hobi edinmiş gezginler için birbirinden güzel görüntüler elde edilebilecek bu alan hemen yanındaki antik kent Hierapolis ile birlikte bir tam gün gezilmeyi hak ediyor.

Yazı: Fatih Güldal Fotoğraflar: İbrahim Usta / M. Erkam Bülbül / Hayrettin Oğuz

Daha çok Pamukkale travertenleri ile tanınan Denizli, içinde barındırdığı çok önemli antik kentlerle doğa hayranlarının yanı sıra tarihi yerleri gezmek isteyenler için de bulunmaz bir şehirdir. Hierapolis ve Leodikya Türkiye’de bulunan antik kentler içerisinde çok önemli bir yere sahiptir. Birçok medeniyete ev sahipliği yapmış, içerisine girdiğinizde adeta boyut değiştirir gibi başka zamanlara yolculuk yapacağınız bu antik kentlerin hatırı sayılır bir kısmı ayakta durmaktadır. Tüm çalışmalara rağmen hala toprak altında binlerce yıllık hatıraları barındıran eserler mevcuttur.

Pamuktan havuzlar: Travertenler

Denizli şehri termal su bakımından çok zengin bir yerdir. Şehrin sembolü travertenler de yer altından çıkan termal suların oluşturduğu kireç yığınlarından meydana gelmiştir. Daha ayrıntılı anlatacak olursak yer altından çıkan termal suların geniş bir araziye yayılarak içlerinde barındırdıkları kalsiyum karbonatı bu alanlara çöktürmeleri ve bu olay sonucu da bölgede pütürlü katmanların oluşmasıyla meydana gelmiştir. Yüzlerce yıldan beri kullanılan ve 17 farklı jeotermal kaynaktan çıkan 35-100 santigrat derece arasındaki termal sular antik çağlarda inşa edilen 320 metre uzunluğundaki bir kanal vasıtasıyla travertenlerin başına gelmekte ve buradan çökelmenin olduğu traverten katlarına dökülmektedir. Havuzcuklarda çökelen kalsiyum karbonat başlangıçta bir jel halinde iken hava ile temas etmesi sonucu sertleşip traverten halini almıştır.  Çok uzaklardan dahi görünen ve pamuk ya da yontulmuş mermeri andıran bu muhteşem yapılar dünyanın en önemli turizm noktalarından biridir. Bu sebeple UNESCO bu doğal harikayı dünya kültür mirası listesine almıştır. Bir dönem travertenlere giden suyun çevredeki bazı otellerce kullanıldığı bu sebeple travertenlerin sararmaya başladığı yönündeki tartışmaları hatırlayacaksınız. Bu sorun bugün giderilmiş ve iyi bir organizasyonla su periyodik aralıklarla travertenlerin farklı yerlerine pompalanmaktadır. Küçük küçük ve kat kat havuzlardan oluşan travertenleri görür görmez ilk yaptığımız şey paçalarımızı sıvayıp yer yer dizlere kadar gelen dibi kireç tortularıyla dolu suyun içerisinde yürümeye başlamak oldu. Travertenlere daha çok öğleden sonra özellikle güneşin batmasına yakın zamanlarda gelip burada turlayan insanların yüzlerindeki mutluluk ve huzur görülmeye değer. Güneşin batmasına yakın meydana gelen kızıllık ve bu kızıllığın travertenlerin üzerine düşerek meydana çıkardığı renk, suyun verdiği rahatlama hissi ile birleşince insana doyumsuz bir tat veriyor doğrusu. Eğer amatör ya da profesyonel fotoğraf çekiyorsanız travertenler içerisinde çok güzel kareler yakalamanız içten bile değil. Güneşin batışına yakın zamanda yapacağınız çekimler özellikle havanın kararmasına yakın vakitlerdeki uzun pozlamalar dostlarınızı ya da diğer fotoğraf tutkunlarını kıskandıracak görüntüler almanızı sağlayabilir. Uzun pozlama sırasında yanınıza alacağınız fenerlerle su üzerinde boyama yapabilir enteresan görüntüler çıkarabilirsiniz.

Denizli adı, 13. yüzyıl Süryani ve Gürcü kaynaklarında Tangazlu ve Thongouzalo şeklinde anılmaktadır. Anadolu Selçuklu Tarihi’nin en önemli kaynaklarından bir olan Aksarayî’nin tarihinde ve Anadolu’yu 14. yüzyılda gezen Faslı seyyah İbn Batuta’nın seyahatnamesinde Denizli adı Toguzlu, Donguzlu ya da Leodikya’dan bozma Ladik şeklinde geçmektedir. Toguzlu ismi zamanla Tonuzlu’ya dönüşmüş olmalıdır. Evliya Çelebi, Denizli isminin şehrin dört bir yanında birçok kaynak suyun varlığı nedeniyle verildiğini söyler ve kalesini düz bir alanda kurulmuş dörtgen şekilli, yalınkat, taş bir bina olarak tavsif eder. Bugün denizli kalesinin duvarlarının küçük bir kısmı mevcut olsa da etraftaki dükkanlar bu duvarları tamamen işgal etmişlerdir.

Denizli şehri antik kent Leodikya’nın yanında kurulmuştur. Türkler Anadolu’da bulunan diğer Leodikyalar gibi (Samsun ve Konya’daki) burayı da Ladik ya da Ladikiye olarak isimlendirilmişlerdir. Nitekim Osmanlı salnamelerinde şehrin adı “Denizli nam-ı diğer Ladikıye” şeklinde geçer.

Ahiler İbn Batuta için kılıçları çekiyor..

14. Yüzyıl Anadolu’su hakkında çok kıymetli bilgiler veren İbn Batuta Denizli’ye geldiğinde başından geçen ilginç bir olayı biraz da korkarak şöyle nakleder. Şehre girdiği sırada iki farklı gurup insanın atlarının yularlarını kendilerine doğru çektiklerini görür. Zamanla itiş kakışa dönen bu mücadele iki gurubun bıçaklarını çekmesiyle ciddileşir. Dillerini anlamadığı bu kişilerin kendilerinin canına ve malına kast eden haramiler olduğunu düşünen Batuta yanına gelen ve Arapça bilen bir adama durumu sorunca gerçeği anlar. Bu iki gurup şehrin ahi teşkilatlarına mensup yarenlerdir. Her ikisi de gelen misafirin kendi yanlarında misafir olmasını istemektedir. Misafir ağırlama arzularını biraz abartınca ortaya böyle bıçaklı bir kavga çıkar. Neyse ki sorun kura çekimi ile tatlıya bağlanır. Kurayı kazanan Ahi Sinan ve arkadaşları Batuta’yı ilk misafir etme hakkını kazanırken diğer grup Ahi Duman ve arkadaşları da misafir etmekte ikinciliği kabullenirler. Seyyah bu insanların misafirperverliğini takdir edilecek kadar değerli bulur. İbn Batuta’nın şehir ile ilgili söylediği bir diğer şey de burada eşi benzeri olmayan altınla işlemeli pamuklu elbiseliklerin dokunduğudur. Evliya Çelebi’de 1671 yılında bölgeye geldiğinde “kale içinde haftada bir büyük bir pazar kurulur ki sanki insan denizi dalgalanır. Kalenin bedestenin Mısır hazinesi değerinde tüccar malları vardır.” şeklinde bilgi aktarmıştır. Aslında bugün de Denizli kentinin tekstil alanındaki başarısı dikkate değerdir. Anlaşılan o ki ticaret konusundaki başarı bu şehrin genlerine işlenmiştir. Tekstil konusunda Buldan işi ürünlerin bugün dünya çapında bir şöhreti olduğu da ilgilisinin malumudur.

Suyun ve İnancın Kenti: Hierapolis

Travertenler ve Cleopatra havuzunun yanında Hierapolis antik kenti bulunur. Biz gezimize kutsal kent olarak da kabul edilen Hierapolis’ten başladık. Travertenlerin oradan yaklaşık yarım saatlik bir yürüyüşle şehrin tepesine çıkıp oradan gezeceğiniz kutsal kenti genel olarak görebilirsiniz.

Hierapolis, Honaz (Kadmos) Babadağ (Salbakos) ve Çökelez Dağları arasında kalan Lycos vadisinin üst platosunda yer alan Hellenistik dönemde kurulmuş en önemli antik kentlerden biridir. Kentin ana dokusunu hala koruyor olması onu mühim kılan bir diğer unsurdur.  Şehir, Büyük İskender’den sonra onun komutanlarından biri olan Seleukos’un kurduğu hanedanlığın kontrolünde (İÖ. 3. Yy) kalır. Akabinde Bergama Krallığı denetimine girer. Bu tarihlerden sonra Hierapolis artık dini bir hüviyet kazanır. Kentin koruyucu tanrısı Apollon’dur. İS. 2. yüzyılda kent Roma hâkimiyetindedir.

Hierapolis kentinin yapılan kazılarla büyük bir kısmı ortaya çıkarılmıştır. Izgara planlı kentin mükemmel bir alt yapısının olduğu anlaşılıyor. Kentteki ilk arkeolojik kazılar 1952 yılında İtalyan bir ekiple gerçekleştirilir. Ayrıca Denizli Müze Müdürlüğü arkeologları da kazıların her aşamasına eşlik etmiştir. Bu antik kentin en büyük düşmanı şehrin birçok kez yıkılmasına neden olan büyük depremlerdir. Deprem kuşağında olan bu kent her yıkılışından sonra Romalılarca tekrar inşa edilmiştir. Hierapolis kenti İS. 3. yüzyıldan sonra en parlak dönemini yaşamıştır. İmparator Septimus Severius’un çocukları olan Caracalla ve Geta’nın eğitmeni olarak Hierapolisli Antipatros’un seçilmesi şehre büyük yatırımların ve mimari eserlerin yapılmasını sağlamıştır. Bu dönemde Leodikeia ve diğer kentlerle sağlanan tekstil birliği ile başta Roma’nın diğer kentleri olmak üzere Mısır ve tüm Ortadoğu’ya tekstil ürünleri ihraç edilmiştir. Sonraları şehir sürekli meydana gelen depremlerin de etkisiyle önemini yitirmeye başlamış 11. yüzyılda Selçuklu Türklerinin bölgeye adım atmaları esnasında Honaz bölgesi önem kazanırken diğer kentler iyice küçülmüştü.

Hieropolis kentinde yaklaşık 1 km’lik ana cadde şehri ikiye böler. Bu geniş caddenin sağında ve solunda birçok yapı bulunmaktadır. Bu yapılardan en önemlilerinden biri Apollon tapınağı ve Kehanet Merkezi’dir. Yunan mitolojisinde önemli bir yere sahip olan Apollon, bölgenin ana tanrıçası Kybele ile burada buluşmuştur. Yapıya kehanet merkezi adının verilmesinin sebebi ise burada bulunan bir yazıtta 24 Grek harfi karşısında Apollon’un kehanetlerinin yer almasıdır. Antik dönemde tapınak alanlarına vatandaşların girmesine izin verilmezken tanrılardan kehanet isteyen kişi ancak kurbanını verdikten sonra Apollon’un üçayaklı kazanından harf çekerek rahibe verebilirdi. Rahip tanrıların ağzından çekilen harfin karşılığı olan kehaneti kişiye söylerdi. Antik çağda kent bu ve benzeri bazı durumlardan dolayı kutsal kabul edilirdi.

Hierapolis kenti Hıristiyanlar için de büyük öneme sahip bir yerleşim yeridir. Nitekim Hz. İsa’nın 12 havarisinden biri olan Aziz Filip’in mezarı da bu kenttedir. 2011 yılında basında da çıkan bir haberle Filip’in mezarının bulunduğu bölgedeki kazı ekibinin başkanı Prof. Dr. Francesco D’Andria tarafından ilan edilmişti. Hıristiyanlar için çok önemsenen bu kutsal yer Fener Rum Patriği Bartholomeos tarafından da ziyaret edildi. İnanç turizmi çerçevesinde yurt dışından da birçok Hıristiyan bölgeyi kafilelerle ziyaret ediyor. Aziz Filip, İS. 80’li yıllarda Hıristiyanlığı yamak için bölgeye gelmiş lakin henüz bu dini resmen kabul etmeyen Romalılarca öldürülmüştür. Ancak 5. yüzyılda bu dini resmen kabul eden Romalılar buraya bir martyrion (şehitlik) yaparak ziyarete başlamışlardır. Yaklaşık 20×20 m. ölçülerinde oktogonal planlı 8 fil ayağı üzerinde inşa edilen yapının bugün temelleri ve 8 ayağı ayaktadır. Ayrıca yapı çevresinde ziyarete gelenlerin kaldığı odaların ve şapellerin izleri belli olmaktadır. Bugün bölge Aziz Filip nedeniyle bir hac merkezi hüviyetindedir. Aynı zamanda yine bu aziz adına yapılmış kilise kalıntısı da mevcuttur.

Kentin en önemli yapılarından biri de büyük bir kısmı günümüze ulaşmış tiyatro binasıdır. Antik kent tiyatroları içerisinde sahne mimarisinin en sağlam şekilde günümüze ulaştığı tiyatro olarak da kabul edilmektedir. Tiyatronun akustiğini inanılmaz derecede etkileyici bulduk. Tiyatronun bir kısmı mevcut olmasa bile sahneden hafif bir sesle konuşan arkadaşımızın sesi izleyici bölümünün en yüksek yerinden rahatça duyulur. 91 metre boyunda yamaca yaslanmış Grek tiyatrosu tipindeki bu yapının inşasına İS. 60’larda başlanmış olup 206 yılında tamamlanmıştır. 8 merdivenle 7 bölüme ayrılan tiyatroda biraz dinlenerek soluk alabilir ve geçmişte burada oynanan oyunları tertip edilen gösterileri düşünebilirsiniz.

Ölümün sessizliği: Nekropolis

Antik Hierapolis kentinde birçok yapı bulunmaktadır. Ancak bizi en çok etkileyen kısmı şehrin nekropolü (mezarlık alanı) olduğunu ifade etmeliyim. İçerisine girdiğinizde ölümün sessizliğini dinleyebileceğiniz büyük bir mezarlık alanı sizi karşılar. Şehrin kuzey, güney ve doğu tarafı tamamen nekropolistir. Bu kente tedavi olmak amacıyla gelenler başta olmak üzere çevre yerleşim yerlerinden de buraya gömülen birçok zengin vardır. Her biri büyük yapılardan, bazen aile mezarlıklarından oluşan binaların hepsi mimari anlamda kıymete haiz şeylerdir. Aile mezarları taş duvarlarla çevrilidir. İlk bakışta mezarlıklar ölen kişinin sosyal ve ekonomik durumuna göre değişiklikler arz ettiği anlaşılmaktadır.  Gerilmiş deri sembolü bir dericiyi, kabartmalı kalkan, kısa kılıç ve çatal bir gladyatörün orada yattığını ifade eder. Yapılan arkeolojik kazılarda buraya gömülen insanların nasıl defnedildikleri, gömme işlemi sırasında yapılan ritüeller ile ilgili önemli bilgiler edinilir. Mezarlıkların içerisinde bulunan gözyaşı şişeleri ölen kişinin yakınlarının tuttukları ağlayıcılara ait gözyaşlarıyla doludur. Elbette bu zenginlerin yapabildikleri bir adettir. Yine koku şişeleri mezarın içerisinde kötü kokuların engellenmesi amacıyla konulmuştur. Kazılarda bulunan bazı kalıntılar ölülerin bir kısmının kemiklerinin daha sonradan yakıldığını göstermektedir. Buraya defnedilen insanların avucuna ve ağzına paralar konur ki bu âdetin nedeni ölen kişiyi ölüler ülkesine götürecek olan Khoron’a ücret ödenmesidir. Bu durumlar hiş şüphesiz o dönemde de mezarların defineciler tarafından kazılmasına neden olmaktadır. Nitekim nekropolisteki 114 numaralı mezarın kitabesinde mezara zarar verecek kişilere uygulanacak cezalardan bahsedilir.

Hierapolis antik kentini gezdiğinizde hemen yakınlardaki arkeoloji müzesini de ziyaret etmeyi ihmal etmemek lazım. Çevredeki antik kentlerden çıkarılan birçok önemli eser müzede sergilenmektedir. Aldığımız duyumlara göre Denizlili olan Zorlu Holdingin sahibi Ahmet Zorlu bölgeye yaptığı enerji yatırımlarının yanı sıra kültürel anlamda da katkı sağlamak istemiş ve mevcut müze yerine daha büyük bir bina inşa etme sözü vermiş. Antik kenti ve müzeyi birlikte gezme fırsatı bulduğumuz emekli arkeolog Haşim Yıldız’ın yazdığı “Su ve İnancın Kenti Hierapolis” adlı kitap eşliğinde bölgeyi gezdiğinizde tüm sorularınıza cevap bulacağınızı söyleyebilirim. Cleopatra havuzunda şifa bulmak

Hierapolis kentinde saatlerce süren ayrıntılı gezi ardından yorulan bedenlerin şifalı sularla dolu, berraklıktan dibi görünen Cleopatra havuzuna girme vakitleri gelmiştir. Denizli ile ilgili belgesellerde gördüğümüz ve içerisinde olmayı hayal ettiğimiz havuz şifalı sulara sahip olması nedeniyle yedinci yüzyıldan beri insanların faydalandığı bir yerdir. Yaklaşık 36 derecedeki su kışın dahi içerisine girilebilme imkanını sunar. Birçok hastalığa şifa bulması nedeniyle milyonlarca insanın yararlandığı havuz sürekli devir daim yapan özelliği ile berraklığından zerre kaybetmez. Bu sayede havuz içerisinde yer alan antik taşlar rahatça görülür. Rivayete göre kraliçe Cleopatra güzelliğini bu havuza borçludur. Havuzun suyu biokarbonat, sülfat, kalsiyum, karbondioksit, kısmen demir ve radyoaktif bir birleşime sahiptir. Havuzun içine girdiğiniz anda tüm yorgunluğunuz çok kısa bir sürede gider ve vücudunuz anında gevşemeye başlar. İşletme olarak da hayli profesyonel bir idaresi olan havuza girmek için mayo ve havlu ihtiyacınızı oradan sağlamanız mümkün. Havuzun işletmesi İl Özel İdaresine ait olup sağlanan hizmetteki profesyonellik havuzun adeta para basmasını sağlıyor.

Laodikya

Hierapolis antik kenti ile birlikte Denizli’nin önemli bir diğer antik şehri Laodikeia (Laodikya)’dır. 2010 yılında yapılan kazılar sonucu İncil’de adı geçen 7 kiliseden birinin ortaya çıktığı bu kent de Anadolu’nun en özel bölgelerinden biridir. Denizli’nin yaklaşık 6 km kuzeyinde bulunan kentin MÖ 3. yüzyılda Seleukos kralı II. Antiokhos tarafından karısı Laodike adına kurulduğu bilinmektedir. Şehir daha sonra İÖ 2. Yüzyılda tamamen Roma egemenliğine girmiştir. Hierapolis gibi depremlerden çokça etkilenen şehir birçok kez harap olmuştur.  İçerisinde barındırdığı önemli, dini yapılarla Erken Bizans döneminde metropollük seviyesine çıkarak dini bir merkez haline gelen Laodikya’da yapılan kazı çalışmaları neticesinde İÖ. 5500’den İS. 7. Yüzyıla kadar kesintisiz yerleşimlerin olduğu ortaya çıkmıştır. Bu antik kentten günümüze kadar ulaşan yapılar içerisinde Anadolu’nun en büyüğü olduğu söylenen stadyum (285×70), 2 tiyatro, 4 hamam kompleksi, 4 agora, kiliseler, tapınaklar ve anıtsal cadde dikkat çekici olanlardır.

Yeşil ve beyaz: Güney şelalesi

Denizli şehir merkezine yaklaşık 70 km, bağlı bulunduğu Güney ilçesine ise yaklaşık 9 km olan Güney Şelalesi, yeşilin ve beyazın iç içe geçtiği inanılmaz bir huzur veren şekliyle ilgilisinin muhakkak görmesi gereken bir yer. Cindere Tepesi’nden doğan kaynak suları 20 metreyi aşan bir yükseklikten aşağıya dökülüyor. Buradan da Afyon Dinar dağlarından doğan Büyük Menderes Nehrine akıyor. Şelaledeki kireçli suyun yatağındaki kalkerli tabakayı beyaza boyamasından dolayı oluşan beyaz renk ile şelale yüzeyinde meydana gelen yosunların oluşturduğu yeşil renkler o kadar canlı ki güzel manzara resimleri çekmek isteyen fotoğrafçılar için keyifli karelerin ard arda yakalanabileceği bir alan olarak mola verilmesi gereken bir yer. Maceracı bir ruhunuz varsa ve kimsenin dışarıdan göremeyeceği şeyleri görmek istiyorsanız şelale size yeni kapılar açabilir. Nitekim dışarıdan belli olmayan ama çevredeki insanların bildiği bir mağara şelalenin ortasında gizli. Sarkıt ve dikitleriyle şelalenin yüzlerce yılda oyarak oluşturduğu anlaşılan mağara içerisinde bir de küçük göl bulunuyor. Yeni kareler yakalama aşkı bizi buz gibi suyu olan bu şelale içerisindeki mağaraya çekiyor. Mağara içerisinde dahi su damlamaları yoğun bir şekilde görülüyor. Fotoğraf çekmek için buraya çıkacaklara minik bir tavsiye. Makinelerinizi çok iyi muhafaza etmeniz gerekiyor. Zira etraftan sıçrayan suların ekipmanlarınıza zarar vermesi içten bile değil. Sonradan nemlenen fotoğraf makinelerini pirince yatırmak zorunda kalabilirsiniz. Bir de mağara içerisi karanlık olduğu için fotoğraf çekiminde size ışık sağlayacak özel fenerler yanınızda getirmeniz yararlı olur. Bizden söylemesi.. Şelaleye çıkan yol bu sene asfaltlanmış, şehrin diğer turistlik yerlerinde olduğu gibi burada da özel idarenin büyük hizmetleri olmuş.

Denizli tarihi ve turistik yerlerinin çokluğu nedeniyle bir gezi yazısına sığdırılacak gibi değil. Burada uzunca anlatamadığımız, Buldan, Babadağ, Kaklık Mağarası ve daha birçok yer meraklı gezginleri bekliyor. Anlaşılan gezecek daha çok yer var…

Bu yazı 2012 yılının Aralık ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 70. sayısından alınmıştır.

Yazar : HALİT ÖMER CAMCI

Gezgin, ışık avcısı, oğlunun babası...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir