Cuma , 26 Nisan 2024

Yitik Osmanlı Projeleri

Yazı: Turan Şahin

Her eski büyük devlet arkasında kendine dair yazılı ve görsel dokümanların dışında taş ve topraktan izler bırakır. Bu sebepledir ki insanoğlunun serüvenine şahitlik etmiş bugüne dair mesajları olan herhangi bir taş parçası, sıradan gibi gözüken bir fırça darbesi, yırtık bir kâğıt parçası “tarihî eser” sıfatı kazanır. Her ören yeri, ayakta kalmış çeşitli maksatlar için kullanılan her yapı, verileri ve barındırdığı sırlarla aslında büyük bir tarih mecmuasıdır. Bazen bir heykel, bazen büyük bir saray ya da ibadethane, bazen önemsiz gibi gözüken boyutta bir tablo, o medeniyetin gücünü ifade eder.

Her medeniyet, her imparatorluk ve her imparator, gücünün kalıcı bir eserde yaşatılmasını ister. Bu tarihî ifade şekli şehirleri ibadethanelerle, saraylarla, devasa boyutta kamu binalarıyla, heykellerle, anıtlarla, tak-ı zaferlerle donatır.

Osmanlı Devleti’nin tarih sahnesine çıktığı yıllarda da büyük hakanlar, yaşadığı coğrafya ve sahip oldukları dinî inanışa göre tebaası arasında bulunan sanatçılardan gücünü simgeleyen eserler talep etmişlerdir. İslam coğrafyasında yönetici sınıf, başarılarının methiyeleştirildiği kitabelere sahip devasa ibadethaneler, anıtvari türbeler, kamunun faydasını hedefleyen dev yapılar inşa ederek, adlarının ve temsil ettiği değerlerin kalıcı kılınması yolunu tercih etmişlerdir.

Batı’da ise bu ifade tarzı İslam medeniyetlerine oranla daha farklı argümanlar kullanılarak yapıla gelmiştir. Bayındırlık projelerinin yanı sıra heykel ve resim, Batı’da bu amaçla sıklıkla başvurulan iki mühim araçtır. İslam’ın resim ve heykele bakış açısı medeniyetinin başarısını simgeleyen eserler, talep eden yönetici sınıfa karşı Müslüman sanatçıyı mimari projelere yönelttiği söylenir.

Osmanlı Devleti’ne hizmet eden o sanatçılardan biri Sinan-i Atik’dir.  Fakat Sinan-i Atik haklı olarak sultanın saltanat gücünü sembolize eden talebini görmezden gelir. Neticesinde Fatih Camii bittiğinde huzura çağrılan mimara, Fatih Sultan Mehmed  “Benim camimi niçin Ayasofya kadar yüksek etmeyüp birer Rum haracı sütunlarımı kesip camimi alçak ettin” diye hesap soracaktır. Öyle ki Ayasofya, açılışı sırasında banisi Justinianus’u -Hz. Süleyman’ı kastederek- “Ey Süleyman! Seni geçtim”  dedirtecek kadar kendinden geçirmiştir. Sinan-i Atik’in niyetiyse; inşa edilişinden yirmi yıl sonra kubbesi yıkılan Ayasofya’nın yaşanan her depremin ardından tamire muhtaç hâlinin mimarlarından güç gösterisi talep eden büyük imparator Justinianus’u utandırması, bu utancı Fatih Sultan Mehmed’in yaşamamasıdır. Fakat ne hazindir ki muhtemel bir depremde yara almasın diye alçak tutulan kubbe 1776 zelzelesinde çökecektir.

Konstantiniye’nin yeni kayserleri bu taleplerinden devletin tarihe karıştığı ana kadar vazgeçmemiştir. Nitekim 3 Temmuz 1503 yılında Topkapı Sarayı’na “Lecardo adlı bir kâfirden” gelen mektup, bu güce olan müracaatın belgesidir. Loenardo Da Vinci’den iki yıl sonra Michelangelo da büyük imparatorluğun gücüne sığınma planları yapmaktadır. Papa ile arası açılan Michelangelo, daha önce İstanbul’da bulunmuş olan Firo Timoteo adındaki bir Fransisken(Kataloik Tarikat) papazı aracılığı ile görüşmelerini yürütmekte, devrin padişahı ve İstanbul hakkında bilgi almaktadır. “Serbest olacak mıyım, padişah sanat alanında her istediğimi yapmama izin verecek mi ?” diye sorduğunda Michelangelo, ihtiyar papaz şöyle cevap vermiştir:

“Dinle oğlum, Yunanlılar zamanında bir heykeltıraş, İskenderiye şehri için öyle bir heykel yapmak istedi ki bütün bir şehir; evleri, meydanları, sokaklarıyla heykelin avucu içine sığabilsin. Hayal olan bu eserden daha muazzam bir şey yapmaya cesaret edebilirsen, bunu ancak İstanbul’da gerçekleştirebilirsin. Papa’dan bin kat daha kuvvetli ve zengin olan padişah, öyle bir şey yaptırmak istiyor ki azametini henüz hiç bir fani tahayyül bile etmiş olmasın.”

İhtiyar papazın son sözlerinin altını çiziniz. “Padişah öyle bir şey yaptırmak istiyor ki azametini henüz hiç bir fani tahayyül bile etmiş olmasın.” İşte bu sebeple Süleymaniye okumasını bilenler için 16. yüzyıl Osmanlı’sının eşsiz bir mecmuasıdır. Ancak Süleymaniye sadece Sultan Süleyman’a veya mimarı Sinan’a atfedilmemelidir. Zirvesinde olan bir medeniyetin sanatta ve mali gücünün sergilendiği bir eserdir.

Süleymaniye, büyüklüğüyle de Sultan Süleyman’ın şahsında onun bayraklaştırdığı değerlerin gücünü ifade eder. Yapıldığı yıllarda İstanbul’u ziyaret eden Dersschwan, Süleymaniye Külliyesi’nin Bratislava ve Belgrat şehirlerinden daha büyük olduğunu eserinde vurgular. Anlaşılan odur ki sultan, külliyesinin sadece merkezindeki cami ile değil çevresindeki yapılar topluluğu ile de kıta Avrupa’sındaki birçok şehirden büyük olmasını hedeflemiştir.

Süleymaniyeler Osmanlı tarihinde az değildir. Süleymaniye’nin söylediklerini sonraki yıllarda Selimiye, Don ve Volga’yı birleştirme girişimi, Sultanahmed Camii, Tünel, Hicaz Demiryolu, Tuna – Karadeniz Kanalı gibi onlarca eser ve projede de seslendirecektir. Sadece ayakta kalmış eserler değil düşence aşamasında kalmış projelerin, atıl kalmış aynı amacı taşıyan girişimlerin de söylediği şey aynıdır.

Yeniden Firo Timoteo’nun sözlerine dönelim “ …ancak İstanbul da gerçekleştirebilirsin.” Şüphesiz haklıdır, çünkü bu şehri yönetenlerin donanımları; sürekli farklıyı, yeniyi, düşünülmemişi isteyecek düzeydedir. İbni Haldun, “Mukaddime” adlı eserinde “Devletin ve devleti yönetenlerin beğenisi o ülkenin sanat faaliyetlerini yönlendirir.” der. Kanuni’nin beğeni kalitesidir, Sinan’ı ömrü boyunca aratan. Uzun ömründe 477 eserin tasarlayıcısı ve uygulayıcısı olmuş usta mimarın hiçbir eseri diğerinin benzeri değildir. Alıcının kabiliyetlerinin çıtası sanatçıyı her yeni siparişte bir adım ilersine zorlar. Çocukluklarından itibaren sıkı bir eğitim süreci geçiren Osmanlı sultanlarının ekserisi bir sanat dalına ilgi duymuş eser sahibi şahsiyetlerdir. Aralarında divan sahibi şairler, tasarım zekâsı yüksek usta kuyumcular, marangozlar, hattatlar olduğu gibi bestekâr padişahların sayısı da az değildir. Kişisel kabiliyetleri bir sanat dalına olan alakalarıyla da sınırlı değildir. Farklı kültürel kalıpları tanıyan bu insanlar, aynı zamanda farklı dillerde konuşabilen iyi bir okuyucudur. Yaşadıkları çağın siyasi, kültürel, ekonomik ve teknolojik hadiselerine hâkimdirler. Bu sebeple duruşlarını sergileyecek sembolik kıymete sahip projelerin hükmettikleri yüzyıla uygun olmasına önem verirler. Proje talep eden bu donanımdaki ve mali gücü de yüksek alıcıları her dönemde ikna etmek zor olmuştur. Bu taleplere cevap verebilmek her mimarın, her mühendisin, her sanatçının harcı değildir.

Şüphesiz halkın talepleriyle de ilgilidir bu projelerin varlığı. Osmanlı coğrafyası oldukça renkli unsurların bir arada bulunduğu bir mekândır. Macaristan da Osmanlı’nındır, Bağdat’ta. Bu rengin coğrafyanın etkileşim içinde olması gayet tabiidir. Her dönemin içinde yaşattığı farklı diller ve beraberindeki kültürel zenginlik Osmanlı vatandaşını diğer unsurlarla etkileşime zorlar. Aynı zamanda Osmanlı insanının görgüsü başka ülkelerin insanlarıyla kıyaslanamayacak ölçüde geniştir. 16. yüzyılın ikinci yarısında Anadolu kırsalında tımarıyla geçinen genç bir sipahinin şansı yaver giderse Belgrat, Rodos, Mohaç, Alman, Korfu, Karaboğdan, Bağdat gibi seferlerden birkaçına katılması muhtemeldir. Üç kıta da farklı iklimlerde farklı kültürel kalıpların yaşandığı sınırları zorlayan ordusu, bürokrasisi ve tüccarıyla Osmanlı insanı; dünyadan haberdardır ve görgüsünü sahip olduklarıyla kıyaslar. 16. yüzyılda Süleymaniye, 19. yüzyılda yapılması düşünülen Hamidiye Boğaz Köprüsü de aynı kıyasın bir tezahürüdür.

Yaşadığı topraklardaki kültürel izler, bu görgünün gelişmesine imkân tanıyan ikinci bir sebeptir. Çevresiyle sürekli etkileşim hâlinde olan ve kendinden önceki medeniyetlerin izlerini hayatının normal akışı içersinde kendinden bir parça hâline getiren Osmanlı insanının her alandaki talepleri en üst noktada olmalıdır. Büyük mimarın ustalık eseri Selimiye, bir içtimai talebin karşılığıdır. Vefatından kısa bir süre önce Sai Çelebi’ye yazdırttığı tezkiresinde Sinan âdeta bunu itiraf eder. “Kâfire galebe çalmıştır.” Sinan bu eseriyle. Öteden beri söylenegelen “Ayasofya kubbesi gibi bir kubbe İslam devletinde bina olunmamıştır. Bunun gibisini inşa etmek imkânsızdır. Müslümanlara üstünlüğümüz vardır.” iddiası Osmanlı insanının içinde âdeta ukdedir. Ve tezkiresinde Sinan, hem yükseklik hem de kubbe çapı itibariyle ‘’ziyade eyledim.” der. Oysaki bu sözler Sinan’ın ilm-i siyaseti gereğidir. Evet geçememiştir. Çünkü onun için gereksiz bir büyüklüktür 55 metre kubbe yüksekliği. Yapısının nispetini ve sağlamlığını bozacağı endişesiyle “dünya durdukça” ayakta kalacak eseri için en doğru yükseklik ve kubbe çapını tercih etmiştir. Sosyal taleple gelen baskıdır Tezkiret’ül Bünyan’daki bu ifadeler.

İmparatorluğun dünyanın şüphesiz tek kutbu olduğu 16.yüzyılda vatandaşının da büyüklük talebi küçümsenmemelidir. İçinde Arapları, Kürtleri, Berberileri, Amalfilileri, Anakonalıları, Bulgarları, Cenevizlileri, Floransalıları, Pisalıları, Rumları, Ermenileri, Yahudileri barından Devlet-i Aliye, büyük bir imparatorluk olmasına rağmen Rusya gibi Urallardan Kafkasya’ya kadar tek renk coğrafyaya sahip değildir ve bununda toplumsal bir faturası vardır; talep eden kitle. Zannedilir ki bu talep sonraki yüzyıllarda imparatorluğun gücü ölçüsünde zayıflamıştır. Aksine imparatorluk, Sinan gibi büyük bir mimar-mühendis yetiştirecek dinamikleri sonraki yüzyıllarda kaybetmemiştir. Sadece içtimai talepler Osmanlı insanın görgüsü gereği farklılaşmıştır. 16. yüzyılda devasa eserler talep eden Osmanlı insanı, 18. yüzyılda Avrupa’daki mimari akımların da tesiriyle farklı üslup ve ebatta mimarlık ve mühendislik projeleri talep etmiştir. Nur-u Osmaniye ve sonraki yıllarda yapılan bayındırlık faaliyetleri çıtanın düştüğünün bir göstergesi değil, aksine korunduğunun ispatıdır. Bu sosyal talebi hissedebilmek ve okuyabilmek de ayrıca bir maharettir. Bu özellik Osmanlı yöneticisinin önemli vasıflarındandır. Tebdili kıyafet çarşı-pazar gezen Osmanlı padişahı halkının nabzını sık sık yoklayan farklı bir yönetici tipidir. Bu sayede fark eder talebi, aldığı tedbirlerle ya dalgalanmayı tetikler veya önüne set çeker.

Osmanlı yöneticisi aynı zamanda hayırla yâd edilmeyi ve açık dua talebini görünür kamu faydasını gaye edinen eserleriyle de dile getirmek istemiştir. Herhangi bir Osmanlı haziresinde mezar taşları ekseriyetle onu çevreleyen hazire duvarından daha yüksektir. Bu masumane çabanın sebebi fark edilmektir. Fark edildiği ölçüde dua alacağını düşünür. Bu basit örnekle devasa imar faaliyetleri arasında da kuşkusuz bir bağ vardır. Kamunun faydasına sunulmuş, tebaasının hayatını kolaylaştıracak her faaliyet, Osmanlı yöneticisi için aynı zamanda anlaşılır bir dua talebidir. Bu talep basit bir çeşme kitabesinden devasa yapı toplulukları olan külliyelerin kitabesine kadar kolaylıkla gözlemlenebilir. İmparatorluk yöneticisi, suyu olmayan bir yöreye su götürmeyi, çeşmeler, köprüler, büyük külliyeler, garlar, demir yolları yapmayı kamusal bir görev kadar hayır faaliyeti olarak da görür.

Temsil edilen değerlerin ifşası anlamını da taşıyan büyük imar faaliyetlerinin ve projelerinin varlığı, içtimai motivasyonu da muhafaza etmeyi gaye edinir. Her ilmî ve teknolojik yeniliğin çok geçmeden Dersaadet’de zuhuru, söz konusu yeniliği Osmanlı insanı için sıradanlaştırmaya yönelik bir adımdır. Telgraf altın çağını bu topraklarda yaşamış, telefon icadından kısa bir süre sonra Osmanlı tüccarının bir parçası olmuştur. İleriki satırlarda okuyacağınız gibi onlarca örnek bu politikanın gereğidir. Zor iklim şartlarına rağmen Don Nehri ile Volga Nehri’ni birleştirmeye cesaret edecek kadar gözü kara olan bu toplumu harekete geçiren itici güç, ulaşılmazı sıradanlaştırma kabiliyetidir. Bu yeteneği, “hasta” denildiği yıllarda dahi kaybetmemiştir, zira bu motivasyonu kendinde bulacak argümanlara sahiptir. Dersaadet, hâlâ büyük rüyaların görüldüğü bir başkenttir. Kıta Avrupa’sının ilk metrosunun Beyoğlu’ndaki varlığı, bu motivasyonun son ana kadar korunduğunun ispatıdır. Tünelin inşası, kullanılmışlığı, sıradanlığı görenlerde feniküleri, tüp geçidi, metro ağlarını, yedi yüz metre açıklığa sahip boğaz köprülerini, devasa meydanları, adaları birbirine bağlamayı düşünmeye zorlar.

Klasik devirde Osmanlı hükümdarları yenilik arzularını kurumsallaştırmışlardı. Tarife-i Efrenciyan; doğrudan sultana bağlı, dolgun ücretle çalışan, batı ile iyi ilişkiler geliştiren, sürekli hareket hâlinde olan, sivil ve askerî alanda yararlı buldukları gelişmeleri saraya aktarmakla görevli yabancı bilim adamı ve sanatçılardan oluşan bir teşkilattı. Teşkilat aynı zamanda elde edilen bilgiler ışığında ileri teknolojinin uygulanması için gerekli insan gücünün temini görevini de yerine getiriyordu. Dünyanın neresinde olursa olsun teknolojik gelişmeler takip ediliyor, ya bilgisinin veya bilginin bizzat sahibinin Osmanlı hizmetine girmesi sağlanıyordu.

Daha önce Bizans imparatorunun hizmetinde olan ünlü Macar top döküm ustası Urban’ın Fatih Sultan Mehmet’in hizmetine girmesi ayrıca birçok yabancının kuşatma öncesinde ve sırasında teknik danışmanlık hizmeti vermesi teşkilatın girişimleri sayesinde olmalıdır. İlerleyen yıllarda III. Selim’in başlattığı Osmanlı donanmasının yenilenmesi yönündeki çalışmalarda da Fransız, İsveç ve İngiliz mühendisler istihdam edilmiştir. Donanmamızın en büyük gemilerinden biri olan Selimiye kalyonu bir Fransız mühendis tarafından 1795’te Haliç tersanesinde inşa edilmişti. Amerika’dan davet edilen ve devlette uzun süre görev yapan gemi inşaat mühendisi Foster Rhodes, Neveser adlı gemiyi 1834’te denize indirmişti. Bu ve benzeri örnekler imparatorluk tarihinde sıklıkla görünür. Sadece mühendisler değildir davet edilen. Nitekim Veli lakaplı II. Bayezid’in Michelangelo’yu ısrarla ülkesine davet edişini ileriki satırlarda okuyacaksınız. Yine Bayezid’dir. Horasan Hükümdarının fasıl şefi olan üstad Zeynel Abidin’i İran’dan getirip hizmetine alan. Görüldüğü gibi uzmanlık alanlarında otorite sahibi Pasteur gibi Bouvard gibi onlarca bilim ve sanat adamı, son dönemeçte yani 19. yüzyılda bile aynı gaye ile Osmanlı topraklarında misafir edilmek istenmiştir. Osmanlı İmparatorluğu her şeye rağmen ‘’Avrupalı komşularıyla teknik düzeyde rekabet edebilecek düzeydedir. Plevne asla bir Tel el-Kebir ya da Omdurman değildir.”

Aynı yüzyılda dünya halkları “yönetici” ve “yönetilen” halklar olarak Batılı bakış açısıyla ikiye bölünmüştür. Avrupa’daki “yönetici”lerin biri hariç hepsi Hristiyan’dır. Müslüman bir imparatorluk olarak milyonlarca Hristiyan’a hükmeden, bir tek Yıldız Sarayı vardır. Ve bu durum gün geçtikçe sinir bozucu bir hâl alacaktır.

Bu yüzyıl aynı zamanda “imparatorluk” kavramının sorgulandığı yüzyıldır. Habsburg Avusturyası, Romanov Rusyası, Meiji Japonyası gibi Osmanlı İmparatorluğu da ulus devlet çağında “imparatorluk” olarak devamının tek yolunun“büyüklük imajının” korunması olduğunu kavramıştır. Askerî güç kadar batı kamuoyunun karşısında devletin “meşru varlığının görünürlüğü ve tanınması”nı sağlayacak simgesel güç de mühimdir. Bunun yolu devletin meşru siyasi egemenliğinin uluslararası arenada tanınmasından geçmektedir. Avrupa’nın karşısında onun anlayabileceği sembollerle konuşmak, onun dengi olarak kabul edilebilmek için gereklidir. Sultan II. Mahmud’la başlayan Sultan Abdülmecid ve Sultan Abdülaziz Han’la devam eden Sultan II. Abdülhamid döneminde hız kazanan bu meseleye dair çözümler şüphesiz çeşitlilik gösterdiği gibi içte ve dışta ulaşılmak istenen neticeler de farklıdır.

Sultan II. Abdülhamid, iktidarı boyunca içte; törenler, kamu yatırımları ve hayır işleriyle padişahlık kurumunun konumunu pekiştirerek, devletin ve padişahın halkın gözündeki geleneksel imajını güçlendirmeyi amaçlamıştır. Dışta ise öncelikle 1874’te 43 milyon Osmanlı lirası borcu olan devletinin uluslararası ekonomi piyasalarında güven çıtasını yükseltmek, haksız “Kızıl Sultan” veya “Korkunç Türk” imajlarına karşı her alanda ülkesini dünyada görünür kılmak, özellikle İngiliz siyasetinin Osmanlı hilafetinin meşruiyetini yıpratma çabalarına karşılık vermek temel hedefidir.

Sultan II. Abdülhamid, ülke sınırların genişliği sebebiyle halkının yaşadığı her şehirde hatta her kasabada egemenliğini görünmeden pekiştirme yoluna gitmişti. Bunun için tebaasına kendini gösterme ihtiyacını şahsı veya sureti ile değil, zengin bir imgeler dizisi aracılığı ile karşılamayı öngördü. Osmanlı İmparatorluğu’nun sahip olduğu topraklar üzerindeki denetimi sağlamlaştırma yöntemlerinden biri devletin bölgedeki varlığının ve gücünün temsili olan yatırımlardı. Sultanın manevi varlığı bütün ülke topraklarında inşa edilen her eser üzerine koyulan Osmanlı arması ile ifade edilmeye başlandı. Özellikle müdahale tehdidi altında oldukları düşünülen bölgelerdeki vilayet ve kaza merkezlerinde devletin varlığı kamu yapıları aracılığıyla vurgulanmaya ve bilinçli olarak görünür kılınmaya çalışıldı. Büyük küçük resmî, askerî, sivil, dinî yapılarda onun tuğrasını taşıyan kitabeler; padişahın taşradaki sembolik temsilini, taşra köyleri ve kasabalarındaki halkın hükümdar ile tebaası arasında bir bağ kurmasını ve padişahın siyasi mesajının aktarılmasını sağlıyordu. Bu yöntem ayrıca Sultan Abdülhamid’in çağdaşlaşma projelerinin bilinçli bir sunumu idi. Zor şartlara rağmen her kazaya hizmet götürerek imparatorluğun gücünü, halkına inandığı değerler adına sorgulatmadı.

1875 yılında Osmanlı bütçesinin gelir hanesinin karşısında 4.776.588 Osmanlı lirası yazılı iken bu rakam Sultan II. Abdülhamid dönemi sonunda 1910 yılında 26.015.100 Osmanlı lirasına çıkmıştı. Büyümenin temelinde liman kentleri ile taşra arasında kurulan bağ vardı. Sultan Osmanlı duruşunun içinde barındırdığı anlamlar silsilesinin hak ettiği makama yeniden erişmesi adına güçlü bir kalkınma planı yürürlüğe koydu. Önce taşrada belirli ticari merkezler belirledi. Bu merkezlerle küçük yerleşim birimlerini şose yollarla birbirine bağladı. Bu amaçla 900 km olan şose yol ağına hükmettiği yıllarda 16.000 km daha ekledi. Ardından büyük merkezler tren yolları vasıtasıyla birbirine ve liman kentlerine kolay ulaşılabilinir kılındı.

Dönemi boyunca ülkeyi demiryolu ağıyla örmeye çalıştı, 4.553 kilometre yeni demiryolu yapıldı. Şose yollarla birbirine bağlanan kentler, demiryollarıyla limana ulaştı. Fakat limanların kapasitesi üretim artışını kaldıracak boyutta değildi. 1853’te Kırım Harbi başladığı zaman İngiltere ile Fransa asker ve savaş malzemesini gemilerle İstanbul’a getirmiş ancak kıyıda bu tonajda gemilerin yanaşabileceği rıhtım olmadığı için malzemeyi karaya çıkartmakta büyük güçlüklerle karşılaşmışlardı. Ekim 1895’te Karaköy’den Tophane yönüne doğru 785 metre uzunluğunda rıhtım tamamlandı. Ardından İstanbul fizyonomisini etkileyecek ikinci bir dev proje hayata geçirildi. Haydarpaşa Limanı 4 yıl süren çalışmaların tamamlanmasıyla 1903 yılında faaliyete geçti. Sirkeci, İzmir, Antalya, Beyrut, Selanik, Trabzon, Mihaliç limanları yine bu dönemde büyük bir ekonomik programın parçaları olmaları sebebiyle yeniden inşa edildi. Sultanın üreten halkı, artık ürünlerini dünya pazarlarına ulaştırabilecek alt yapıya sahipti. Bu çabaların sonunda tahıl üretimi % 51, tütün üretimi % 191, incir üretimi % 68, fındık üretimi % 217, ipek kozası üretimi % 195 ve Adana bölgesindeki pamuk üretimi % 471 oranında arttı. Sultan Abülhamid, 1874’te 43 milyon Osmanlı lirası olan devlet borcunu 1905 yılında 2.640.000 Osmanlı lirasına indirdi. Bu arada 1882 yılında 23.380 kilometre olan telgraf hattına 1904 yılına kadar 26.336 kilometre ilave hat eklenmişti. Ülke yeniden açık denizlerde sert dalgalarla mücadele edecek güce erişmişti.

Dışarıda; ‘Müslümanların halifesi’ sıfatıyla İslam dinin yaşandığı her bölgeye Halife adına yazılan beyannameler dağıtılıp heyetler gönderiliyor, Afrika ve diğer ülkelerdeki Müslümanları Hıristiyan misyonerlerin etkisinden uzak tutmak amacıyla, uygun yerlere Darülacezeler kurulması kararlaştırılıyor, Pekin’de Darü’l-Ulumi’l-Hamidiye Üniversitesi’ni açıyor, özellikle Avrupa’da İslam dinini, Müslümanları ve Hz. Peygamber’i alaya alan, küçük düşüren tiyatroların sahne almaları engelleniyordu. Sultanın hoşgörüsü ve ilmi hassasiyetleri aynı zamanda dünya kamuoyunda adını da görünür kılıyordu. Zoeros Paşa başkanlığında 8 Haziran 1886’da Paris’e ulaşan heyet; ülkesi adına araştırma ve geliştirme çalışmalarına destek olmak amacıyla Luis Pasteur’a o güne kadar iletilmiş en yüksek bağışı 10 bin Frank’ı sunuyordu. ABD’de “yüzyılın en büyük feleketi” sayılan 1889’da vuku bulan sel felaketi için de en kıymetli yardımı yapan yine Osmanlı Sultanıydı. 1905 Rus-Japon savaşından sonra, taraflara Salib-i Ahmer Cemiyeti aracılığıyla sağlık harcamalarında kullanılmak üzere 10 biner frank maddi yardım iletilmişti.

Erişilen bu gücün ifşası anlamına gelen bir diğer uygulama Hariciye Nezareti bünyesinde faaliyet gösteren Dış Matbuat Müdürlüğünde yürütülüyordu. Müdürlükte; Avrupa’da yayınlanan 600 gazete ve dergi günlük takip ediliyor, devletin aleyhinde yayın yapan mecmuaların etkili yazarları ve yöneticileri saraya davet edilerek, sultan tarafından bizzat bilgilendiriliyor, çeşitli hediyeler, rütbeler, nişanlar veriliyor, gerekti hallerde maddi destek sağlanıyor ve Osmanlı Devleti aleyhine yayın yapmaları engelleniyordu.

Sultan Abdülhamid’in şahsında Osmanlılık düşüncesi, kamu yapıları aracılığı ile Osmanlı eyaletlerdeki kentlerin dokusuna kalıcı olarak işleniyordu. Kentlerin çağdaşlığı, güzelliği ve gelişmesi fotoğraflanıyor, albümler hâline getiriliyor, yabancı ülkelere gönderiliyordu. İmparatorluğun dirilişi bu albümlere konu olan mimari faaliyetler aracılığı ile dünyaya sergileniyordu.

Sultan Abdülhamid döneminde anıtsal kamu yapıları kentin topografyasına hâkim mevkilere konumlandırılmışlardı. Kışlalar, çeşmeler, hastaneler, okullar, hükümet binaları, saat kuleleri, anıtlar, sur dışındaki tepelere, meydanlara, nehir kenarlarına yerleştiriliyor, boyutları, süslemeleri ve tarzları ile devletin gücünün, modernliğinin görsel ve fiziksel temsilleri olmaları amaçlanıyordu. Bu yapılar kentsel mekânı yeni sosyal ve siyasi anlamlarla biçimlendiriyorlardı. Bu dönemde inşa edilen Sirkeci garı, Avrupa’dan gelen yolcuları bir şark havası içinde karşılarken, Haydarpaşa Garı Asya’dan gelen yolculara Avrupai yüzünü gösteriyor, böylece, Osmanlı başkentinin Doğu’yla Batı’nın kesiştiği nokta olduğu romantizmi vurgulanmış oluyordu.

Bu amaçla Sultan Abdülhamid’in 33 yıllık iktidarı boyunca “gerek tarz-ı inşaat ve gerekse etraflarına tamamen hâkim olmaları cihetiyle hükümet-i Osmaniye’nin şan ve şerefine layık surette inşasına” emriyle 72.780.000 Osmanlı lirası harcama yapılarak, 1.552 adet millî tesis inşa edilmişti. Bu yapılar listesine bizzat kendi tahsisatıyla Hazine-i Hassa’dan yaptırdığı Yıldız, Ertuğrul, Orhaniye, Cihangir, Adalar Hamidiye, Hidayet Camii ve Şişli Etfal Hastanesi gibi sayıları yüzleri ifade eden hayır eserleri dâhil değildi.

Odasına şimendifer resimleri astıran Sultan Abdülmecid kadar teknoloji düşkünü olan Sultan II. Abdülhamid; 19. yüzyılın son yıllarında, sırtındaki borç kamburundan kurtulmuş, Yunan Harbinden galip çıkmış, tersanelerinde dünyanın ilk torpido atan denizaltısını yaptıracak kadar gözünü ufuklara dikmiş bir imparatordu. Çiftçisi makineli tarıma geçiyor, Hamidiye tesislerinde olduğu gibi su kurulan pompa istasyonları aracılığıyla evlere kadar iletiliyor, inşa edilen gazhanelerle meskenler ve sokaklar aydınlanıyor, modern vapurlarla kentlerin kopuk bölgeleri birbirine bağlanıyor, kurulan yeni tramvay hatları ile Osmanlı insanı yeniden bir imparatorluk şehrinde yaşadığı hissine kavuşuyordu.

Bu gelişmeler sayesinde Sultan Abdülhamid’in saltanatının ilk yıllarında Türk ve Müslüman toplumun üzerine çöken ümitsizlik ve karamsarlık havası dağılıyor, halkın hem Osmanlı Hanedanı’na, hükümetlerine hem de kendilerine olan güveni yeniden diriliyordu. Yeni bir umut ve beklenti oluşuyor, bu beklenti talebe dönüşüyordu.

Velhasıl. “Hasta adam” yeniden ayağa kalkıyordu.

Bu sebeple Bouvard, İstanbul’a davet edildi, bu sebeple Arnodin elinde devasa köprü tasarımlarıyla, Gavand yeni şehir projesiyle, Strom ve Preault tüp geçit çizimleriyle Yıldız Sarayı kapısında belirdi. Bu sebeple Hollzman, Mösyö Moray, Karabet Efendi metro yapımı için Dersaadet’te rekabet hâlindeydi. Bu sebeple Sarkis Balyan bir kanalla Haliç’i Karadeniz’e, köprüyle Büyükada’yı Heybeliada’ya bağlamayı önerdi. Bu sebeple Osman Hamdi Bey ve İbrahim Bin İyad Taksim-Kabataş fünikülerini inşa etme fikrindeydi. Bu sebeple Süveyş Kanalı ve alternatif kanal projeleri geliştirildi.

Ve daha onlarca yitik tasarının sözleşmesi Bab-ı Ali’de imzalanacak, dünyanın bunu konuşması sağlanacaktı. Bir gün Salih Münir Paşa huzurdayken , “Bu kâğıdı görüyor musun?” diye elindeki gazete kupürünü işaret etti Sultan, “İşte bu beni dünden beri rahatsız ediyor.” Sultan Abdülhamid’in elindeki gazete kupürü Avrupalı bir seyyahın İstanbul’a dair neşrettiği uzun bir makalenin tercümesiydi. “Bunlar haksız ve yanlış ama bir takımı da Allah için diyelim doğru” diyerek özeleştiri yapmıştı. Gazete, Sarayburnu’ndan Yedikule’ye kadar sahildeki mahallelerin tanzim ve imar edilmemesinden dolayı hükümeti mesul tutuyordu. Eminönü Meydanı, Karaköy Meydanı ve Galata Köprüsü gibi Avrupalı seyyahların ilk önce gözlerine çarpan yerlerin bakımsız olmasına vurgu yapılıyordu makalede. Aslında sultan da bu ihmallerden rahatsızdı. Salih Münir Paşa yıllarca Avrupa da kalmış sanattan, estetikten ve şehircilikten anlayan bir yöneticiydi. Padişahtan aldığı tam yetkiyle Avrupa’dan işinin ehli mühendis ve ustalar getirip İstanbul’u hak ettiği görüntüye kavuşturmak için kolları sıvadı.

Sultan Abdülhamid’in İstanbul hayranlığı ve aşkı, hükmettiği yıllarda başkentte kendini hissettiren önemli bir olguydu. İstanbul hakkında söylenen her söz onu ilgilendirir, olumsuz görüşler üzerdi. Bu hassasiyet, sadece Sultan Abdülhamid’e de mahsus değildi. Bütün Osmanlı padişahları az veya çok aynı hassasiyeti taşıdılar saltanatları boyunca. Konulacak her taşın yeri hakkında bilgi edinmek isterler, aksi bir durumda müdahale ederlerdi.

Sultanın emri üzerine Salih Münir Paşa, Fransız şehir bilimci Bouvard’la irtibat kurdu. İstanbul için bir nazım plan geliştirmesini istedi. Bouvard bu teklifi geri çevirmedi ve bir avan proje hazırlamak üzere İstanbul’un büyük boy fotoğraflarını sipariş etti.

Bouvard, Sultan II. Abdülhamid tarafından istihdam edildiyse de sultana bir jest olsun diye masraflarını Fransız Hükümeti karşıladı ve projeyi Osmanlı hükümetine resmî hediye olarak takdim etti.

Bouvard’ın avan projesi, İstanbul için tamamıyla yeni bir imaj öneriyordu. Fransız mimar İstanbul’un bazı muteber mekânlarında beaux-arts ilkelerini kent dokusuna uygulayarak, anıtların meydana çıkarılması ve temaşa alanlarının açılması gibi uygulamaları öneren bir dizi çalışma hazırladı.

Sultanın İstanbul’da yeniden planlama alanı olarak seçtiği üç bölgeye ait tasarımlar yaptı. Bunlar Sultanahmet Meydanı, Beyazıt Meydanı ve Yeni Cami Meydanıydı. Bu çalışmalara bir de Galata Köprüsü taslağı eklendi.

Yitik Osmanlı Projeleri – Bu yazı 2012 yılının Nisan ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 62. sayısından alınmıştır.

Yazar : HALİT ÖMER CAMCI

Gezgin, ışık avcısı, oğlunun babası...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir