Kunta Kinte’den Martin Luther King’e Uzun Bir Rüyanın İzini Sürerken
Yazı ve Fotoğraflar: Serpil Gül
Annapolis, Amerika’nın Doğu kıyısında şu anki başkent Washington’a yaklaşık 51 km uzaklıkta ve araba ile tahmini 43 dakika olan, tarihi yapı ve dokusunu günümüze kadar olduğu gibi koruyabilmiş eski bir eyalet başkentidir. Tarihi bir şehrin hikâyesini anlatmaya çalışmak, asırlık bir çınarın tanıklık ettiklerini anlatmaya çalışmak kadar zor olabilirdi aslında; eğer bu şehir, ardından iz sürebileceğimiz o eşsiz kanıtları günümüze kadar koruyamamış olsaydı. Oysaki Annapolis şahitliğini yaptığı tüm geçmişini binalarıyla, yapılarıyla, anıtlarıyla, yolları ve limanlarıyla adeta bize kanıtlarcasına her adımımızda gözlerimizin önüne seriyor. Burası sıradan bir şehir değil duvarsız, açık doğal bir tarih müzesi…
Bu şehri her ziyaretimde tıpkı bir zaman tünelinden geçiş yapıyormuş gibi hisseder ve yıllar öncesine dönmüş bulurum kendimi. Buraya ilk gelişim bir film şeridi gibi canlanır ve o zamanlara dair edindiğim o eşsiz ilk izlenimlerimi anımsarım. Bir gezgin olmanın en tarifsiz ve hatta biraz da bağımlılık yapabilen yanı da bu heyecan, endişe ve bilinmeyeni keşfetmeye teşvik eden işte bu bedelsiz duygulardır. Henüz bilinmeyeni tanımak ve yaşanmamışı yaşamak belki de bir “ilk” e adım atmak ve deneyimlemek… Daha önceki yazılarda da bahsedilen o keşfetme duygusu ki bu sadece bir kez yaşanabiliyor… İkinci üçüncü ziyaretlerde edinilen izlenim ve duygular ilkindeki kadar cazip gelmiyor keşiften ziyade tekerrür olduğu için…
Bu şehir benim Amerika’da gördüğüm ve yaşadığım ilk şehirdi, dolayısıyla izlenimlerimde uzun bir uçak yolculuğu söz konusuydu. O zamanlar İstanbul’dan Amerika’ya direk uçuş olmadığı için genelde Avrupa’dan aktarmalı yapılırdı. Benimki yaklaşık 3-3.5 saat Fransa’ya uçuşun ardından buna ilave olarak aktarmalı 8 saat okyanus aşırı uçuş ile toplamda beklemelerle birlikte ortalama 15 saatlik bir yolculuktu. Belleğimde okyanus üzerinden geçerken kendimi korumasız hissedişim, alternatifleri değerlendirirken de uçağın ilk durağının yine son durak olan Washington Dulles Havaalanı oluşunu fark edişim ve bu bağlamda uçak yolculuğunun insanı endişelendiren bir tarafının gerçekten olduğunu da toplam sekiz saat boyunca doyumsayışım. Evet, bu saatler çok uzun saatlerdi ve gerçekten de bir önceki anların ölüşüne tanıklık ediyordu. Uçağın hızla uzaklaştığı yer sadece bir kıta değil o ana kadar bana dair her şeydi ve ben hızla alışık olduğum mekân, yaşantı ve insanlardan uzaklaşarak geride bıraktığım anların ölümünü hissederken bir yandan da geleceğin neler doğuracağının belirsizliğini de yaşıyordum.
Atlantik Okyanusunun üzerinde bir noktadayken o ana kadar derinden inanmış olduğum “uçağa binince her yer aynı uzaklıktadır” tezimin kendi kendini çürüttüğüne tanıklık ediyorum. Evet, uçağa binince her yer aynı uzaklıkta değildi ve üstelik de inebileceğim ilk ve tek durak da varış noktasıydı ki bu da içinde bulunduğum andan yaklaşık sekiz saat uzaklıktaydı. Uçaktaki hava basıncı ile de oldukça rahatsız ve uzun olan bu yolculuk ister istemez bana bulunduğum zaman ve mekânı terk ettirip geçmişi ve ilk Avrupalı göçmenlerin yıllar önce eskilerin deyimiyle yerini yurdunu bırakıp bu yolculuğu gemilerle ve de o zamanki koşullarda yapmak istemelerinin arkasındaki umudu da sık sık düşündürmüştü… Neydi bu umut? Basit bir kaçış ve keşif isteği olmadığı aşikârdı, aksine bu bir rüyanın peşinden koşmaktı… Göçmenlerin pek çoğu için daha insanca ve daha özgür bir yaşama umuduydu. Pek çok insan için insanca yaşamak anlamına gelen ve modern tanımlaması ile bu bir “Amerikan Rüyası” ydı.
Uzun bir yolculuktan sonra uçağın inmeye başlamasıyla birlikte sabırsızlıkla camından şehir ve kültüre dair ipuçları arıyordu gözlerim. Uçağımız inişe geçtiğinde, Avrupa’daki gibi düzenli ve özenle planlanmış şehirlere dair izler, tarlalar, devasa yollar ve trafiksiz otobanlar gözüme çarpıyordu. Yere indiğimizde ise kıtadan bir insan portresi aradı gözlerim. Havaalanındaki kargo çalışanları sanırım kıtada gördüğüm ilk Amerikalılardı. Kasım ayının 15’i ve üzerimde ince boğazlı kazağım ile onun da üzerinde kalın kışlık bir kazak, ayrıca da kışlık bir mont ile gelmişken kargo çalışanlarının bu mevsimde diz boyu şortlar giymiş olmalarını anlamlandıramıyordum. Hatta bir ara umarım aynı mevsimdeyizdir diye içimden geçirirken bulmuştum kendimi. Zira yaptığım ön araştırmalarda aynı meridyende olmasından dolayı mevsimlerin Türkiye’dekine benzer özellikler gösterdiğini anımsıyordum. Emin olunca da ister istemez Kasım ayında şort giyenlerin yaz aylarında nasıl giyindiklerini merak etmiştim. Yeni ayak bastığım bu yeni kıtanın ve halkının yaşam tarzı ve kültürünü anlamaya çalıştığım o ilk anlardı bu anlar. Sonrasında ise Annapolis’te yaklaşık 8 ay kadar yaşayarak yöre halkı, yaşam ve kültürüne dair daha derin izlenimleri bizzat deneyimleyerek tanıma fırsatını yakalayacaktım.
Yaklaşık 8 ay boyunca Annapolis’te yaşamama ve yıllar boyunca da sayısız ziyaretlerime rağmen hala bugün bile bu eski başşehri her ziyaretimde kendimi geçmişe ve tarihe dair yeni izler sürerken yeni keşifler yaparken buluyorum. İlginçtir ki, Amerika’nın Doğusundaki Maryland eyaletinin şimdiki başkenti ve daha önemlisi 1700’li yıllarda Amerika’nın başkenti olan bu şehir beni, kendisini her ziyaretimde yeni yüzleriyle karşılıyor. Ben iz sürdükçe bu şehrin derinleştiğini ve zamanında bu toprakların şahitliğini yaptığı pek çok tarihi eser ve bulguların günümüzle nasıl örtüştüğünü gözlemliyorum. Dolayısıyla bu şehrin adeta açık bir müze olduğunu böylece fark ediyorum…
Annapolis’i gezerken bozulmamış tarihi dokusu ve mimari yapısıyla döndüğünüz her köşe başında tarihi bir zenginlikle karşı karşıya gelmek adeta kaçınılmaz oluyor. Bastığınız zeminler, dokunduğunuz duvarlar ve soluduğunuz iç ve dış mekânlar sizi bugünden alıp geçmişin tam ortasına bırakıveriyor… İlk kez Annapolis’te “anıt”ın “anmak”tan türetilmiş kelime anlamının farkına varıyorum… Biz insanlar neden şehirlerin veya mekânların en çok görünen yerlerine heykellerden yahut bir takım kalıcı sembollerden oluşan anıtlar dikiyor ve bunun da adına “anıt’ diyoruz? Bunu söz konusu olan bu şehir bize gerçekten çok iyi öğretiyor. Bir şehrin tarihinin günümüze ışık tutuşunu, eski bir balıkçı ve liman şehri olan Annapolis‘te çarpıcı bir şekilde deneyimlemek mümkün. Şehrin kıyı şeridinin tam ortasında konumlanmış olan limanı öyle çok tarihi olaylara şahit olmuş ki, bunu iz sürdükçe derinlemesine keşfediyorum..
Annapolis limanının en işlek noktasında dikkatimi ilk çeken yukarıda bahsettiğim türden bir anıt var ki bu anıt toplam üç parçadan oluştuğu için buna “anıtlar grubu” demek daha uygun olur sanırım. İlk gördüğümde bu anıtlar grubunun günümüzde çoğu şehir merkezlerinde de sıkça rastladığımız modern sokak sanatından eserler olduğunu düşünmüştüm. Ancak anıtın yanındaki yazılı ibareyi okuyunca bütün gizemi çözmek mümkün oldu. Bu bronz anıtlar gurubunun bir bölümü kitap okuyan yaşlıca bir adam ile adamı dinleyen ve farklı etnik gruptan olduğu anlaşılan toplam üç çocuk heykelinden oluşuyor. Bu heykellerin gerçek yaşamdaki ölçülere uygun yapılmış olması da onları kendimizle ilişkilendirmeniz açısından biz izleyiciler üzerinde olumlu bir etki yapıyor. Peki, ama bu gizemli anıtın Annapolis limanının tam ortasına ve en işlek noktasına dikilmesinin arkasındaki sır neydi?
Eminim zamanında ülkemizde de bir döneme en çok izlenen dizi olarak damgasını vuran ve yediden yetmişe hepimizi televizyona kilitleyen “Kökler” dizisini hatırlarız. Afrikalı bir gencin kendi ailesinden, kabilesinden kısacası kendi iklim ve topraklarından zorla kopartılarak kaçırılan ve Amerika’ya getirilerek köleleştirilmesini ve sonrasında onun ve benzeri diğer kölelerin Amerika’daki trajik yaşamlarını konu alan “Kökler” adlı diziyi izlemeyen veya kitabını bizim orta yaş kuşağında bilmeyen yoktur. İşte eğer Alex Haley’in “Kökler” adlı kitabını okuduysanız Annapolis ile zaten çoktan tanışmışsınız demektir. Çünkü Alex Haley‘in “Kökler” adlı kitabında bahsedilen ve izleyenlerin unutamadığı başkahramanı Afrikalı genç Kunta Kinte’yi köle pazarında satılmak üzere Amerika’ya getiren gemi Annapolis limanına demir atmıştır. Kunta Kinte, Lord Ligonier adlı Köle gemisi ile 1767’de Annapolis”e getirilmiştir. Dolayısıyla, Kunta Kinte’nin denizden Amerika kıtasına ilk giriş yaptığı ve ayak bastığı yer ise işte Anapolis’teki bu bronz anıtın bulunduğu yerdir.
Bu anıtlar grubunun anlamı oldukça büyüktür; Kunta Kinte’ye yedinci kuşak olarak bağlı olan yazar Alex Haley’in kurucusu olan Alex Haley-Kunta Kinte Kurumu tarafından dikilmiştir. Geçmişte topraklarından zorla kopartılarak Amerika’da beyaz insanların evlerinde, tarlalarında ve işyerlerinde çalıştırılmak üzere onların özel mülkü olarak köleleştirilmiş olan ve dolayısıyla insani tüm haklarını kaybetmiş söz konusu Afrikalıların hikâyelerini, geçmişini “an”mak için hatırlamak maksadıyla dikilmiştir bu “anıt”. Anıtların yan tarafında yani deniz tarafı duvarlarında Alex Haley’in Kökler kitabından alıntılar yapıp atalarını andığı ibarelerin yazıldığı toplam on bronz plaket bulunmaktadır. Anıtların arkasından geçen caddenin diğer tarafında ise The Market House’ın yanında bulunan zeminde bronz bir Pusula Gülü vardır. Pusula Gülü”nün ortasında dünya haritası ile Annapolis merkez alınarak yönler belirtilmiştir. Bronz anıtlar grubu yani Pusula Gülü, heykeller ile duvardaki ibareler, öncelikle adı Kunta Kinte gibi bilinmeyerek, zaman okyanusunda kaybolmuş olan köleleştirilmiş Afrikalılar başta olmak üzere, dünyadaki diğer tüm farklı etnik grupların söz konusu Yeni Dünyada yaşadığı etnik deneyimlerin ve mücadelenin anılıp tanınmasının ifadesi olarak Alex Haley-Kunta Kinte Kurumunun Annapolis şehrine bir hediyesidir. Bu anıt Yeni Dünyadaki etnik çeşitliliği tanıyarak kardeşlik ruhunu, birliktelik anlayışını diğer etnik gruplara saygıyı sembolize etmesi açısından önem taşır. Günümüzde bu huzurlu sayfiye şehrini her ziyaretimde bu anıtı gördükçe durgunlaşır geçmişi andıkça da ister istemez ürperirim.
Evet, tabii ki Annapolis’in tarihi sadece Afrikalıların getirilmesi ve şehir limanının meydanında kurulan pazarlarda satılışı ile onların bu yeni topraklarda verecekleri insanlık mücadelesi ve daha nice serüvenleri ile de sınırlı değildi. Dediğim gibi geçmişe indikçe aslında bu şehrin tarihinin derinleştiğini görüyordum. Zaman tünelinden daha derinlere inildikçe fark ediyorum ki; bu bölgeye 1649’da henüz kolonyal ilk beyaz adamlar gelip yerleşmeden önce aslında bu liman şehrinin bulunduğu topraklar tahmin edebileceğiniz gibi yerlilere yani Kızılderili kabilelerine aitti. O dönemlerde bu bölgede önce Algonquin kabilesi yaşardı. Kolonyal beyaz adamların buraya yerleşmelerinden sonra ise bu kabile, Susquehannock kabilesinin saldırıları ile bölgeyi terk etmek zorunda kalmıştı. Bölgeye 17. yüzyılda yerleşen kolonyal göçmenler ise “Puritanlar”dır. Severn Nehri başta olmak üzere Chesapeake Koyu boyunca yerleşerek bir topluluk kuran Avrupalı Pilgrim (dindar misyonerler) ise Anglikan Kilisesine hizmet etmiş ve yaşadıkları bu bölgeye “Anne Arundel” adını koymuşlardır. 1694’de Puritanların da dahil olduğu Kuzey Amerika kıtasının ilk iç çatışmasının sonucunda ise bu şehir bir kraliyet şehri ve de yeni kıtanın başşehri özelliğini kazanmıştır.
Annapolis Puritanlar’dan sonra zamanla giderek gelişmiş ve sonrasında ise yerleşen kolonyalların sayısı toplam 25 bini bulmuştur. Bu şehri daha merkezi bir hale getirmek için çalışmalar yapılmış ve caddeler sokaklar binalar doğal olarak zamanının Avrupa yapılarından izleri temsil eden Barok tarzında inşa edilmiştir. Bir şehir merkezi oluşturularak bu merkezde ilk olarak bir Anglikan Kilisesi ve sonrasında ise Kral William Okulu (The King William’s School) kurulmuştur. Diğer taraftan da yeni kıtanın ilk başşehrinin ismi 1702’de İngiliz Kraliçesi olacak olan Prenses Anne’i onurlandırmak adına “Annapolis” olarak değiştirilmiştir. Bütün yerleşme ve yayılma çalışmaları devam ederken de tahmin edeceğiniz gibi kendi toprak ve kabilelerini korumak isteyen Angonquin kabilesi üyeleri ile bölgeye yerleşmeye çalışan kolonyal Avrupalı beyazlar arasında sürekli çatışmışlar olmuştur. Bu çatışmalar yaklaşık 17. yüzyılın ikinci yarısına kadar sürmüş ve sonrasında Kolonyal Avrupalılar kazanmıştır.
Annapolis zamanla gelişip büyümeye devam etmiştir. Doğu’nun en önemli yükleme ve ticaret limanlarından ve şehirlerinden birisi haline gelmiştir. Verimli toprakları, köle ticaretinin ekonomiye katkılarıyla da toprak ve işyeri sahipleri oldukça zenginleşip belli bir refah düzeyine ulaşmış ve Avrupa’dan getirdikleri lüks mobilyalar, eşyalar, kumaş ve giysiler ile de aristokrat bir yaşam sürmeye başlamışlardır. Sonrasında Devrim Savaşları sırasında bile Annapolis halkı bolluk ve refah içinde yaşayabilmiş, çeşitli yarışların, tilki avlarının, düzenlenen dansların ve kumarın keyfini çıkartmaya devam etmiş, bu refaha ulaşmada en büyük katkıyı ise köle ekonomisi sağlamıştır.
Sonrasında 1783 ve 1784’de Annapolis barış zamanı çalışmalarında başşehir olarak görev yapmış, 1783’te General George Washington Kıta Ordusu (Continental Army) olarak bilinen ordudan istifa etmiş ve tüm bu çalışmalar Annapolis’te bulunan Capitol adlı ve halen günümüzde de yasal çalışmalar için kullanılan Maryland Eyalet Meclisinde gerçekleştirilmiştir. Bu bina Annapolis’i ziyaret eden herkesin görmesi gereken tarihi bir yapıdır. 1800’lerde Devrim Savaşından sonra ve Amerika kıtasının en büyük mücadelesi olan Kuzey-Güney Savaşları olarak bilinen İç Savaş döneminde ise Annapolis’liler Güney’e sempati ve yakınlık duymuş ancak savaşa müdahil olmamıştır. 1850’de kurulan Deniz Kuvvetleri Akademisi (Naval Academy) ile St. George College dönemin savaş yaralılarını tedavi amaçlı ağırlamıştır. Bu yapılar şehri ziyaret edenlerin mutlaka gezip tarihi ve geçmişi soluması gerektiğini düşündüğüm mekânlardır.
Şehir tarım ve turizm açısından da her zaman oldukça verimli gelişmelere adım atmıştır. Annapolis’in, kolonyal dönemde en önemli tarım ürünü tütündü. Tütün üretim ve ticaretini buğday ve meyve üretimi ve ticareti takip etmiştir. Ulaşımın zamanla buhar gemileri ve raylı trenler vasıtasıyla geliştirilmesiyle de İç Savaş döneminde bile pek çok ziyaretçiye ev sahipliği yapmıştır. İstiridye ve yengeç gibi deniz ürünleri ise Annapolis’in geçmişini günümüze bağlayan belki de en popüler olduğu ürünlerdir. Özellikle bölgede avlanan mavi yengeç ise Annapolis’in adeta ikonu haline gelmiş önemli bir semboldür. Annapolis’in kıyı şeridi bu yengeçlerin servis edildiği balık lokantalarıyla doludur. Cantler’s Rıverside Inn bunlardan en popüler olanlarındandır. Bunun dışında günümüzde bu liman geçmişinin üstünü ince bir tül ile örtercesine günümüzün sayfiye şehri özelliklerini öne çıkarmaktadır. Kafeler, barlar, lokantalar, oteller, yat limanları ve modern dinlenme eğlenme tarzını yansıtan geçmiş kokulu mekânlar…
Kolonyal Başşehir olduğu o ilk günlerinden bugüne Annapolis “Amerika’nın Atina’sı” olarak biliniyor. Burada kültürel ve ekonomik varlık, zenginlik, refah ve sonsuz bir misafirperverlik ile karşı karşıya kalmak mümkün. Annapolis halkı beni Amerika’da mutlu bir şaşkınlıkla karşı karşıya bırakan en misafirperver ve yardımsever insanlardır. Öyle ki, yolda yüz yüze geldiğiniz insanlar size selam vermeden geçmezler. Annapolis’e ilk geldiğim o günlerde bunu anlamlandırmam mümkün değildi elbette. Zamanla bu şehrin derinliğine indikçe geçmişine meydan okurcasına ziyaretçilerini kucakladığını çok daha iyi anlıyorum. Çünkü bu şehirde Kunta Kinte ve Martin Luther King başta olmak üzere insanlık ve umut için mücadele etmiş tüm insanların ruhunun dolaştığını söyleyebilirim.. Martin Luther King’in, 28 Ağustos 1963’te 200 bin kişinin önünde yaptığı konuşmasında bahsettiği rüyasının gerçekleştiğini bu şehrin sokaklarını gezerken iliklerime kadar hissediyorum ve Alex Haley’in anıtının önünde sessizce bu rüyayı onun ve atalarının ruhuna mırıldanıyorum..
Bir hayalim var
Bugün size diyorum ki, dostlarım, şu ânın getirdiği güçlüklere ve engellemelere rağmen bir rüyam var benim. Amerikan rüyasına derinden kök salmış bir rüyadır bu.
Bir rüyam var. Gün gelecek, bu ulus ayağa kalkıp kendi inancını gerçek anlamıyla yaşayacak. “Şunu kendinden menkul bir gerçek kabul ederiz ki, bütün insanlar eşit yaratılmıştır.”
Bir rüyam var. Gün gelecek, eski kölelerin evlâtlarıyla eski köle sahiplerinin evlâtları, Georgia’nın kızıl tepelerinde kardeşlik sofrasına birlikte oturacaklar.
Bir rüyam var. Gün gelecek, Mississippi eyaleti bile, adaletsizliğin ve baskıların sıcağıyla bunalıp çölleşmiş olan o eyalet bile, bir özgürlük ve adalet vahasına dönüşecek.
Bir rüyam var. Gün gelecek, dört küçük çocuğum, derilerinin rengine göre değil, karakterlerine göre değerlendirildikleri bir ülkede yaşayacaklar.
Bugün bir rüyam var benim.
Bir rüyam var. Gün gelecek, Alabama eyaleti, valisinin ağzından hep müdahale etme ve izin vermeme yönünde sözler dökülen o eyalet, küçük siyah oğlanlarla küçük siyah kızların, küçük beyaz oğlanlar ve küçük beyaz kızlarla el ele tutuşup kardeşçe birlikte yürüdüğü bir yere dönüşecek.
Bugün bir rüyam var benim.
Bir rüyam var. Gün gelecek, bütün vadiler yükselip bütün tepeler ve dağlar alçalacak, engebeli yerler düzlük yapılıp, girintilerle çıkıntılar düzleşecek ve Allah’ın şanı yeryüzüne inecek, bütün canlar hep birlikte görecek onu.
Bizim umudumuzdur bu. Güneye dönüşümde içimde taşıyacağım inançtır. İşte bu inanç sayesinde umutsuzluk dağını yontup bir umut anıtı yaratacağız. Ulusumuzu saran âhenksiz bağırtıları, bu inanç sayesinde güzel bir kardeşlik senfonisine dönüştüreceğiz. Bu inanç sayesinde bir gün özgür olacağımızı bilerek hep beraber çalışacak, hep beraber dua edecek, hep beraber mücadele edecek, hep beraber hapse düşecek, özgürlük için hep beraber ayağa kalkacağız.
İşte o gün Yüce Allah’ın bütün kulları, yepyeni bir anlamla söyleyecekler bu ilâhîyi:
Benim ülkem, senin ülken
Özgürlüğün güzel yurdu,
İşte söylüyorum sana:
Atalarımın öldüğü toprak burası,
Şehitlerin gururu olan toprak,
Her bir dağın yamacından,
Özgürlük yankılanacak.
Ve eğer büyük bir ulus olacaksa Amerika, bunun gerçekleşmesi şarttır. Öyleyse New Hampshire’in dev tepelerinden yankılansın özgürlük. New York’un ulu dağlarından özgürlük yankılansın…
Her bir dağın yamacından yankılansın özgürlük.
Özgürlüğün yankılanmasını sağladığımızda, her kasabadan ve köyden, her eyaletten ve kentten özgürlüğün yankısını duyduğumuzda, o gün yakın demektir ve o gün Allah’ın bütün kulları, siyahlar ve beyazlar, Yahudiler, Hıristiyanlar, Müslümanlar ve Budistler el ele tutuşup siyahların eski bir ilâhîsini söyleyecekler:
Sonunda özgürüz! Sonunda özgürüz!
Şükürler olsun Ya Rabbim!
Sonunda hepimiz özgürüz!
ANNAPOLIS – Bu yazı 2015 yılının Eylül ayında yayınlanan Gezgin dergisinin 103. sayısından alınmıştır.