Yazı ve Fotoğraflar : MEHMET KUTLU İNANÇ
Baharın gelmesiyle yollar daha bir cazip görünmeye başlıyor insana. Vakit ikindiyi biraz geçti, bir minibüs dolusu insanla ulaştık Ukrayna’nın kuzeydeki sakin kentlerinden Chernigiv’e. Amacım yol üstünde bir şehir daha görebilmek. Gece yarısı Minsk’e otobüs biletimi aldıktan sonra o vakte kadar oyalanıp otobüsün en arka koltuk sırasına kuruluyorum ve yolculuk başlıyor Minsk’e doğru.
Otobüs bizim memleketin servis otobüslerinde hallice. Yollar her ne kadar Batum Tiflis arası ile rekabet edecek kadar olmasa da çok fena dar ve bozuk. Uzunca bir süre zıplayarak yolculuk ettikten sonra ritme ayak uydurmayı başarıp arada sırada kestirmeye başlıyorum. Otobüs yolculuklarının en güzel yanı günlük yaşama daha yakın olabilmek. Mola yerlerinde inip adımlamak, sigara isteyenler, atıştıranlar, dalgın dalgın bakanlar ve sonunda hissetmeye başlıyorsunuz o toplumu. Haliyle daha yakın ve doğru bilgiler ediniyorsunuz. Tabii karayolunda uzun uzun düşünmek cabası. Yolculuk toplamda sekiz dokuz saat sürecek. Şoför abinin dediklerinden bir şey anlamasam da daha önceden araştırmalarım bu yönde. Üç saat kadar sonra gümrüğe ulaşıyorum. Vize yok belki ama, yine de bir tedirginlik oluyor insanda. Tüm çantalar yolcular tarafından alınarak otobüsten iniyoruz. Sırt çantam ve kameram yanımda bekliyoruz. Birazdan görevliler köpek eşliğinde geliyor. Çantalar büyük bir hassasiyetle arandıktan sonra çıkıyoruz Ukrayna’dan. Sınırdaki görevliler ciddi ciddi silahlanmış vaziyette. Savaş psikolojisi yahut şartları bariz bir biçimde hissediliyor.
Birazdan ulaşıyoruz Belarus sınırına. Orada da aynı şekilde sıraya giriyoruz. Görevli bayan birçok soru ile beni bekliyordu sanırım. Yüzüme envai çeşit açıdan baktıktan sonra soruları sıraladı. Tabii ortak bir dil bulamadık. Yorgunluğun etkisi ile gülmemek için kendimi tutmaya çalıştım ama dayanamadım. Sinirleri daha da bozulan görevliyi yatıştırmak diğer kabindeki memura düştü. Sonunda turist olduğum ve gezmek istediğim konusunda anlaştık. Mührümü kaptığım gibi kapıdan çıkmayı planlarken çanta kontrolüne geldi sıra. Çantam iyice arandı. Sadece Ukrayna’da bir arkadaşımın hediye ettiği Rusça Kuran takıldı gözlerine, aldılar baktılar baktılar, sonunda geçtim ve artık girmiştik Belarus’a “bekle beni Lenin caddesi” deyiverdim.
Tekrar uykuyla karışık ritimlerden sonra Minsk otogarına ulaştık. Kiraladığım evin sahibi ile buluşmam için henüz üç dört saat vardı. Önce para bozdurmak üzere terminal binasının yolunu tuttum. İlk kişide enselendim ve normalin altında bir döviz kuruyla bozdurdum. Yüksek sıfırlara alışkın olmadığım için kur çevrimini henüz hesaplayabilir hale gelememiştim.
Gerçi hiçbir kur hesabı İran kadar beni şaşırtamaz diye düşünmüyor değilim. Biraz para edinir edinmez hemen bir kahve mekânı bulup sıcak bir şeyler yudumlayarak neler yapacağımı düşünmeye koyuldum. Eve girmek için daha çok zaman olduğu için şehri adımlamaktan daha güzel ne olabilirdi ki?
Şehrin bende ilk ve en derin bıraktığı izlenim temizliği oldu. Bu kadar temiz ve sakin bir şehir olabilir miydi? Belediye başkanını içimden bolca tebrik ettim her adımımda. Sabahın ilk saatleri olması hasebiyle sakin olduğu düşüncem zaman geçtikçe “yok abi bu şehir cidden sakin bir şehirmiş”e dönüşecekti. Geniş ve temiz yollar, düzgün trafik derken saatler ilerliyordu. Fırsattan istifade kocaman tren istasyonunu da görmeden geçmek istemedim. İkinci katta banka şubesini görünce vakit varken biraz daha para hazır etmek iyi olur diyerek sıraya girdim. Sırada beş altı kişi vardı ki birkaç dakikada biterdi benim hesabıma göre. Lakin banka görevlisi galiba parayı içerde basıyor. Her kişi en az beş dakika işlemden geçiyordu. Muhtemelen en hoşuma gitmeyen şeylerden biri döviz büroları oldu bu ülkede.
Yolculuk açlığımı da artırmıştı, sırt çantamda yeterli yiyecek olmayınca bir şey atıştırmayı kafaya koydum. Bulabildiğim bir alışveriş merkezinde bir yerler vardır ümidiyle hayatımda ilk defa AVM açılışı bekleyen insanlarla birlikte sıraya girdim. Saat tam onda kapılar açıldı ve hayat başladı. Öncelikle bir sim kart almakla işe başladım. Pasaport kaydı vs derken hızlıca bir kart edindim, ancak sadece interneti kullanabildiğimi de belirtmem lazım. Belki farklı bir tarife seçmem yahut yurtdışını arayabilir bir hat almam gerekiyordu. Bunu anlatacak ne gücüm ne de bilgim vardı. Ama internet en azından mesajlaşmak için yeterli oldu. Üst kattaki lokantaya sonunda ulaştım. Kocaman sırt çantası ile aç bir adam herkesin ilgisini çekiyordu. Sonunda yumurtama ve kahveme kavuşmuştum. Ne büyük bir mutluluktu bu. Yanında farklı bir içecek olarak içinde kuşkonmaz ve salatalık yüzen bir sürahi suyu da keyifle içtim. İş hesabı ödemeye gelince kredi kartımla ödemeyi denedim. İki farklı kartın isimlerini söyleyerek ona göre cihaz getireceklerini söylediler. Sonunda ödemeyi yapıp bahşiş için hesaba başladım. Onlarca kağıt parayı büyük bir keyifle bahşiş olarak bıraktım ki, toplam rakam muhtemelen birkaç lira idi. Daha şimdiden Ukrayna’dan sonra fiyatlar daha pahalı görünmeye başlamıştı gözüme.
Ev sahibi sonunda aradı ve tarifi alıp yola koyuldum. Otobüsten biletimi alıp akabinde delgi makinesinde delerek bir koltuğa yanaşmayı başardım. Şehir hala sakin ve sessiz. Kısa bir süre sonra eve eşyalarımı bırakıp fotoğraf makinamı alıp sokaklara fırlamış halde buldum kendimi.
İlk hedef Gorki Park’a doğru şehri adımlamak oldu, hani vakit olsa “Ana’yı, Benim Üniversitelerimi ? Bir okusam şurda yan gelip yatarak” dediğim park. Gorki Park nispeten daha kalabalık ve çocukların da neşe kattığı bir mekân. Yol boyunca yeni binalar göze çarpıyor. Mimari özenli ve yollar çok geniş. Bahçeler de çok geniş ve yemyeşil. Her ne kadar bir süre sonra alışsam da, yine de zihnime kazındı bu. Bir şehrin en güzel yanlarından biri de içinden bir nehrin geçiyor olması. Minsk bu yönden de şanslıydı ve bunu çok güzel bir şekilde değerlendiriyordu. Nehir boyunca çocuklar ve gençler için oyun alanları, spor aktiviteleri ve biçimli binalar. Şehirde eksik olan tarihti sadece. Her şey çok yeniydi sanki. Bunun en büyük sebeplerinden biri savaşların bu şehirleri yerle bir etmesi galiba. Özellikle birkaç gün sonra varacağım Brest neredeyse tamamen yıkılmış savaş esnasında. Bunu Suriye’de Hama kentinde de yaşamıştım. Tarihi Halep’ten yine başka bir tarih merkezi Dimaşk’a giderken yolun ortasında yeni binalardan oluşmuş bir kentti Hama.
Kaldığım günler ulusal zafer bayramlarına yakın bir zaman olduğu için her yer kahramanlık ifade eden flama, fotoğraf ve anılarla süslenmişti. Belki de ülkenin siyasi yapısından olsa gerek Sovyet kültürünün yanı sıra askeri bir düzen ister istemez hissediliyordu. Göz alabildiğine büyük Gorki Park’ın içerisinde çeşit çeşit oyun alanları, eğlence araçları benim de dikkatimi çekti. Şehri yukardan görebilmek için dönme dolabı gözüme kestirdim. Kapalı kabinde fotoğraf çekmenin zor olacağını düşünürken kendimi açık kabin için bilet almış buldum. Çevremdeki insanların da desteği ile yükseklik korkum olmasına rağmen binmeye karar verdim. Birkaç metre yükseldikten sonra yanımdaki arkadaş boynumda asılı fotoğraf makinamı düzeltip çekim yapabilmem için hazır hale getirdi ama, ellerim o kadar sıkı sıkıya yapışmıştı ki koruyucu demirlere, indikten sonra saatler boyunca sızısını hissettim. Bir defa gözümü açabildiğim dönme dolapta hayatım bir film şeridi gibi geçti gözümün önünden. Yaptıklarım, yapamadıklarım, yapmak istediklerim hatta mali konular, cevaplanması gereken mailler, aranması gereken kişiler, son kez sesini duysam dediğim kişiler. Galiba gezilerin bir güzel yönü de bu, korkularını yenmek ve farklılık katmak hayata.
İndikten sonra bir süre konuşmak ve yürümekte zorluk çektimse de keyfi bende kaldı. Baharın resmigeçidini izleyerek parkı doyasıya adımladım. Nehrin oluşturduğu göletin çevresinde ne yazık ki mangal keyfi yapamadım ama güvercinlerle eğlenmek de fena olmadı. Vakit akşam olmadan eve uğrayıp biraz dinlenip yemek için dışarı çıkmak planımdı. Yemek için yerel yemekler yapan bir lokanta buldum. Sıcak renkli ışıkta patates, pankek menülerine dalarak geceyi noktaladım. Ancak iş burada bitmedi. Yorgunluğun da etkisi ile olabilir uyku tutmadı ve gece yarısı dışarı çıktım. Cadde boyunca hızlı adımlarla gezinerek özgürlük meydanına bir daha vardım. Yollarda neredeyse kimsecikler yoktu. Arada sigara soran kimseler o kadar. Hatta hava karardıktan sonra açık bir market, bir dükkân bile bulmak neredeyse imkânsız denebilir. Bu sayede yiyecek içecek bir şey lazımsa bunu gündüzden almayı ilk gün öğrenmiş oldum.
Her kentte olduğu gibi büyük meydanlar ve çevresinde kamu ve gösterişli binalar görüyoruz burada da. Minks’teki bağımsızlık meydanı Avrupa’nın sayılı büyük meydanlarından biriymiş. Çevresinde Belediye, bakanlıklar, üniversiteler ve metro merkezi gibi binalar var. Ama fark edeceğiniz temel fark kızıl kilise. Yani Aziz Simon ve Helen kilisesi. Kızıl renk binalar dikkat çekmekle birlikte galiba geçmişten gelen bir özellik. Özetle kırmızı devasa bir kilise veya kocaman bir cam tavan üzerinde temizlik yapan insanlar gördüğünüzde bilin ki özgürlük meydanındasınız. Bu arada bu tarihi kilise yüz yıllık. Şehrin diğer yanında ise Zafer Meydanı bulunuyor. Gorki Parkı’nın hemen yanı başındaki bu meydanda ise kırk metrelik bir anıt dikili vaziyette. Savaşta verilen kayıplara adanmış. Savaşlar kolay kolay unutulmuyor, hele de ikinci dünya savaşı. Zalim Naziler dümdüz etmişler buraları.
Zafer Meydanı’na çok yakın bir alanda sirk ve opera binasını göreceksiniz. Eğer zamanım olsa sirke kesinlikle katılmak isterdim. Zaten çok meşhur olmasından dolayı olsa gerek Zafer Meydanı’nın eski adı Sirk Meydanı imiş.
Kentteki kızıl kiliseden başka görülebilecek seviyede bir de Aziz Elizabeth Manastırı var.
Müze yönünden açıkçası aman aman bir liste sizi beklemiyor. Sanat ve tarih müzesi diyebiliriz özetle. Ben tarih müzesini tercih ettim. Yavaş yavaş adımlarla, bir anda bitmesin diyerek gezdim. Hoş bilet ve hediyelik eşya satan teyzeler bu konuda yine çok yardımcı oldular. Neredeyse aldıklarımın hesaplanması, ödenmesi ve poşete koyulması yarım saat sürdü. Mısır çarşısında bir esnaf olarak gözümde canlandırmayı bile başaramadım.
Gitmeden önce okuduğum kitaplarda ihtişamlı Minsk şehir kapısı meğer otogarın tam karşısında üzerinde saat olan bina imiş. Şehirde adımlarken Mardin kapı türküsü eşliğinde gülümsemeden duramadım. Bazen beklentileri küçük tutmak lazım ama binanın üzerindeki dakikayı gösteren şeyin 300 kilogram olduğunu söylemeden geçmemek lazım. Diğer ilginç gelebilecek bina ise KGB merkez binası. Açıkçası sadece ismi ilginç, insan görünce evet gördüm yürümeye devam diyor. Lenin Caddesi Minks’in en canlı ve kalabalık caddesi diyebiliriz. Alışveriş, yeme içme vs. bu caddede adımlamak kâfi.
Belarus her anlamda Rusya’ya oldukça yakın. Bely Rusçada beyaz demek, haliyle beyaz Rusya ismi buradan geliyor. Tabii şöyle bir incelik de var, İngilizcedeki “blond” kelimesinin karşılığı da Rusçada “bely”. Beyaz Rusya, Sarışın Rusya demek yani. İnsanlar daha çok Rusça konuşuyor. Sovyet kültürü, sosyalizm bariz olarak hissediliyor yaşamda. Unutmadan fotoğraf çekerken dikkat olunması gerektiğini yazıyor bazı kişiler. Hoş ben kazasız belasız geldim ama yine de kamu asker binalarında dikkat etmek faydalı olabilir. Bir de gümrükte giriş çıkış tarihlerinin yazılı olduğu ve mühürlenen o beyaz minik kâğıt var ya, ona dikkat. Şoförün bana onu teslim ederkenki bakışı, “hacım kendini kaybet ama bunu kaybetme” şeklinde idi.
Sakin ve temiz bir kent olarak hafızalarımızda yer alan Minsk’ten ayrıldık. Otogarın karşısından minibüsçüye isim yazdırılarak rezervasyon yapılıyormuş. Biraz zaman olunca atıştırmak amacıyla ilk geldiğim günkü alışveriş merkezine attım kendimi. Geleneksel yemekler arasında bir de soğuk pancar çorbası deneme fırsatım oldu. İçerisinde süt, yumurta ve pancar var; tabii ki bu çorba soğuk olarak içiliyor. Yanında ise patatesli pankek. Deniz ürünlerini hariç tutarsak bana uyan siyah ekmek var bu ülkenin mutfağında. Menüler et dolu bu arada. Et patates favori yani.
Minibüs saatinde kalktı ve Mir kasabasına doğru yola koyulduk. Bu kasabanın en önemli özelliği tarihi kalesi ve Yahudi dünyasında önemli insanları yetiştirmiş olması. Unesco’nun bile ayakta alkışladığı, görenlerin geriye dönüp bir daha baktığı, yaşlı teyzelerin üç defa tahtaya vurup şeytan kulağına kurşun döktürdüğü bu kale için “evet Belarus’a iyi ki gelmişim” diyebilirdim. Kırmızı toprak rengi kalenin yanı başında bir nehir yavaştan akıyor. Nehirde ördekler, minik bir ada, ağaçlar, gölette yansımalar vs derken fotoğrafçılar için kurulmuş bir stüdyo gibi burası. Burada fotoğraf çekmek için yarım gün harcamak bile mümkün. Kale ise Cüneyt abisini bekliyor dört gözle. Turistler bahar ayı olmasına rağmen yine de ortalıkta geziniyorlar. Ayrıca bir de ücretsiz döneme denk gelmenin mutluluğu cabası. Kale 700 yıllık. Kimler gelmiş geçmiş buralardan diye anlatmışlar. Ama iki akım dikkat çekiyor, bir Müslümanlar, iki Naziler.
Mir kasabası geçmişte Yahudiler için önemli bir merkez, hatta İsrail’e 63 -73 arasında başkanlık etmiş Zalman Shazar da bu kasabadan. Yahudi diasporası, Nazilerin katliamları ve yaptıklarına ilişkin bir minik müze hemen girişte solda. Şamdanlar, yanmış Tora kitapları, kıyafetler, Nazilerden kalma birkaç fotoğraf içerdeki daha küçük odada sergileniyor. Karşıda ise malikâne bulunuyor. Çeşitli zamanlarda farklı ailelerce el değiştirmiş bu malikâne. Şimdilerde müze haline gelmiş malikâne için en az iki saat ayırmanız lazım. Bu arada zorda kalırsanız kasabada minik bir otel var, orada gecelemek mümkün ve hemen kasaba otogarının yanı başında. Eğer otogara yolunuz düşerse sırt çantamı emanet olarak alma nezaketi gösteren o hanım teyzeye selam söyleyin benden, bir teşekkür daha edin. Müzeye dönecek olursak, özellikle misafir
salonu insanda hayranlık uyandırıyor, hele de tavanı.
Bu odada kurulu bir masa vardı ama zamanımız olmayınca müsaade isteyip diğer av odasına geçtik. Onlarca masum hayvanın postu, kafası vs sergileniyor bu odada. Anlaşılan burada oturan zenginlerin en büyük hobisi buymuş. Zemin katta kocaman mutfaklar, mahzen ve içki depoları var. Kalenin avlusu dikdörtgen şeklinde ve ortasındaki büyük su kuyusu ilk girenlerin poz verdikleri yer. En büyük salon ise balolar için hazırlanmış. Orada bir sergi olduğu için fotoğraf çekemedim ama normalde serbest. Ayrıca müzenin çıkışında dikkatle zaman ayırmanızı tavsiye edeceğim Belarus kalelerinin minyatürleri olan bir oda var. Orada Grodno Kalesi’ni gördükten sonra “galiba bir sonraki hedef belli oldu”dedim.
Kaleden apar topar çıkıp koşar adımlarla otogara yetiştik. Aynı rotada farklı insanlar ve gruplar da olunca işim nispeten rahat. Zira çok küçük kasabalarda zaman çizelgesi her zaman tutmuyor. Hele de bir müşteri iseniz. Bu gibi sakin ve küçük mekânlarda yarım gün – bir gün geçirince insanlar birbirine daha yakın ve yardımcı olmaya hazır oluyorlar. Mesela fotoğraflarda yardımcı olan gençler bir yerde duraksayınca hemen fotoğrafını çekelim mi diye bir bakış fırlatma refleksi bile geliştirebildiler. Ama bunu bir kent merkezinde hatta müzede yakalamak maalesef mümkün olmuyor.
Sonunda tombik ve güleç yüzlü şoförümüz geldi ve yarım saat mesafedeki tren istasyonuna bizi yetiştirdi. Tren istasyonunda biraz dinlenme ve ikindi namazı derken bir teyze elinde sigarasıyla geliverdi. Arkadaşların tercümesiyle Minsk’e gitmek istediğini ama bilet parasının olmadığını söyledi. Muhtemelen eğer aynı dili konuşabilsek sabaha kadar anlatacak hikâyesi vardı garibin. Biletini aldık, herkes kendi trenine bindi. Pek kimsenin olmadığı kompartımanlarda sakin sakin Brest’e doğru yol almaya başladım. Yine insanın düşünecek, hayal kuracak vakti olması ne güzel. Günün değerlendirmesini sırt çantasına sarılarak yapmak ve sızıp kalmak, gezen birisi için cidden keyifli zamanlar.
Brest yolcusu kalmasın ikazından sonra alelacele uyanıp istasyonda buldum kendimi. Bir yandan ev sahibine ulaşma, bir yandan adres bulmak derken gecenin ilerleyen saatinde kavuştuk birbirimize. Ev sahibi emekli bir komutan edasında, en ince detaya kadar yazmış hazırlamış sağ olsun. Eve girerken neredeyse hazır olda beklemem gerektiğini hissettim. Nereye gidilir, ne yapılır ne yapılmaz, tek tek anlattı sağ olsun. Gece hızlı bir atıştırmadan sonra Brest Kalesi hayalleri ile rüyalara daldım.
Geceden aldığımız tembihlerle sokağa fırladım hemen. Gece kimseler yoktu belki ama gündüz de çok farklı değil. Polonya’ya yakın olmanın da etkisi olsa gerek burada insanlar bir şekilde çalışıyor ve üretiyor. Sokaklar inanılmaz sakin ve temiz yine. Kör şeytan cebimde Kiev’den kalan şekerlemelerden ye, kâğıdını at yola diyor. Yollar çok net ve düzgün. Bir caddeyi tutturunca şehrin diğer ucuna ulaşabiliyorsunuz. Ana caddenin sonu Brest Kalesi’ne gidiyor. Yollarda güvercinler, temizlik yapan insanlar derken sağda onlarca lokomotifin sergilendiği müze, solda ise nehir geliyor. Tam karşımızda devasa bir beton kapı ve içerisinde bir yıldız simgesi var. Hisara geldiğimi anlıyorum. Yol boyunca sürekli koşan insanları da unutmamak lazım bu arada, insanlar spor yapmayı seviyorlar, zaten çok şişman hareketsiz insan pek fazla görünmüyor.
Girişe varıyorum, 15-20 metre yüksekliğinde siyah taştan dizayn edilmiş bir blok kapıdan giriyorum yavaş yavaş. Taşın genişliği ise en az iki katı. Bir radyo açık sanki, madenden gelen çekiç sesleri, savaş uçakları ve düşen bombalar.Bu efektler henüz girişteyken beni ürkütmeye yetti de arttı. Kale iki yüz yıla yakın bir geçmişe sahip. Ancak ikinci dünya savaşında neredeyse tamamı yerle bir edilmiş. Girişte solda susuzluk heykeli iç acıtıyor. Naziler burayı kısa sürede ele geçireceğini umar ancak halk inanılmaz bir savunma ve mücadele verir. Savaşın ilk günlerinde suyu kaybeden şehir halkı yazın sıcak günlerinde susuzluktan tek kelime ile kırılır ve bir trajedi yaşanır. Geceleri bile özellikle aydınlatılarak Muhaets nehrinden insanların su alması engellenmiş hatta savaş sonrasında inanılmaz sayıda çok delik miğfer bulunmuş bu nehirde. Su hem yaşam hem de ısınan silahları soğutmak için elzem olunca insanlar su için canlarını vermiş özetle.
Kale inanılmaz temiz, yeşil ve düzenli. Biraz ilerde tanklar var. Tam ortada kocaman bir taş ve üzerinde işlenmiş bir insan başı. Yanı başında ise uzun metal bir direk ve tabi bunlar koca bir meydan içerisinde. Meydana muhtemelen on binlerce insan sığabilir. Ortasında binlerce ismin yazılı olduğu levhalar var. Ana heykeli oluşturan insan başı 30 metreden uzun ve genişliği yine iki katı. Üzerinde orak çekiç simgeleri, arkasında asker motifleri ile bezenmiş. Sonsuzluk ateşine bakıyor, dalıp gitmiş vaziyette. Yanı başında ise zaferi simgeleyen yüz metreden uzun direk var. Direk deyince basit bir şey değil, oldukça geniş metalden parçalar halinde yapılmış. Hemen arkasında ise Ortodoks kilisesi var. Kilise yaklaşık 150 yıllık bir maziye sahip. Şimdiler tekrar bir elden geçiriyorlar sanırım, zira inşaat vardı. Kalede birçok gözetleme kulesi, köprü ve bina var. Bunlar kışla, okul ve yemekhane olarak kullanılmış. Kalede bolca Sovyet havası alıyorsunuz, bir yandan da olanlara üzülmemek elde değil. Askerler kızlı erkekli resmi geçit yapıyor burada. Çocuklar sıra halinde geliyor kaleye. Çocukluğum aklıma geliyor. Sıra olup giderdik biz de gösterilere. Çok sıkılırdım. Bu çocuklar da ne derece gönülden geliyorlar bilmiyorum ama tarihlerini bilmeleri ve öğrenmeleri önemli. Yeter ki başka insanlar sabit düşman olarak öğretilmeye kalkışılmasın.
Gençlerden oluşan bir grup yolları temizliyordu yine. Bazıları içlerinde mızmızlanıyordu. Anlaşılan yarı gönüllü, yarı da görevlendirme ile çocuklara yaptırılan bir temizlik programı idi bu. Kalede gezinmek için beş saate ihtiyaç olacaktır. Hele de cennet gibi bahçelerde biraz dinlenmek çok iyi gelecektir. Akabinde yine iki saatinizi alabilecek tren müzesine gidebilirsiniz. Elliden fazla harika renkte ve durumda sizi maziye götürecek tren açık havada sergileniyor. Üzerlerinde hâlâ mumla çalışan fenerleri, Stalin Lenin armaları olan trenlerin içine girebiliyorsunuz, lokomotif kısmında neler var bizzat görebiliyorsunuz. Kömür atmak isteyen için bir ortam hazırlamışlar.
Şehirde Lenin heykelini ziyaret edebilirsiniz ayrıca, komünizm caddesi üzerinde o da. Brest’te uzun zaman “oturmayın, dokunmayın” yeni boyalı yazıları gördüm bolca. Belki de baharın gelmesi ile şehir topyekûn bir temizlik ve hazırlığa girdi. Kente veda ederken Brest otogarında bir tane kedi gördüm. Galiba yol boyunca gördüğüm tek kedi buydu ve beni uğurluyordu. 1001 gece masallarından fırlamış gibi görünen Aziz Nikolas Kilisesi’nin hemen yanı başında otogarı buldum. Oldukça eski bir otobüs ile Ukrayna’nın Lutsk şehrine doğru yola koyulduk. Daha alınacak çok yol var ne de olsa.
Bu yolculukla birlikte bir çoğu birden fazla olmakla beraber yirmi ülkeyi sırt çantamla gezmiş oldum. Destek teşvik ve katkılarını esirgemeyen herkese bu vesile ile teşekkür etmek istiyorum.
BELARUS – Bu yazı 2015 yılının Ağustos ayında yayınlanan Gezgin dergisinin 102. sayısından alınmıştır.