Şehirleri, ülkeyi, dünyayı yeniden inşa etmek diye de bir başlık atılabilirdi. Özelde İstanbul’un inşası; aynı kırmızı çizgiler içinde yer alan ülkenin tamamındaki mimari hareketliliği, inşa felsefesini özetleyen bir prototip durumunda. Kendisi bir ülke ‘kalabalıklığında’ olan İstanbul’dan yola çıkarak; son yılların konut yapımı başta olmak üzere şeh(irler)rin yeniden tasarlanma sürecine göz atalım istedik. Buyurun buradan ‘yakın!’
Yazı ve Fotoğraflar: Halit Ömer Camcı
Mutlu kentler mimarisi olan kentlerdir. / Le Corbusier
Seyyahların âşık olduğu bir şehirde, dünya mimarlarının imrenerek baktığı ve kopyalamaya gayret ettiği mimari geleneklerin; haritanın her bir yanına serpildiği bir ülkede yaşıyoruz. İstanbul bir başkent, Türkiye bir açık hava müzesi. Bundan kimsenin şüphesi yok. Dünya tarihinin büyük seyyahları, vazgeçilmez ressamları, kalplere dokunan şairleri bu şehre uğramışlar, anlatmışlar, tasvir etmişler ve dizelerin en güzelini bu şehirle süslemişler. Bu teveccühün temelinde şehrin ziyaretçisini, yaşayanını cezbeden, ferahlatan, mutlu eden bir tarafı olduğu kesin. Siluetinin ‘biricikliği’, kültürel aurası, mimari geçmişi, içinden geçen denizi ve daha birçok sebep bunlar arasında sayılabilir. 16. Yüzyıl Venedik Büyükelçisinin sözü çok manidar; Roma yeryüzünün hülasasıdır. İstanbul ise yeryüzünün kendisi.
Önce bunları cebimize koyalım.
Mimarlar ne yapar?
Tek cümleyle: ‘Taş, ahşap, beton ve çelikten malzemeler ve fiziki kurallarla hayatı tasarlarlar.’ Kendileri göçüp gittikleri çağlarda bile o mekânları kullanan insanların hayatlarını şekillendirirler. Bakacakları ufku ya da bir başka duvarı dizayn ederler. Aile içi mutluluğu, komşuluk ilişkilerini, mekân sakinlerinin sağlıklarını, dostluklarını, hatta ahlâki duruşlarının dış hatlarını çerçevelerler. Taşla-ahşapla, çiviyle- çekiçle bunu yapmak mümkün mü? Cevap hızlı ve kısa olsun: Evet mümkün!
İhtiyaç olan nedir / ya da / temiz havanın ve bol ışığın tadı
İnsan olmanın ihtiyaçları listesinde ilk sırada yer alması gerekenler diye bir sıralama yapsak; temiz hava ve bol ışık belki de en başlarda yer alacak ihtiyaçlar olacaktır. Buna güzel manzara, bahar akşamlarının serin meltemi, alabildiğine bakılabilen uzaklar, gökyüzü, kuş sesi, dere şırıltısı, rüzgârda birbirine vuran yaprak hışırtısını da ekleyebiliriz. Bir de ve elbette horoz sesini. Tüm bunların mimari ile, inşa etmeyle, yolla-köprüyle ilgisini anlatmak için birkaç basit cümle yeterli olacaktır. ‘Mutsuzuz. Evlerimiz bize bıkkınlık veriyor; evlerimizden kaçıp kahvelere, toplantılara, eğlencelere, sokaklara caddelere sığınıyoruz. Ya da hüzünlü hayvanlar gibi somurtuk bir şekilde toplanıp evin içine kapanıyoruz. Ruh sağlığımızı bozuyoruz. (Bu cümleler İsviçre asıllı Fransız mimar Le Corbusier’in Bir Mimarlığa Doğru kitabından mülhem.)
Mimari kusurların faturasını gelecek nesiller öder
Biçimsiz bir bina düşünün. Çıkıntıları ile göze batan, şehrin güzel manzarasını kapatan bir köprü hayal edin. Binlerce yıllık şehirlerin en göbeğine, tamamen pratik faydalar için yapılmış, ama tasarım olarak da özenilmemiş bir yapı aklınıza getirin. Yapanın gurur duyduğu ama bakanın ve içinde yaşayanın bir tarafını acıtan, gözünü inciten, ufuk fikrini karartan bir inşa hareketi; günlük kullanımda ne kadar faydalı olursa olsun bir eksiklik hissi, bir göz tırmalama duygusu ile kapladığı alanda ve hayatın içinde ‘başarısız’ bir proje olarak anılacaktır.
Paha biçilmez fiyatlara inşa edilen ve şehir mimarisinde hacimli bir yer kaplayan yapıların, şehirden ve şehrin geleceğinden kopuk bir tasarımla yapılmasının en çözümsüz yanı; yapıldıktan sonra çok büyük bir gayret olmazsa eğer, aynı çirkinlikle onlarca yüzlerce yıl orada kalması ve genel manada ‘manzarayı bozması’dır. Şehrin siluetini, kimliğini, resmini etkileyecek yapılar; ‘oldu artık ne yapalım, bir kere inşa edildi böyle gitsin’ zihniyetine emanet edilemezler. ‘Gökte yapılıp yere indirilen şehir.’ Sezai Karakoç’un Kudüs için söylediği bu cümle için biz; şehrimizi İstanbul olarak seçtiğimizde durup düşünmemiz gereken bir çağa geldiğimiz gerçeğini de görebilmeliyiz.
Şehre çıban çıkarttırmak!
Şehirde yapılan inşa hareketinden sonra değişen iklim şartları, doğal yaşamın zedelenmesi gibi konulardan bahsedilmesi görevini bilim adamlarına, uzmanlarına bırakmak gerekiyor. İşi estetik olan bir fotoğrafçı olarak sözümüz şudur: Şehre yapılan her ‘çıkıntı’nın; şehrin belki de en değerli varlığı olan görüntüsünü deforme edeceği bir gerçek. Yapılan her yeni mimari ekleme şehrin kendi gövdesinin doğal bir uzvu gibi konumlandırılabilmeli. Süleymaniye’nin İstanbul’a kattığını başka hangi bina ile tamamlayabilirsiniz? Ya da onu siluetten sildiğinizde yerine ne koyabilirsiniz? Mimari yapılar hüküm cümleleri gibidir. Söylersiniz ve o söz yüzyıllar boyunca yankılanır. Bazen hoş bir sadâ, bazen çirkin bir çığlık olarak.
Uygar kişi, düzenli dünya özlemi olan insandır / Oruç Aruoba
Düzenleme tutkusu, anlamsız; ve kimi algılar için ‘olsa da olur olmasa da’ şeklinde değerlendirilebilir. Kakofoniden, kaostan beslenen, bundan ilham alan bir hayli insan bulunsa da temel insan alışkanlığı; temizliği, düzeni, estetiği, bütün izafiliği ile birlikte ‘güzel’i istemekte ve tercih etmektedir. Özellikle milyonlarca insanın yaşadığı şehir hayatında. Bu bağlamda bir hayal olarak başlayan her proje, o tasarıma bakacak, halihazırda ve gelecekteki milyonlarca insan hesaba katılarak yapılmalıdır. Uygar kişi düzenli, estetik bir dünyayı özleyerek ömrünü geçirmemeli, onu bulmalı ve onda yaşamalıdır.
Kötü örnekler
Galata Köprüsü
Tarih boyunca Haliç’in iki yakasını birleştiren birçok köprü yapılmıştır. Bilinen ilk kayıtlara göre, Altın Boynuz üzerine ilk köprü 6. yüzyılda I. Justinianus tarafından yapıldı. Adının ‘Aghios Khalinikos Köprüsü’ olduğu bilinen köprünün yeri tam olarak tespit edilmemekle birlikte, 12 kemerden oluşan bu taş köprünün Eyüp-Sütlüce arasında olduğu tahmin edilmektedir. Köprü Osmanlı döneminde ve Cumhuriyet’e geçişten sonra da birçok kez farklı formlarda inşa edilmiştir. Son galata köprüsü büyük bir metal yığını olarak Haliç’in Boğaz’a akan tarafına bir set çekmiş ve tam ortasına denk gelen yerlerdeki kalın büyük çıkıntılarla hem kendi düzlemini hem de şehrin siluetini deforme etmekte, kaba hantal yorgun bir metal yığını olarak bir gün paslanıp gideceği günü beklemektedir.
Esenler otogarı
Yapıldığında bir mimari hayalet bina şeklinde şehrin en aktif ‘hareket’ merkezi iken şimdi mümkünse hiç uğranılmak istenmeyen bir ‘otogar’ olarak şehrin içinden çıkıp gideceği günü gözetliyor. Devasa otobüslerin dar beton koridorlar arasından ilerleyip yükselerek otogarın ana meydanına çıkmak için trafikli zamanlarda saatler harcadığı ucube bir yapı. İlk tasarlayanlar, buna onay veren yetkililer başkaca birçok şehirdeki otogar binasının pratikliğinde kullanışlı bir ‘hareket merkezi’ inşa edebilirlerdi. Yazık ki harcanan büyük paralar, emekler, milli sermayeler bir zaman sonra büyük bir israf olarak hiç yapılmamış gibi yok olup gidecek.
Zeytinburnu Onaltıdokuz Kuleleri
Özellikle Üsküdar Salacaktan görülen ve tam da Sultanahmet’in minarelerinin arkasında yer alan Onaltıdokuz Kuleleri binlerce yılda oluşmuş şehir siluetini deforme eden ilk yapılardan. Türkiye gündemini uzun süre meşgul eden ve ancak yapılıp bittikten sonra çirkin bir ‘çıkıntı’ olduğu fark edilen ve mütahidine sadece küsülerek tepki konulan, akabinde de en azından üst katlarının tıraşlanması kararı alındığı halde hali hazırda hiçbir düzeltme yapılmayan bir bina olarak, orada, güpegündüz hepimizin gözü önünde durmaktadır.
Haliç metro bağlantısı köprüsü
Açılışı geçtiğimiz haftalarda yapılan ve İstanbul trafiği için çok temel bir çözüm olarak değerlendirilen, Sarıyer’le Havaalanını, Kadıköy’ü, Yenikapı’yı bağlayan Haliç Metro Bağlantı köprüsü Galata-Azapkapı tarafından bakıldığında şehre saplanmış bir ‘boynuz’ görüntüsü ile tam da Süleymaniye Camii siluetinin yeni arkadaşları olarak bu yüzyıldan sonraya kalan bir köprü imajıyla dikkat çekiyor. Kendisinden bu şehre bir ‘eser’ bırakmak isteyen yerel yöneticilerimizi tebrik mi edelim, ‘daha estetik’, ‘şehre yakışır’ da yapılabilirdi diye hayıflanalım mı? Kararsızız. Hayırlı olsun.
Sulukule Evleri
Edirnekapı Mihrimah Camiinden Vatan caddesine kadar inen aralıkta yer alan Sulukule evleri şehrin mimari dönüşümü için çok önemsenen bir proje olarak hayata geçirildi. Gecekondu evler, derme çatma barakalar halindeki mahalle büyük bir gayretle yıkılıp yeniden inşa edildi. Proje, Ayasofya ile Topkapı Sarayın arasında yer alan Soğukçeşme Sokak projesi gibi geleneksel Türk mimarisi için büyük bir imkân olabilirdi. İstanbul’a uğrayanların, geçmiş yüzyıllardaki İstanbul’u hayal etmelerine gerek kalmadan uğrayıp gerçeğini görebileceği bir muhit haline getirilebilirdi. Uzun yıllara yayılmış, büyük emekler ve ödenekler ayrılmış Sulukule Projesi, yakın zamanlarda nihayete ulaştırıldı ve evlerde birer birer ışıklar yanmaya, ev sahipleri evlerine yerleşmeye başladı. Uzmanları, yüksek mimarlar, peyzaj tasarımcıları, şehirler inşa edenler ne derler bilinmez ama şu anki görüntü hakkında bir soru proje hakkındaki fikrinizi şekillendirmeye yetecektir? Usta, ağaçlar nerede? Sadece bir otomobilin geçebileceği dar sokakların kenarlarına konumlandırılmış, nefes almayan, çoğu karşı komşunun duvarını ya da penceresini, olmadı sur duvarlarını gören evler şeklinde konumlandırılmış ve maalesef mübalağası ile söylemek gerekirse bir tane ağaç dikecek boş alan bırakılmamış. Dünya bin yıl daha yaşarsa ve o zaman geldiğinde ‘insanî’ yetenekleri yerli yerinde mimarlar, ehli insaf planlamacılar gelirse; şehir yıkılıp yeniden inşa olduğunda bir şeye benzeyebilir. Belki de.
Ağaçlar ülkenin kaderinin üstünde oturabilir mi?
Aynı zamanda ressam da olan Le Corbusier’in Osmanlı sokaklarını çizdiği bir eskizin altına yazdığı notta şöyle yazıyor: ‘Her Türk yaptığı evin yanına bir ağaç diker.’ Binyıllardır ağaç dikiyoruz. Ağacın dalını kesmenin dahi bir cezasının bulunduğu kültürden ormanları kesip biçmeye, şehirlerin her yerine rekor seviyede AVM serpmeye doğru ilerleyen, bir yeşilden arınma yüzyılına geldik. Taksim’de sosyal bir patlamaya neden olan ağaç kesme teşebbüsü gürültüsü arasında birçok ağaç ve ormanlık alan kayıplara karıştı. Yaşadıklarımız, gelecek yüzyılların kayıp kentlerinin ilk adımları olabilir. İşin ilginci hepimiz tehlikenin farkındayız.
Geleceği ışıtanlar
Mimarlar zamanına ayna tutarlar. Bu yüzyılın mimarlarından geleceğe nasıl bir ışık yansıyacak? Gri betonlardan yaşanılmaz bir ‘yığın’ mı? Bir medeniyet başkentinin büyüleyen görüntüsü mü? Karar hepimizin.
Bu yazı 2014 yılının Mart ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 85. sayısından alınmıştır.