Yazı: Halit Ömer Camcı – Fotoğraf: Mehmet İnanç
Evlerimizde. İnternet başında. Bilgisayar demiyorum. Laf-ı güzaf içinde. Çok önemli çok önemli dediğimiz ama aslında teraziye vurduğumuzda çok hafif kalan kavramların peşinde.
Bize kimler bakıyor?
Dost yüzler. Aynalar. Eski resimler. Cep telefonumuzun ‘akıllı’ yüzü.
Hayat bir ırmak gibi akmıyor. Niyagara’dan aşağı düşer gibi her anımız. Doğduğumuz günden itibaren düş’üyoruz sanki. Sanki. Sükûnet artık adını dahi unuttuğumuz bir ‘eski’ dostumuz. Rüyalarımız bile hızlı. Hemencecik görüp salisesinde unutuyoruz.
Gizli bir kamera ile her anımızı fotoğraflasalar, videoya kaydetseler, seslerimizi, duygularımızı not alsalar. Sonra, yıllar sonra söyleseler: bunları sen yaşadın.. Çoğuna inanamayacağız. Kendimizi bir başkası olarak izlediğimizde çokça kızacağız.
Yani.
Hayatımız bir film olsa. İzlesek. Kendimize neler deriz neler. Öyle oynama, yapay olma. Sevdiğini üzme. Sevdiğin seni üzmesin. Annen arayınca telefona bakmazlık etme. Biri kaba saba konuşunca kötü sözle karşılık verme. Dostluk kapıları, hayat kapıları açık olmalı.. O kapıyı kapama..
Uzak gelecekte izleyeceğimiz o film şu anda siz şu satırları okurken çekiliyor. Her şey an an kaydediliyor. Söylediğimiz her söz bir gün yankısını bulacak şekilde boşluğa doğru ilerliyor.
Egolarımız, öfkelerimiz, üslupsuz tavırlarımız, kadir bilmezliklerimiz, kötü kötü cümlelerimiz, vahşice düşüncelerimiz… Hayatımızın kirli taraflarını nasıl temizlesek. Tortulardan, lekelerden, can sıkan yanlarımızdan nasıl arınsak.
Sözüm kendimedir…
Bu yazı 2013 yılının Aralık ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 82. sayısından alınmıştır.