Salı , 19 Mart 2024

Huzur Dolu Safranbolu

Gezmenin ve yolda olmanın hazzına bir kere vardıysa insan, ondan sonra sürekli gidecek yeni yerler arıyor. Görmediği şehirlerin, ülkelerin, farklı coğrafyaların listelerini tutuyor bir yerlerde.             

Yazı: Mustafa Onat Fotoğraflar: Mustafa Onat & Halit Ömer Camcı

Daha önce gittiği ama tadına varamadığı yerleri de aklından çıkarmıyor bu arada. Benim zihnimde de, zor zamanlar için hazırda tuttuğum böyle belli belirsiz listeler var. Geçen ay, başka programlarımız bir şekilde iptal olunca B planımı devreye soktum hemen. Biliyorum ki, Safranbolu bir kere görmekle yetinilecek bir yer değil.

Gece yola düşüyorum, sabahın erken saatlerinde Safranbolu’dayım. Yalnız öncesinde Karabük’ten kısaca bahsetmem gerek. Sabaha karşı şehre girerken yolun solunda sis, duman ve alevler içindeki Karabük Demir Çelik Fabrikası’nın silo şeklindeki dev bacaları ile karşılaşıyoruz. İzmit ve Bursa gibi büyük sanayi şehirlerini, körfezdeki dev fabrikaları hatırlatan bir görüntü bu; -hayal dünyanız genişse- biraz da bilim kurgu filmlerini… Yolda birkaç dakika seyrettiğimiz bu devasa fabrikayı geçtikten sonra Karabük şehir merkezine giriyoruz. 10 yıl önce, iki günlük uykusuzluk ve karmakarışık bir kafayla, sadece birkaç saatliğine bulunduğum bu kentteki tüm detaylar dün gibi aklımda hâlâ. Bunu fark ettiğimde kendimden biraz korkuyorum. Normalse “normal” deyin rahatlayayım lütfen! Karabük’ten çıktığımızı gösteren tabela ile Safranbolu nüfusunu gösteren ve şehre girdiğimizin işareti olan tabela arasında 200 metre var yok! Karabük ve Safranbolu’nun iç içe geçmiş olduğunu bir kez daha anımsıyorum.

Kahvaltımı yaptıktan sonra bir otel ya da pansiyon bulup Safranbolu’nun tüm sokaklarını ezberleme niyetindeyim. Bu sırada çay henüz demlenmediği için sokağa şöyle bir göz atıyorum. Aslında o kadar da erken bir saat olmamasına rağmen etrafta kimseler yok. Neyse ki bu sırada köşede birkaç Uzak Doğu’lu turist beliriyor. Biliyorum ki onlar varsa, doğru yerdeyim.

Her yer birbirine yakın olmakla birlikte, Safranbolu’da semtler birçok yönden birbirinden farklılık gösteriyor. Kiminle konuşsanız “Eski Safranbolu, Yeni Safranbolu ve Bağlar bölgesi” ayrımını yapıyor hemen. Eski Safranbolu, eski çarşının ve çoğunlukla geleneksel Osmanlı kent mimarisinde inşa edilen koruma altındaki konakların bulunduğu ve turizmin yoğun olduğu bölge. Bu konaklar sayesinde Safranbolu, 17 Aralık 1994 tarihinde UNESCO tarafından Dünya Miras Listesi’ne alınarak “Dünya Kenti” unvanını almış. Bu unvanın da katkısıyla, 90’lı yılların başında beliren turizm potansiyeli Safranbolu halkının bulundukları çevreye ve evlerine bakış açısını değiştirmiş. Bu yönüyle Sarfanbolu’nun Göynük, Odunpazarı, Beypazarı, Taraklı gibi sonradan değeri anlaşılan birçok müze kente öncülük ettiğini kabul etmek gerekir.

Yeni Safranbolu ise Kıranköy olarak bilinen ve Safranbolu’nun karakteristik dokusunu pek taşımayan bir bölge. Bu semtte, 1923 mübadelesinden önce Yunan Ortodoks halkın yaşadığı ifade ediliyor. Kıranköy aynı zamanda yazının başında iç içe geçtiğini ifade ettiğim Karabük ve Safranbolu’yu birbirine bağlayan yer konumunda.

Üçüncü bölge ise, Bağlar bölgesi. Burası eskiden sadece zengin ailelerin meyve bahçelerinin, üzüm bağlarının ve yazlık konaklarının bulunduğu yer imiş. Eski Safranbolu bölgesinde bulunan ev ve konakların çoğunlukla turizme hizmet eden işletmeler haline gelmesi nedeniyle Kıranköy’le birlikte Bağlar bölgesi de Safranbolu halkının ikamet ettiği bölgeler olmuş. Bu değişim, ilçenin coğrafi olarak büyümesine neden olmuş.

Osmanlı İmparatorluğu zamanında Kastamonu’ya bağlı olan Safranbolu, Cumhuriyet döneminde Zonguldak’a bağlanmış.  Karabük’ün il olması ile de 1995 yılında Karabük’e bağlanarak Karabük’ün ilçesi durumuna gelmiş. Şu anda ise, idari anlamda bir il- ilçe ayrımından söz etsek de, Karabük’ün bir ucundan Safranbolu’nun bir ucuna kadar birbirinden kopmayan, geniş bir yerleşim alanından söz edebiliriz. Karabük Üniversitesi başta olmak üzere konut projelerinin, idari ve ticari birçok kurum ve kuruluşun yerleşim yeri tercihleri de bu iki merkezin coğrafi olarak tamamen birleşmesini hızlandırmış.

Safranbolu “nerede kalırım” sıkıntısı yaşamayacağınız bir yer. İlçede her bütçeye uygun çok sayıda otel ve pansiyon bulunmakta. Çantamı konaklayacağım mekâna bırakıp çıkarken görülmesi gereken yerlerin listelendiği küçük bir broşür de tutuşturuluyor elime.

Benim öncelikli amacım eski Safranbolu olarak bilinen bölgeyi gezmek. Bir dönem filminde olduğunuzu hissedebileceğiniz bu bölge, etrafı tepelerle çevrili bir vadide kurulmuş. Güneşin konumunu da hesaba katıp gezime Hıdırlık Tepesi’nden başlıyorum. Bu tepede üstü açık iki namazgâh ve birkaç anıt mezar bulunuyor. Elimdeki broşürde anıt mezarların Köstendil Kaymakamı Hasan Paşa, Hızır (Hıdır) Paşa ve Kurtuluş Savaşı kahramanlarından Dr. Ali Yaver Ataman’a ait olduğu belirtiliyor. Şehrin görüntüsünü ezberlemek için birkaç saatimi Hıdırlık Tepesi’nde geçiriyorum. Bu tepe, aynı zamanda geleneksel mimariye uygun evlerin, konakların ve eski çarşı bölgesinin kuş bakışı görülebileceği en uygun yer konumunda.

Hıdırlık Tepesi’nden şehir merkezine, dolambaçlı yollar yerine bir patikadan ineceğim. Kıvrımlı taş merdivenlerin etrafında muhteşem yapı ve konaklar var. Bunlardan biri Taş Ev. Bahçesinde fotoğraf çekerken yakalandığım bu mekânın zarif sahibesi mekânı gezebileceğimi söyleyerek bana eşlik ediyor. Restoran ve kafe olarak hizmet veren bu mekânın aynı zamanda kültür sanat etkinliklerine de ev sahipliği yaptığını öğreniyorum. En üst katta bu amaçla kullanılan, söyleşi ve film gösterilerinin gerçekleştirildiği bir salon var.

Taş Ev’den sonra elimdeki listede de yer alan ve müze ev olarak turizme açılmış Kaymakamlık Gezi Evi ile karşılaşıyorum. Listemde bulunmamış olsaydı bile, bahçesini gördükten sonra oraya girmemem mümkün değildi zaten. Giriş katında tamamı geleneksel tarım aletlerinin, dokuma tezgâhlarının, silahların, mutfak araç ve gereçlerinin ve birçok aksesuarın bulunduğu Kaymakamlık Gezi Evi’nin yüksek tavanlı üst katlarında çok sayıda oda bulunmakta. Tamamı ahşap olan bu binanın odaları tahmin edileceği gibi geleneksel ve yöresel tarzda döşenmiş. Ayrıca bu müze evin her bölümünde aile kültürünü yansıtan ve geleneksel kıyafetler giydirilmiş sembolik cansız mankenler var. O sessizlik içinde, ilk gördüğümde hazırlıksız yakalanıp biraz ürktüğümü itiraf etmeliyim. Odalarda fasıl eşliğinde yemek yiyen beyler, bir kına gecesinde genç kızlar, yufka açan hanımlar, tüm fertlerin sofrada bulunduğu bir aile ve beşikteki çocuğunu uyutan bir anne vs. sembolize edilmiş. Bu müze evin, yine geleneksel tarım ve hayvancılık aletleriyle dekore edilmiş, ortasında içinde balıklar bulunan küçük bir havuzun yer aldığı, yeşil ve düzenli bir bahçesi var. Hıdırlık Tepesi’nde olduğu gibi bu huzurlu bahçede de biraz oturup bir şeyler içmeden kalkmıyorum.

Eski çarşıda sabah bomboş bıraktığım sokakları şimdi kalabalık buluyorum. Alışverişten hoşlanmadığım halde, yarım saatte tamamı gezilebilecek bu çarşıda bir günümü geçirebilirim. Burada, özellikle büyük şehirlerin çarşılarında şahit olduğumuz gibi esnaflar müşteri avına çıkmıyor. Çarşının tüm sokakları trafiğe kapalı. Bu sokaklarda yemeniciler, aktarlar, saraçlar, turistik eşya satan dükkânlar, manifaturacılar, demirciler, bakırcılar, şekerlemeciler vs. birbirlerinden ayrılmış durumda. Şehrin ortasındaki bu çarşının sokakları yüzyıllar önce döşenen taşlarla kaplı. Bazı sokaklarda ise -son yıllarda yapılan kazılar sonrasında (elektrik, su vs.) dizildiğini öğrendiğim- birbirine geçmeli, sıradan parke taşlar görüyorum. Bu parkelerin, bulunduğu sokaktaki kadim mimari anlayışa yakışmadığını itiraf etmeliyim.

Çarşıda öncelikle manifaturacıların ve hediyelik eşya dükkânlarının çoğunlukta olduğu bir sokaktan geçiyorum. Bir sonraki sokakta ise, el sanatı demircilik ürünlerinin üretildiği Demirciler Çarşısı bulunuyor. Bu çarşı Ahi kültürünün hala yaşatıldığı tek Lonca çarşısıymış. Demircilerle birlikte kalaycı ve bakırcılar da bu çarşıda faaliyet göstermekteler.

Çarşıdaki en bilinen sokak, yemenicilerin faaliyet gösterdiği ve Yemeniciler Çarşısı (ya da Yemeniciler Arastası) olarak da bilinen Arasta Çarşısı. Yemeni denilen el yapımı ayakkabıların üretildiği bu çarşıda 48 dükkân yer almaktaymış. Birkaç dükkânda yemeni imalatı devam ederken, bu dükkânların birçoğu turistik ürünler satan mekânlar ve kafe olarak hizmet veriyor artık. Çarşının üzeri bahar ve yaz mevsimlerinde tamamen asmalarla kaplı. Bu nedenle günün her saatinde gölgelik ve serin. Köşedeki kafenin közde kahvesini içmeden bu çarşıdan çıkmak kolay görünmüyor. Karadut ve böğürtlen karışımı bir şerbet ve su ile ikram edilen kahvenin pişmesini beklerken şerbeti içiyorum. Sonradan öğreniyorum ki; Osmanlı’dan kalan âdet gereği, sırasıyla kahve, su ve şerbet içilirmiş. Bilsem içer miydim şerbeti önceden! Neyse ki hemen bir şerbet daha ikram ediyorlar. Bu kez sırayı şaşırmıyorum. Giderseniz aklınızda bulunsun!

Bu çarşının hemen yanında Köprülü Mehmet Paşa Camii yer alıyor. Safranbolu’daki birçok yapı ve mekânda onun ismini görmek mümkün. Çarşıdan cami avlusuna geçtiğimde, avlunun ortasına, bir turist kafilesinin toplandığı yere odaklanıyorum. Tur rehberi avludaki güneş saatini anlatıyor. 19. yy ortalarında yapıldığı tahmin edilen bu saat, bir beton üzerinde yer alan metal bir plakanın gölgesinin konumuna göre saatin kaç olduğunu gösteriyormuş. Çınar ağaçlarının gölgesinde soluklanmak niyetiyle avluda biraz oturuyorum. Bu sırada, namaz vaktini bekleyen orta yaşı geçkin iki amcanın sorularına muhatap oluyorum. Fırsatını bulduğum anda ben de onlara sormaya başlıyorum ki; bildikleri her şeyi anlatmaya hazırlar zaten. İki ellerini bastonlarında birleştiren amcalara kulak verip, dinlediklerimi aklımda tutmaya çalışıyorum.

Safranbolu tarihte birçok medeniyete ev sahipliği yapmış. Osmanlı Devleti tarafından fethedildikten sonra ticaret hacminin arttığı bir şehir olmuş. Bunun başlıca nedeni Safranbolu’nun Sinop-İstanbul kervan yolu üzerinde bulunması ve tam bir konaklama merkezi olmasıymış. Şehrin coğrafi konumu sadece ticari olarak değil kültürel olarak zenginleşmesine de imkân tanımış. Çünkü o dönemlerde Osmanlı devlet adamları şehre önemli eserler katmışlar. Özellikle Köprülü Mehmet Paşa’nın ve Sadrazam İzzet Mehmet Paşa’nın isimlerini özellikle zikretmek gerekir. Merkezdeki iki büyük cami başta olmak üzere şehirde gördüğümüz birçok eserde onların isimleri var.

Şehirde bulunan yaklaşık 2 bin geleneksel yapıdan binden fazlası tescil edilerek koruma altına alınmış.   Bir dönem terk edilen konaklar, 90’lı yılların sonunda fark edilen turizm potansiyeli ile otel, lokanta, kafe ve müze gibi turizme hizmet eden mekânlara dönüştürülmüş. Anıtsal binalar restore edilmiş ve el sanatları tekrar rağbet görmeye başlamış. Yıllar önce bu konakların yapımında gözetilen hususlardan da bahsediyorlar uzun uzun. Örneğin Safranbolu’da hiçbir ev, yakınındaki diğer evlerin görüş alanını engellemiyor. Evlerin saçak köşelerine, uğur getireceği inancıyla geyik boynuzu asılıyor. Ayrıca hemen her evin bahçesinde ya da yola bakan cephe duvarının köşesinde çeşmeler bulunuyor.

Safranbolu’da turist ya da müşteri değil, konuk olduğumu hissettim. Girdiğim her dükkân, konuştuğum her insan bunu hissettirdi. Yakınlardaki bir mekânı sorduğum bir terzi, elindeki makası ve kesmekte olduğu kumaşı bırakıp koluma girerek, -ben ne olduğunu anlayamadan- sorduğum yere kadar götürdü beni mesela. Bu konukseverliğin, köklü bir medeniyetin eseri olduğuna inanmamak elde değil. İnsanların şehre gelen misafirleri kendi evlerinde ağırlıyor oluşları da bu konukseverliğin bir diğer nedeni galiba. Çünkü burada her ev bir işletme olmuş. Hanımlar kendi evlerinde yöresel yemekler yapıyor ve bu yemekleri kendi evlerinde ikram ediyorlar. Konakladığımız otel ve pansiyonlar da çoğunlukla bir dönem o evlerde yaşayan gerçek sahipleri tarafından işletiliyor.

Çarşıdaki bir diğer adresim Osmanlı Devleti zamanında İpek Yolu üzerinde bulunan Safranbolu, tüccarların konakladığı kentlerden biriymiş. Ticaretin yoğun olduğu bu dönemlerde Cinci Hanı ve Hamamı etkin olarak kullanılmış. Şehirdeki en görkemli yapılardan biri olan Cinci Han, Kültür Bakanlığı denetiminde bir otel olarak hizmet vermeye devam ediyor.

Şehri kuş bakışı görebileceğiniz bir diğer yer, ‘Kale’ olarak da bilinen ve Eski Hükümet Konağı’nın bulunduğu tepedir. Eski Hükümet Konağı, 1904 yılında yaptırılmış bir taş yapı. 1976 yılında yanan bu bina, Kültür Bakanlığı tarafından restore edilerek Kültür Merkezi ve Müze olarak turizme açılmış. Bu görkemli konağın bahçesinde Sadrazam İzzet Mehmet Paşa tarafından 1797 yılında yaptırılan bir saat kulesi var. Türkiye’deki birçok saat kulesinden farklı olarak, bu kulede saatin bulunduğu kata kadar çıkılabiliyor. Dar merdivenlerden çıktığınızda, sizi saatin fahri bakıcısı, tamircisi ve emekçisi İsmail Amca karşılıyor. Yarım asır bu saatin “tik-tak” larını dinleyen İsmail Amca ziyaretçilere saatle ilgili bilgiler de veriyor. Sadrazam İzzet Mehmet Paşa tarafından İngiltere’den getirtilen, kare planlı ve zembereği bulunmayan bu saatin tüm mekanizması görülebiliyor. Saatin farklı büyüklükteki çarkları döndükçe, “tik-tak” ların uyuşturucu etkisine bir kez daha şahit oldum. Zaman gerçekten geçiyor.

İkinci gün İstanbul’a döneceğim. Ama öncesinde gitmek, görmek istediğim birkaç yer daha var. Bunlardan biri Yörük Köyü. Safranbolu-Araç karayolu üzerinden gidilen, şehre11 km uzaklıktaki bu müze köye şehir içinden toplu taşıma araçlarıyla gitme imkânı bulunmuyor maalesef. Nasıl gideceğiniz sorulduğunda taksiler gösteriliyor. Gerçek bir Türk-Türkmen köyü olan Yörük Köyü’ndeki konaklar, 1997 yılında Kültür Bakanlığı tarafından koruma altına alınmış. Tescilli 93 eserin bulunduğu köyün camileri, çamaşırhanesi ve konakları görülmeye değer. Bu arada TRT’de yayınlanan ‘Yamak Ahmet’ dizisinin çekildiği konak da bu köyde yer alıyor.

Safranbulu’da son adresim İncekaya Su Kemeri. Şehre su getirmek için Sadrazam İzzet Mehmet Paşa tarafından yaptırılan bu su kemeri, Safranbolu’ya 7,5 km uzaklıkta. Buraya da taksilerle gidilebiliyor. İncekaya Köyü yakınında yer alan su kemeri 116 metre uzunluğunda, 6 kemerli, görkemli bir yapı. Kemerin altında, yürüyüş parkurları bulunan uzun ve derin bir kanyon yer almakta. Ayrıca bu kanyonun seyir zevkini arttırmak için metrelerce yükseklikte, cam bir teras yapılıyor. Ucuna yaklaştıkça sallanan bu cam terası ve cesaretimi test etme imkânı da buldum.

Birçok Anadolu kenti büyük şehirlere göç verirken, Safranbolu turizmdeki gelişim ve çok yakınındaki Karabük Demir Çelik Fabrikası’nın varlığı sayesinde göç alan bir kent. Turizm başta olmak üzere birçok alanda ticari yatırımların sürdüğü bu müze kent yerliler kadar yabancı turistler tarafından da ilgi görüyor. Taş sokaklarına, ahşap ve taş işçiliğine hayran bırakan bu beyaz ve görkemli konaklara bir kez daha veda ederek ayrılıyorum Safranbolu’dan.

Bu yazı 2012 yılının Ekim ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 68. sayısından alınmıştır.

Yazar : HALİT ÖMER CAMCI

Gezgin, ışık avcısı, oğlunun babası...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir