Yazı ve Fotoğraflar: Hayrettin Oğuz
Gündelik hayatımızda kadın ve erkeğin eşitliği ekseninde yapılan tartışmalar nedense hep paradoksal gelmiştir bana.. Daha çok “erkeksileşmiş” bir kadın tipi ile “efemine” bir erkek tipi arasında yapılan bu tartışmalar çoğu zaman da anlamsız ve içi boş bir uzlaşma tutumu ile sona ermiştir. Ancak bütün bu uzlaşma biçimlerine rağmen kadın-erkek eşitliği tartışmaları son yüzyılımız bağlamında bitmemiştir. Nitekim bitmeyeceği de açıktır. Yanlış bir problem, yanlış insanlar tarafından tartışıldığında mesele daha çözülmez boyutlara gider. Hele işin içine, din, kapitalizm, modernite, tüketim kültürü gibi unsurlar girdiğinde tartışma daha da allak bullak olur. Bir anlamda ortada ne kadın kalır, ne erkek.. Tartışmanın sonunda artık ne kadın kadındır, ne de erkek erkektir.
Son yüzyıl aslında kadını ve erkeği öz varlığından soyutlama çabası ile geçmiştir. Kapitalist kültürün “birey” ve “eril” boyutundan dolayı, bilhassa kadınlar “erkeksi” bir boyuta taşınırken, erkekler de “efemine” bir boyuta taşınmıştır. Ortada aslında kadının da erkeğin de olmadığı ama her ikisinin de melez bir boyutta uzlaşarak oluşturduğu bir “tip” bir “yeni kimlik” ortaya çıkmıştır. Bu kimilerince normal ve doğal karşılanabilir ancak asıl problem burada ortaya çıkmaya başlamıştır. Çünkü kadının ve erkeğin öz kimliğinden yani fıtratından soyutlanması, anne, baba, evlat, çocuk, sevgi, aşk, sevme, sevilme vb. kavramların ve değerler manzumesinin yeniden yorumlanmasını ve yeni biçimde algılanmasını zorunlu olarak gerekli kılmıştır. Ortada sadece bir kimliksizlik sorunu değil, bir değer yargıları sorunu ile de karşı karşıya kalınmıştır.
Geçen hafta sonu bir parkta torununu gezdiren yaşlı bir nine ile konuşurken gördüklerim, duyduklarım ve hissettiklerim meselenin ne denli büyük olduğunu göstermeye yetti. Torununun bakıcısı olduğunu söyleyen yaşlı nine “kendimi onun bakıcısı” gibi hissediyorum dedi. Artık bu bağlamda torunun ninesini nasıl algıladığını tahmin etmek hiç de zor olmasa gerek. Yine bir tarlada kocası, kızı, oğlu, atı ile birlikte çalışan bir yaşlı kadın, kendisinden fotoğraf çekmek için izin istediğimizde “neden şehirli avratların fotoğrafını çekmiyorsunuz da bizi çekiyorsunuz” dedi gülerek. Ben de gülümseyerek peki sence neden senin fotoğrafını çekiyoruz dediğim de “ onlar da avrat yüzü göremiyorsunuz da ondan” dedi. Hikmet böyle bir şey.. Hikmet okumakla elde edilen bir şey değil. Ben de cevaben “ onlar da kadın siz de kadınsınız onlar da ekmekleri için uğraşıyor siz de uğraşıyorsunuz aradaki fark ne ki” dediğimde, “oğlum çok aklım ermez amma onlarınki geçim derdi değil, bizimki geçim derdi. Onlarınki heriflerine yardım etme derdi değil bizimki yardım etme derdi, onlar güzel olalım diye çabalıyorlar biz iyi olalım diye çabalıyoruz” dedi ve ben sadece sustum fotoğraflarını çektim. Efendimiz (SAV)’in “Bana üç şey sevdirildi. Kadın…” hadis-i şerifini düşünerek yoluma devam ettim..
Aslında kırsal ve geleneksel yapıda karşılaştığım bu kadınımızın kaygılarını, modern hayatın içinde yaşayan “kadınlarımız” da biliyorlar ve yaşadıklarının farkındalar.Modernitenin hazsal ve görüntüsel boyutunu “tatmin olarak” veya bir türlü aştıktan ya da gördükten sonra geldikleri nokta o yaşlı ve geleneksel kadınımızın bulunduğu noktadan farklı değildi. Bugün kent hayatında yaşayan dindar veya modern pek çok kadın “kadın istismarına dayanan” yapının farkına varmışlardır. Ancak meselenin farkına varmak, meseleyi nasıl çözebilecekleri sorusunu da yanında taşımaktadır. Ve maalesef modern kadınlar bu sorunun tutarlı ve yeterli bir cevabını verebilecek konumda kendilerini bulamamaktadırlar.
“Kendimi anne hissetmiyorum” diyen çocuk sahibi kadınlar, “kendimi kadın gibi hissetmiyorum” diyen evli veya bekâr kadınlar, “karşımda kendimi farklı hissedebileceğim, yani kadın olduğumu hissedebileceğim bir “erkek” göremiyorum” diyen psikolojik bir bunalım içinde olan kadınlar sayısal olarak gittikçe artmaktadır.
Modern tavır içindeki kadınlar, geleneksel kadınların “geriliği ve geri kalmışlığı, ezilmişliği” paradoksunu ve paradigmasını aşamamaktadırlar. Çünkü bu paradigma onların kaybetmelerini sağlayan yegane dogmadır. Nitekim bugün geleneksel kadınlar sosyologlarımızın, psikologlarımızın, antropologlarımızın ve hatta fotoğrafçılarımızın sadece “araçsal” bir öznesidir. Bir tarihsel yapıya veya bir müzenin parçalarından birine bakar gibi bakmaktadırlar geleneksel kadına.
Bugünkü kadının en temel meselesi “anneliğinden ve kadınlığından” soyundurulmasıdır. Dolayısıyla bugün kadın bir giyim unsuru olarak değil, fıtratını soyunduğu için çıplaktır.. Bugün mesele kadını mevcut geleneksel yapısı içinde meşrulaştırma veya kutsallaştırma olmadığı gibi, modern kalıplar içinde olanı da mutlak anlamda kötüleme değildir. Sözünü ettiğimiz sıkıntıların bir başka boyutu geleneksel yapı içerisinde de devam etmektedir. Yani modernitenin farklı enstrümanlarla soyutladığı kadınlık duygusu, geleneksel dediğimiz yapılarda da başka unsurlarla soyutlanmaktadır.
Oysa ki kadın erkeğin manasıdır. Ruh yolculuğudur. Hayatın manasını verendir. Hayat aslında onunla başlar. Beşeriyetin başlangıcıdır kadın ve dolayısıyla aşkın ve sevginin bidayeti. Varlığın ve varoluşun manasını ve bilgisini yitiren bir erkeğin ve kadının “erkeği” ve “kadını” anlaması beklenemez.. Dolayısıyla bugün kadından ve erkekten değil, Tarkovsky’nin deyimiyle kadın ve erkek protezinden söz edebiliriz. Gördüklerimiz ruhundan soyutlanmış protezlerden başkası değil.
Aşk hikayelerinin, aşk masallarının olmadığı, yazılamadığı bir toplumsal boyuttayız. Yeni şiirler ve yeni türküler yok. Çünkü kadının
kendisi değil adı bile yok. Modern veya geleneksel hiçbir kadın Havva, Asiye, Meryem, Hatice, Aişe olmaya talip değil. Kadın artık bir fikir ve düşünce değil. Kadın aşık olunan ve kendisinde cemal sıfatı görülen bir varlık değil. Kadın erdirici ve ulaştırıcı bir varlık hiç değil. Çünkü onda bu vasıfların varlığını ve yokluğunu idrak edebilecek bir “erkek” de zaten söz konusu değil. Dolayısıyla bir aşk hikayesinin ya da bir aşk masalının kahramanı olacak erkek olmadığında ortada bir şey olmayacaktır. Aşk olması için kadının kadın olması, erkeğin erkek olması gerekir. Taraflardan biri olmadığında ortada aşk yoktur. Ve maalesef modern hayat bugün ürettiği “kadın” ve “erkek” bağlamında adına “aşk ve sevgi” denilen bir “eşcinsellik” üretti. Ve işin kötü tarafı herkes bunu aşk ve sevgi zannediyor.
Hasılı; Cennet annelerin ayakları altındadır, “kadınların” değil..
Kadın ve Anne Üzerine – Bu yazı 2014 yılının Mayıs ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 87. sayısından alınmıştır.