Cuma , 4 Ekim 2024

Ormandaki Vaaz

Fotoğraf: Nuh Alper İnan

Nurettin Topçu’nun göklere yazılası sözlerinin ilhamıyla başlayalım: “İnsan üç şeyin peşinde olmak için yaratılmıştır: Hakikatin, hayrın, güzelliğin. Kalb üç şeyin mahfazasıdır: Aşkın, ümidin, imanın. Hayatın manası üç yerde hakkıyla anlaşılır: Aşk ile birleşen ümidde, vecd ile yapılan ibadette, yeri yurdu unutturan seyahatte…”

Yazı: Zeynep Yörük

En son ne zaman ‘yeri yurdu unutturan’ bir seyahat yaptınız diye sorsam? Hızımı alamayıp devam etsem ve desem ki; en son ne vakit koyu bir ormanda kuş seslerine tutunup uzun uzun yürüdünüz? Çarpık kentleşme, ormanların delicesine tıraşlanması, şehir hayatının günlük telaşları vs. vs. Evet, tüm bunlar bizi ormanlardan uzaklaştırıyor ama bahane olmaya yeterli mi? Değil. Aslında şehrin göbeğindeki ya da hemen komşu şehirdeki ormanın çağrısına uymak mümkünken ne diye bu kadar direniyoruz? Haydi, inadı bırakın, buyurun gidelim…

1 saatte gelen kahvaltı

Muhteşem bir nisan sabahı güneşten önce uyanmanın taze enerjisiyle 5 kişi yollara düştük… Şahane şarkılara, türkülere yaslanıp 1,5 saatin nasıl geçtiğini anlamadan dağ yoluna vardık. Yükseğe çıkınca telaşla pencereler açıldı, serin orman kokulu rüzgarlar yüzümüzü okşadı. Tuhaf şey, aniden sessizlik oldu. Kanatlandık sanki.

gezgindergi-turkiye-ormandaki-vaaz (2)

Fotoğraf: Zeynep Yörük

Yolda kahvaltı yapabileceğimiz birkaç alternatif vardı ama genelde çok pahalıydı. Ucuz olan yer de aksi gibi daha açılmamıştı maalesef. Kahvaltı edinceye kadar Asiye’yle ben hayli mızmızlandık. “Çok açız, hadi gidelim buradan, bir an evvel karnımızı doyuralım, keşke yoldan simit alsaydık da yeseydik de bik bik bik…” Açken biz biz değiliz evet, assoliste bağladık hemen. Neyse, nihayet bir yer bulundu. Bahar günü ama üşüyoruz. Sobayı yaktılar sağ olsunlar. Yalnız, kahvaltıyı hazır edip önümüze koymaları 1 saati buldu! Mübalağa değil gerçek! Bir ara mutfağa gittik, “Abi yardım edelim mi?” diye sorduk, çok ciddiyim, bunu yaptık. “15 dakikaya getiriyorum” dedi. “İyi” dedik, beklemeye devam ettik. 5 kişi için 3 kişilik serpme kahvaltı istemiş ve ucuza kapatmak istemiştik lakin turizm işte… Her şeyi 2-3 katına çıkarıyor. O kahvaltı bize 45 liraya mal oldu. Evden domates-peynir getirip, yol kenarında piknik yapmadığımıza çok pişman olduk. Şu var ki; çay güzeldi, bayağı güzeldi. Yiğidi öldür, hakkını yeme.

Ayı ini gören masum köylü

Çaylar içilip karınlar doyunca gözümüz açıldı. Dışarıdaki hamaklara attık kendimizi. Ohhh… Dağ havası gibisi yok. Keyfimiz yerine geldikten sonra yeniden arabaya binip Yuvacık’a vardık ve arabadan kurtulup yabani menekşelerle dolu geniş bir alana ayak bastık. Bir hışımla ağaçların arasına dalıp patikayı takip ettik. Patika… En sevdiğim kelimelerden. Yürüdük, yürüdük, yürüdük. Ağaçlar sıklaştıkça kuş sesleri yükseldi, sarıp sarmaladı dört bir yanımızı. Yürürken rehberimiz Mahmut’a bitki isimlerinden bilmediklerimi soruyordum. (Mahmut dağcılık ve trekking konusunda tecrübeli olması sebebiyle iyi bir rehber. Gezgin ekibi olarak tanışmış olduğumuz için kendimizi şanslı sayıyoruz.) Ormana hakim olan ağaçların adını soruyorum önce. “Karagürgen” dedi.

Karagürgenlerin gövdeleri çok sağlam olduğu için bina temellerinde kullanılırmış. Tül kadar ince, yelpazeyi andıran kıvrımları, uçlarındaki taze tüylerle öyle narin yaprakları var ki karagürgenlerin, gövdesinin sağlamlığıyla teşkil ettiği tezat hayrete düşürüyor.

Yeni yeni açmaya başlayan mor çiçekli ağaççıklara yaklaştım, Karadeniz türkülerinde bahsi geçen “komar” olmasın sakın? Evet, komarmış, daha çok “orman gülü” olarak bilinen bu güzel bitkiler tamamen açtığında oldukça görkemli bir görüntü sergiliyor. Nayino türküsünde “Derdumi yazacağum da komar yapraklarina” ifadesini ilk duyduğumda “komar da ne ola ki” diye merak etmiştim. Daha sonraları dünya tatlısı bir türküde de rastladım komara: “Kalbumi atacağum / Derenin ortasına / Yarim balık tutarken / Takılsın oltasına / Gel çıkalum dağlara / Dağlar olsun evimiz / Her komardan bir yaprak / Olsun kiremidimiz” Böylece Google Amca’ya sorma ihtiyacı hissettim ve birkaç gün sonra da kendisiyle tanışma şerefine eriştik çok şükür.

Yürümeye devam ettik. Bu bitkinin yaprakları çok tanıdık. Lakin beyaz çiçeklerini ilk defa görüyordum. Hatay-Samandağ’da gezinirken uçsuz bucaksız defnelerin içinden geçen mis kokulu o yolun güzelliği geldi hatırıma. Defne olmasın sakın? Evet evet, defne bunlar. Heyecanla “Bakın bunlar defne” dedim diğer arkadaşlara. Enteresandır, çiçeğin kokusu defne yapraklarından farklı olarak Saraybosna’daki ıhlamur çiçeklerinin sokakları saran kokusuna benziyordu daha çok. Kokular bizi oradan oraya sürüklüyor duruyor işte…

Patika bitti, kayalıklara vardık. Uygun yerlerden tırmanarak manzarayla karşılaştık. Burası Aytepe. Mahmut biraz sonra yürüyeceğimiz yerleri gösterdi bize bir bir. “Bakın şu aşağıda vadideki kırmızı çatıyı görebiliyor musunuz?” Orman o kadar sık ki, görmekte zorlandım. “İşte orası Soğukpınar. Oradan yukarı yürüyerek şu karşıdaki kayalıklara varıp biraz dinleneceğiz. Sonra yürüyerek Papaz Çayırı’na varacağız. Şu tarafta kalıyor.” Rotamızı öğrendikten sonra manzarayı arkamıza alıp birkaç kare selfie çekmeyi ihmal etmedik.

Arabanın olduğu yere geri yürürken yol üzerinde bir ayı ini gördük. Ağzı, bir ayının geçmesi için oldukça dar görünmekle birlikte içi genişti. Sanki aniden bir ayı fırlayacakmış gibi ürkerek yaklaştım. Çok yaklaşmadan bakmış da olabilirim aslında. Ona rağmen kendi kendime gereksiz bir adrenalin yaşadım. Bencileyin Neyşinıl Cografik’le büyümüş şehir gençlerinin sahaya inmesi, bir ayı inini bile heyecan verici bulması sonucunu doğuruyor. Evet, maalesef durum bu. Gülmeyin.

Pınar başından başlanır cânım oy…

Soğukpınar’ın kaynağına indik. Kaynağın resmi görevlisi olan Hasan abi buradaki küçük kulübeyi kafi bulmamış; zamanla etrafa çardaklar, minik bir değirmen, şirin havuzlar yapmış. Yürüyüş için gelenler önce burada soluklanıyor, sonra başlıyorlar orman yürüyüşüne. Bir yanda şakır şakır pınarın sesi… Çayınızı içebileceğiniz, mangallık etlerinizi pişirebileceğiniz ve tatlı bir sohbete dalabileceğiniz nefis bir yer.

gezgindergi-turkiye-ormandaki-vaaz (3)

Fotoğraf: Zeynep Yörük

Birer çay içip yola düştük. 3 saatlik yürüyüş bizi bekliyordu. Burası dağlık olduğu için yol genellikle iniş ve tırmanış şeklinde devam ediyor. Hızla yol alıp tık nefes yığılmamak ve bedeni hırpalamamak için ağır adımlarla ama tempolu yürüdük. Adımların belli bir tempoda olması yürüyüşü çok kolaylaştırıyor. Diyebilirim ki; ekibin en zayıf halkası olan ben bile yürüyüşün sonunda halen dinamiktim. İşe yarıyor yani. Tabii ekibin yaramaz çocuğu Tunahan aldı başını gitti önden önden, elinde de asa niyetine bir ağaç dalı, tirik gibi (biz Yörükler sincaba tirik deriz) oraya buraya hoplayıp zıplayıp, gözden kayboluyordu. Sonra bir ağacın kökleri üstünde oturmuş kraker, salatalık filan yerken buluyorduk onu. (Yeri gelmişken hatırlatalım, uzun yürüyüşlerde cebinize atıştırmalık bir şeyler koymanızda yarar var. Açlığın tesiriyle dönüş yolu gözünüzde büyümesin.) Yolda bir de köpekle karşılaştık. Tunahan onu da taktı mı peşimize… Biz duruyoruz köpek duruyor, biz yürüyoruz köpek yürüyor. Neyse, bir zararı yok. Biz yolumuza bakalım…

Yol boyu sık sık fotoğraf çekmeyi de ihmal etmedik. 50 mm sabit lensle koca ormanı çekmeye çalışıyordum. Sonra Alper halime acıdı da, ara sıra 24-70 mm’lik lensini bana verdi sağolsun. Dönüşümlü idare ettik. Karagürgenlerin merdiven basamakları gibi şefkatle dışarı saldıkları köklerini, yosun tutmuş yemyeşil gövdelerini, yeşilin en tazesiyle gözlerimizi okşayan yeni çıkmış yapraklarını çekmeye, uzun uzun seyretmeye doyamadık.

Güneşli hava sebebiyle tam susuzluk emarelerimiz başlamıştı ki su şişemizi durup dinlendiğimiz kayalıklarda unuttuğumuzu fark ettik. Haydaaa… Yürü yürü, yol uzadı gözümüzde. Şükür, Papaz Çayırı’na vardık. Burada akan soğuk bir çeşme var. Hemen koştuk suya. Susuzluktan kurtulunca Papaz Çayırı’nın diğer tarafına devam ettik. Çok sürmeden Menekşe Yaylası tüm güzelliğiyle merhaba dedi bize. Burası gerçekten menekşelerle dolu. Papatyalar gibi dağılmışlar çayırlara. Sarılı-morlu, öyle sevimliler ki! Aralarında uzanıp biraz da gökyüzünü, şekil şekil bulutları seyretmeden edemedim. Yayla, yayılmak içindir zaten. Dünya ne güzel, ne güzel dünya… Karadeniz ikliminin hakim olduğu bu serin yaylalarda nisan sonlarında bahar yeni başlamıştı. Bizden bir iki hafta sonra gelenler yaylada açan başka renklerle de karşılaşmışlardır muhtemelen. Biz menekşelerle iktifa edip geri döndük.

Ormandaki vaaz

Papaz Çayırı’na tekrar vardığımızda bir çoban amcaya rastladık. Etrafta birkaç inek. Köpek çobanı görünce koştu üstüne. Sahibiymiş meğer. Selam verdik amcaya. Köpeği şikayet etti hemen bize, “Arada kaybolur, birkaç gün gelmez.” Anlaşılan, köpek de bizim gibi gezgin ruhlu. Çayırlığa oturduk, amca da oturdu bizimle. Kendi besteleri varmış meğer, “Âşık Seyfettin’im ben” dedi, “sıkılmazsanız size birkaç tane okuyayım.” Cebinden bir poşet çıkardı, içinden defterini alıp başladı okumaya. Gür sesi de dağlarda yankılanıyordu. Seyfettin amca tam bir Karadeniz insanı. Kemençe de çalıyormuş ama 1,5 saatlik uzaklıktaki evine gitmek gerek. Hem esprili hem anlamlı sözleriyle aralarda açıklamalarını yapa yapa bize 2-3 türküsünü okudu o arada. Makineler video ayarında tabii, kayıttayız. Keşke size de izletebilseydik bunları. Türkünün ortasında havlayan köpeğe “Hoooooaaaşt! Neşemi bozma!” deyip gülerek türküsüne devam edişi, bir yandan da otlayan inek çanlarının sesleriyle çok tatlı kayıtlar çıktı.

gezgindergi-turkiye-ormandaki-vaaz (4)

Fotoğraf: Nuh Alper İnan

Alper de, Tunahan da , Mahmut da sakallı olunca “Beğendim sizin şeklinizi” dedi sakalını işaret ederek. Bizim için, sözleri sebebiyle daha çok ilahi formatında olan bir türküsünü daha söyledi. Bitirdikten sonra da hangi sözle Kur’an’daki hangi surenin hangi ayetine atıf yaptığını açıkladı. Hz. Adem’in (as.) çamurdan yaratılışına ve İblis’in secde etmeyişine, kimlerin cennetlik kimlerin cehennemlik olduğuna değindi… Başımızda gökkube, “Kâinat Kitabı”nın tatlı sayfalarının çayırlarına oturmuş, Kur’an ayetleri arasında geziniyoruz. Durumumuzun harikuladeliğini anlıyor musunuz?

Onca sözden sonra Seyfettin amca “Ben nefsime konuşuyorum, sizi tenzih ederim” demez mi… Dağda okul yüzü görmemiş bir çobanın nezaketi, plazadaki tahsilli insanlarda bulunmuyor çoğu zaman. Dağları bir daha seviyorum. Yaylaları bir daha…

İçi dışı bir köfteler

Seyfettin amcayla vedalaşıp Soğukpınar’a doğru yeniden yola düşüyoruz. Yaklaşırken yol kenarında dizili odunların başında bir yazı var: “Doğaseverlerin dikkatine! Bu ağaç kar muhalefetinden dolayı yıkılmıştır. Doğada çürümesin. Gönüllü olarak bir parça odun alarak katkıda bulunabilirsiniz!!! Soğukpınar – Hasan” Açıklama da, fikir de çok iyi. Odunlardan birer tane alıyoruz. Hem hayır, hem spor. Ellerimizde odun, tökezlemeden inmeye çalışırken yağmur bastırmasın mı! Bir telaşla koşturmaya başladık. Diğer arkadaşları bilmem ama ben birkaç kere düşeyazdım. Şükür ki kazasız belasız vardık pınar başına. Odunları bıraktık, mangala koştuk. Yol üzerindeki kasaptan aldığımız köfteleri pişirdi koydu önümüze Hasan abi. Bu nasıl bir adam? Ben şu yaşıma kadar (sanki kaç yıllık mazim varsa!) bunca mangal köftesi yedim, böyle güzel pişeni görmedim yahu!

Genelde format nedir: Dışı yanık, içi çiğ… Yok arkadaş, hiç abartmıyorum, içi de dışı da aynı derecede pişmişti bunların. Hasan abinin ellerinde ne var bilmiyorum… (Yazar burada Turgut Uyar’ın şiirine selam çakıp göğe bakıyor.) Mis köfteleri tüm oburluğumuzla midelere indirdikten sonra demli çaylarımız geldi. Başladı tatlı bir muhabbet. İpil ipil yağan yağmurun taşıdığı kokular… Hasan abiyi dinliyoruz. Hasan abi, motoruyla yayla yayla dolaşan bir gezginmiş meğer. Mahmut bizi Gezgin Dergisi ekibi olarak tanıtınca Hasan abi heyecanla sormaya başladı, “filanca yaylaya gittiniz mi, peki ya filanca yaylasına?” Yayla gezginliğinde yeniyiz işte, “yok” diyoruz, “yok, ona da gitmedik”. Elini bir sallıyor kafasını öbür tarafa çevirerek, hiçbir şey demesine gerek yok, o hareket her şeyi anlatıyor: “Amaaan siz de tatlısu balıkları, bi de gezginiz diye dolanıyonuz ortalıkta, hiçbi yeri bilmiyonuz” der gibi…

Ne diyelim. Haklı. Boynumuzu büküp dinlemeye devam ettik. Kışın Soğukpınar’a kaç metre kar yağdığını anlattı, gittiği yerlerde telefonuyla çektiği videoları izletti. İştahımızı kabarttı anlayacağınız. Muhabbet de mekan da kitliyor insanı lakin vakit geç olmaya başladı. Artık dönüş yoluna koyulmamız lazım. Her gezinin sonunda olduğu gibi yine yüzüm düştü. Neyse ki dönüşte Yuvacık Barajı’nda durup biraz da orada oyalandık. Baraj setinin üstünde yürüdük, hoplayıp zıplayıp fotoğraf çektik. Gezgin Dergisi takipçileri bilirler: Gidilen yerlerde hoplayıp zıplamak ‘bir Halit Ömer Camcı geleneği’dir. Huşu içinde yerine getirdik. Sonrası yollar, şarkılar…

Bir gezi bitiyorsa…

Döndükten birkaç gün sonra eski bir kitaba bakınırken ormanlı bir şiir çıktı karşıma. Hayret, önceki okuyuşumda nasıl da dikkatimi çekmemiş. İçinde defneler, dikenler, yağmurlar… Kâinat kitabının sayfaları arasından bir şiir gibiymiş, yeri yurdu unutturan bir seyahatmiş meğer bizimki…

gezgindergi-turkiye-ormandaki-vaaz (5)

Fotoğraf: Nuh Alper İnan

“…orman büyük ve karanlıkmış, böcekler ateşliymiş, olsun / güç verir bana seni aramak için uzaklaşmak / orman yolu mutluluk veriyor çalarım ıslıkla / içinden geçerken dikenlerin gövdemi dinlerim / yaban meyvalarını burnuyla iten ceylanları bir mısrada severim / bunda ne var ki seni bulurum / defne yaprağı çiğniyorsundur ya da bir şey onu andıran / bir yağmur bitiyorsa başlıyorsundur yenisine / güzelsindir, iyisindir ve yaratılmış çamurdan” (Ahmet Murat, “Ormandaki Vaaz”, Kış Bilgisi, Birun Yayınları, 2004, s. 7-8.)

Evet, bir gezi bitiyorsa, başlıyoruzdur yenisine…

Bu yazı 2014 yılının Haziran ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 88. sayısından alınmıştır.

Yazar : HALİT ÖMER CAMCI

Gezgin, ışık avcısı, oğlunun babası...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir