Edirne, Trakya’nın en büyük kenti. İlçeleri de göz önüne alındığında günlerce gezilebilecek bir şehir. Kendine has mutfağı, kültürü, tarihi ile, bir devir İstanbul’a alternatif dahi olmuş. Sultan II. Bayezid, I. Ahmet, II. Osman, IV. Murat, II. Mustafa, IV. Mehmet gibi padişahlar ama havası, ama suyu, ama av hayvanlarının çokluğu gibi etkenlerden dolayı vakitlerinin büyük kısmını bu şehirde geçirmiş. Hatta II. Mustafa, bu durumun bir sonucu olarak tahtından dahi olmuş. Sultanın vaktinin büyük bir kısmını Edirne’de geçirmesi, başkentin Edirne’ye nakledileceği dedikodularının alıp başını gitmesine sebep olunca İstanbul’dan yola çıkan asiler, tarihe “Edirne vakası” olarak geçen olay sonrasında, 1703’de sultan II. Mustafa’yı hâl ederek yerine III. Ahmet’i çıkarmışlar. Yine II. Mustafa’nın akıl hocası olan Şeyhülislam Feyzullah Efendi de asiler tarafından öldürülerek Tunca nehrine atılmış.
Yazı ve Fotoğraflar: Önder Kaya
Edirne tarih sahnesine çıktığı ilk zamanlardan itibaren Meriç ve Tunca gibi önemli su yataklarına olan yakınlığı sebebiyle kayda değer bir merkez olageldi. Kente ilk yerleşenlerin Trakya bölgesine de adını veren Traklar olduğu biliniyor. Şehir, asıl gelişimini Roma imparatoru Hadrianus zamanında, II. yüzyılda yaşadı. Bu durumunda etkisiyle “Hadrianopolis” yani Hadrian’ın şehri olarak anıldı. Osmanlılar zamanında ise Edirne ismi kullanılır oldu. Edirne’nin Osmanlı kontrolüne geçiş tarihi ise ihtilaflıdır. Lakin en ziyade kabul gören görüş, Orhan Gazi’nin son demlerinde, şehzade Murat tarafından fethedildiği yönündedir. Bu tarihten sonra da şehir hızla kalkınma süreci içine girdi. Osmanlılar ilerleyen yıllarda çift merkezli bir yönetim anlayışını benimsediler. Hem Bursa’ya hem de Edirne’ye önemli yatırımlar yaptılar. Bursa’da Yıldırım Bayezid’in Ulucami’si ve Çelebi Mehmet’in Yeşil camisine karşılık, Edirne’de II. Murat yadigarı Üç şerefeli cami ve Çelebi Mehmet’in tamamlattığı Eski cami gibi sultan yapıları karşımıza çıkıverir. Zaten Edirne’de yaygın bir söze göre; şehri I. Murat fethetmiş, II. Murat gerçek bir merkez yapmıştır.
İlginçtir ki Edirne fethedildikten sonra burada vefat eden hiç bir padişah bu şehre gömülmeyecek, cenazeleri büyük cedleri Osman Gazi’nin yattığı Bursa şehrine nakledilecektir. Fatih devri bu uygulamanın da sonlandığı dönemdir. İlerleyen yıllarda İstanbul payitaht olduğunda dahi Edirne’ye yatırım yapılmaya devam edilir. Söz gelimi II. Bayezid bilhassa akıl hastalıklarının tedavisi ile ön plana çıkan meşhur külliyesini burada inşa ettirirken, Mimar Sinan’ın zirve eseri Selimiye, yine burada yükseliverir. Kuruluş devrinde temelleri atılan Edirne’deki Osmanlı sarayı da sonraki yıllarda yapılan ilavelerle genişletilir. İstanbul Fatih’i şehzade Mehmet, burada doğar, burada sünnet olur ve Dulkadirli beyinin kızı Sitti Mükerreme Hatun’la burada evlenir. Yeri gelmişken hemen belirtelim ki sultanın bu eşi Sittişah Hatun adı ile anılan caminin haziresinde yatmaktadır. Caminin arazisi üzerinde daha önceden Sitti Hatun’un bir sarayı varmış. Fatih’in ilk eşi, bu sarayda yaşamakta imiş. 1466’da ölünce buraya gömülür. Sonradan sultan II. Bayezid, Sitti Hatun’un mezarının hemen yamacına söz konusu camiyi inşa ettirecektir.
Uzun yıllar Osmanlı devletinin en önemli merkezlerinden biri olan Edirne, 1829’da büyük bir şok yaşadı. Bu yıl içinde Rus orduları kente girecektir ki, bu eski bir Osmanlı payitahtının yabancı çizmeleri tarafından ilk çiğnenişiydi. Ancak son olmayacaktır. 93 harbinde bir Rus işgali daha yaşayan Edirne’yi, I. Balkan savaşı sonrasında Bulgarlar 26 Mart 1913’de bir kez daha düşürdüler. II. Balkan savaşında diğer Balkan ülkelerinin Bulgarlara saldırmasını fırsat bilen İttihatçılar, kenti geri aldılar. Son işgal ise I. Dünya savaşı sonrasında Yunanlılardan geldi. 20. yüzyıldan itibaren Edirne, artık bir sınır kenti olacaktır. Bu durum aynı zamanda Edirne’nin arka plana düşmesinin de bir nevi miladı olarak kabul edilir.
1934’de Çanakkale’de başlayan ve kısa bir süre sonra Edirne, Kırklareli, Tekirdağ gibi şehirleri de etkisi altına alan “Trakya olayları” sonrasında on binden fazla Yahudi şehri terk ederek büyük ölçüde İstanbul’a göç eder. Bu da Edirne’nin kozmopolit kimliğinde ciddi bir kırılma demektir. Aynı şekilde farklı dönemlerde şehrin Ermeni, Rum ve Bulgar nüfusunda da ciddi kırılmalar yaşandı. Bugün söz konusu topluluklara ait ev, kilise ve diğer yapılar değişik amaçlarla hizmet vermekte. Bir kısmı cami, bir kısmı ise okul haline gelmiş. Yani ulus-devlete geçiş sürecinden pek çok kozmopolit kent gibi Edirne de nasibini almış. Şimdilerde ise Trakya üniversitesinde Yunanca, Boşnakça, Arnavutça, Bulgarca, Hırvatça gibi diller okutuluyor. Esasen bunun devamlılığının sağlanması, Edirne’nin belki de bu bağlamda Balkanlarlaolan ilişkilerde bir merkez haline getirilerek eski önemine bir nebze de olsa kavuşmasını temin edebilir. Şehri gezen insanların muhteşem maziyi solukladıktan sonra bu kente hayran olmamasına imkan yok.
Edirne’yi gezmeye nereden başlamalı? diye uzun uzun düşünmeye gerek yok. Adres belli, şehre girişte sizi uzun minareleri ile karşılayan Selimiye ilk durağınız olmalı. Caminin önünde uzanan parka konan Sinan heykeli, büyük usta ile şaheserini ya da kendi deyimiyle ustalık eserini çok güzel şekilde bütünleştirmiş. Selimiye, I. Murat tarafından inşa edilen ve bugün bir izi kalmayan Eski Saray arazisi üzerine, “Kavak Meydanı” olarak adlandırılan bölgeye inşa olunmuş. Camiyi dolaşırken gerek iç ve gerekse de dış bezemelerine hayran olmamaya imkan yok. 1568-1574 yılları arasında inşa olunan Selimiye, genel olarak Osmanlı mimarisinin ulaştığı zirvenin somut abidesi olarak bilinir. Hatta bazı araştırmacılar tarafından “Taşın dehaya ulaşması ve dehanın taş kesilmesi” şeklinde ifade olunur. Selimiye bilhassa Sinan’ın önceki eserleri olan Şehzade ve Selimiye camilerine göre, küçültülmüş yarım kubbeler arasından daha da muhteşem bir şekilde çıkıveren ana kubbesi ile ayrılır. Bu kubbe mekana büyük bir derinlik katar. Caminin en göze çarpan yerlerinden biri de tam ortasında yer alan müezzin mahfilinin altındaki şadırvandır. Bir benzerine Bursa Ulucami içinde rastlanan bu şadırvandan akan su, halk arasında zemzem suyu olarak kabul edilir ve şifa niyetine içilir. Caminin bir diğer özelliği de göz alıcı çinileri. Bilhassa hünkar mahfili ve mihrap tarafındaki çiniler son derece etkileyici. Yalnız hemen belirtelim ki tarihimize 93 harbi olarak da geçen 1877-1878 Osmanlı-Rus harbi sırasında Edirne’yi işgal eden Ruslar, Hünkar mahfilinin bazı çinilerini de beraberlerinde götürmüşler. Minber de son derece zarif işlemelerle dolu. Adeta başlı başına bir sanat harikası. I. Balkan savaşı sırasında yaşanan Bulgar işgali neredeyse bu muhteşem mabedin de sonunu getiriyormuş. Zira Bulgarlar kenti II. Balkan savaşı sırasında boşaltırken Selimiye’yi de havaya uçurmayı tasarlamışlar. Lakin kral Ferdinand’ın böylesine büyük bir tarihi sorumluluğu üzerine almak istememesi yapıyı kurtarmış.
Esasen Selimiye muazzam bir külliyedir. Cami dışında yine külliyeye gelir getirmesi amacıyla bir “arasta” yani çarşı inşa olunmuştur. Çarşı, bugün de turistik amaçlı kullanılmaktadır. Nitekim Selimiye’yi gezen turistler çarşıdan Edirne’ye özgü kokulu meyve sabunu, aynalı süpürge ya da işlemeli havlular almaktadır. Çarşıda toplam 124 dükkan bulunmakta. Uzun yıllar metruk bir halde bulunan arasta, yakın zaman önce restore edilerek hizmete sokulmuştur.
hemen yanıbaşındaki Darülhadis medresesini de gezmeyi unutmayın. Zira medrese bugün Edirne Türk İslam Eserleri Müzesi olarak hizmet veriyor. Müze içinde Ağaç İşleri, Ölçü Aletleri, Hat Levhalar, Sıbyan Mektebi gibi bölümler var. Son derece eğitici ve keyifle geziliyor. Darülhadis medresesinin arkasında yer alan hazirede ise önemli şahıslar ve ilginç mezarlara rastlamak mümkün. Misalen III. Ahmet’in oğlu şehzade Selim adına burada bir türbe bulunmaktadır. Türbe, 2011 Nisan ayı başlarında gittiğimde restore halindeydi. Onun dışında Edirne’nin meşhur valilerinden Dilaver Paşa da bu alanda yatmaktadır. Örneğine daha önce hiç tesadüf etmediğim al yıldızlı ve Osmanlı fesli mezar ise Edirne’yi II. Balkan savaşı sırasında Bulgar işgalinden kurtaran Yüzbaşı Reşit Bey’e aittir. Yine bir diğer ilginç mezar da, taşına işlenmiş resim paletiile dikkatleri çeken ressam ve tabip Cevad Seyyid Bey’e ait.
Selimiye’den çıkıp şehir merkezine doğru yürüdüğünüzde sağ yanınıza düşen vilayet konağı da tarihi bir diğer binadır. Bu binayı takip ettiğinizde ise Edirne’nin en muhteşem ve en eski İslam eserlerinden olan Ulucami ya da Eski camiye varırsınız. Caminin yapımına Fetret Devri sonrasında Edirne’yi kontrol altına alan Yıldırım Bayezid’in büyük oğlu Emir Süleyman tarafından başlandığı için bir ara “Süleymaniye” diye de anılmış. İnşaatı, Yıldırım’ın bir diğer oğlu Musa Çelebi devam ettirirken, yapı nihayet Çelebi Mehmet zamanında tamamlanmış. Yapının Osmanlı tarihi açısından bir başka önemi de Edirne’de cülus eden yani tahta çıkan II. Ahmet ve II. Mustafa gibi padişahlar Selimiye yerine bu camide kılıç kuşanmışlardır. Hatta o günlerin hatırasına Cuma ve Bayram namazlarında hutbe için minbere çıkan hatibin eline sembolik olarak bir tahta kılıç alması gelenek haline gelmiştir. Caminin içinde bulunan Vaiz Kürsüsü ise özel bir yere sahiptir. İnanışa göre şehre gelerek irşad faaliyetlerinde bulunan Hacı Bayram-ı Veli bu kürsüde vaaz vermiştir. Yine buraya kadar gelmişken camiye gelir getirmesi için inşa edilmiş olan bedesteni de gezin. Gerçi içinde satılanlar Selimiye arastasındakilerle hemen hemen aynı, ancak yine de keyifle vakit geçirmek mümkün.
Eski caminin hemen yakınında bir başka abidevi Osmanlı eseri olan Üç Şerefeli Cami uzanır. Caminin banisi Edirne’ye önemli katkılarda bulunan sultan II. Murat’tır. Bir rivayete göre İzmir’in fethinden elde edilen ganimetlerle bu cami inşa olunmuştur. Edirne’de vefat eden sultanın cenaze namazı da burada kılınmış ve Bursa’ya ötürülerek Muradiye avlusundaki üstü açık türbesine gömülmüştü. Caminin en göze çarpan özelliklerinin başında ise baklavalı, şişhaneli, çubuklu ve burmalı motifleri ile dikkat çeken dört minaresi gelir. Başlangıçta üç şerefeli ve tek minareli olan camiye Fatih, I. Ahmet ve II. Mustafa farklı özelliklerde minareler ekletmişlerdir. Orjinal minare konumundaki üç şerefeli minarenin en büyük özelliği ise şerefelerine üç ayrı yoldan çıkılmasıdır. Birinci merdiven ile birinci ve üçüncü şerefeye, ikinci merdiven ile ikinci ve üçüncü şerefeye, üçüncü merdivenle de doğrudan üçüncü minareye çıkılır.
Üç şerefelinin hemen yan sokağında ise Edine’nin sembol yapılarından Makedon ya da nam-ı diğer Saat kulesi uzanıyor. Kule, Romalılar zamanında inşa edilen kalenin parçalarından biri imiş. Zaten kulenin çevresinde yapılan kazılar sonrasında ortaya çıkarılan buluntular da bir sergi alanı olarak ziyaretçilere açılmış vaziyette. Kulenin üzerine Sultan II. Abdülhamid zamanında ahşap bir saat kulesi yapılmış. Ancak bu kule yanınca yine aynı padişah zamanında bu sefer kargir olarak yeniden inşa olunmuş. I. Dünya savaşı sonrasında şehri işgal eden İtalyanlar, saat parçalarını sökmüşlerdir.
Edirne’nin turlanası en güzel caddesi olan Sarraçlar Caddesi de Üç şerefeliden çıkışta hemen karşınıza gelecektir. Bu cadde sizi Yahudi mahallesine götürür. Cadde yakın bir zaman önce trafiğe kapatılmış, yolun sağına soluna daldığınızda sürpriz yapılarla karşılaşıveriyorsunuz. Yol üzeride harika lezzet durakları da var. Köfte yemek isteyenlere Osman’ın köfte salonu, Ciğer tavacılara da Aydın ciğer tava dükkanı tavsiye olunur. Yine karşınıza çıkan dükkanlardan biri olan Nurlu peynirciden Edirne işi eski kaşar alabilir, beraberinizde Edirne klasiği olan Keçecizade’den badem ezmesi götürebilirsiniz.
Büyük Sinagoga yaklaşırken sağlı sokakları sokaklara dalarak ilerliyorum. Birden karşıma her halinden kilise olduğu anlaşılan bir yapı, çıkıveriyor. Üzerindeki Latince yazılardan bir Katolik kilisesi olduğu sonucuna vardığım bu yapı günümüzde İstiklal İlköğretim okulunun çok amaçlı salonu olarak kullanılıyor.
Nihayet Balkanların en görkemli sinagogları arasında gösterilen Büyük Sinagog’a ya da orijinal adıyla Kaal Kadoş Ha Gadol’a varıyorum. Tek kelime ile nefes kesici bir yapı. 4 Aralık 1997’de bu abidevi mabedin çatısı çökmüş. Sonrasında ise kendi kaderine terk edilmiş. Etrafındaki çimento torbalarından restore edilme ihtimali olduğu hissine kapılıyorum. Gerçekten de Edirne’den ayrıldıktan kısa bir süre sonra yapı restore edilmeye başlanmış. Bittiğinde Avrupa’nın en büyük kültür merkezlerinden biri olması ve Musevi cemaatine mensup kişiler açısından arzu edildiğitakdirde dini nikah hizmeti vermesi planlanıyor imiş. Bir zamanlar burada çok büyük bir Yahudi cemaati yaşıyordu. Cemaatin hatıraları tek tek siliniyor. Evleri, lokalleri, cemaat binaları ya açılan yollara kurban gidiyor ya da otopark oluyor. Gelişme, bu açıdan sevindirici.
Büyük havranın yapım tarihi 20. yüzyılın hemen başı. Önceleri farklı Yahudi meslek gruplarının devam ettikleri kendi sinagogları varmış. Ancak Edirne’de 1903 yılında meydana gelen Kaleiçi yangını sonrasında bu sinagoglar büyük hasar görmüş. Edirne Yahudi cemaati de bunun üzerine Avrupa’daki dindaşlarından yardım isteme yoluna gitmişler. Toplanan paralarla her bir havrayı tamir etmek yerine tek ve tüm cemaati kapsayan bir havranın yapımına karar verilmiş. Bunun sonucunda da ortaya Büyük Havra çıkmış. İki katlı olarak inşa olunan havra, tam 1200 kişi kapasiteli. Rakam Edirne’deki Yahudi cemaati hakkında bize bir bilgi verebiliyor. Büyük sinagogun çevresini gezip görüntüledikten sonra ara sokaklara biraz daha dikkatli bakarsanız, hem Osmanlı döneminden hem de Yahudi cemaatinden kalma son derece zevkli sivil mimari örneklerine de tesadüf edebilirsiniz.
Şimdi şehrin birkaç kilometre dışına, Tunca kıyısına doğru bir uzanalım. Zira şehrin tarihi açıdan görülesi bazı yapıları da burada sıralanıyor. Özellikle de Edirne sarayının bakiyesi olan yapılar. İstanbul’daki eski ve yeni saraya mukabil Edirne’de bir kaç saray inşa edilmişti. Söz konusu saraylar için daha ziyade Tunca nehri kıyısında uzanan ve bugün ancak kalıntılarını görebileceğiniz “Kaleiçi” semti tercih edilmişti. Burada uzanan kalenin dört kulesi ve dokuz da kapısı bulunuyordu. Bugün söz konusu yerde sadece Adalet Kulesi’ni görmeniz mümkün. Ruslar 19. yüzyıldaki işgal sonrasında şehri boşaltırken kaleyi de ateşe vermişler. Bu nedenle de bugüne bir şey kalmamış. Şimdilerde ise alan daha çok Kırkpınar güreşleri ve bu güreşlerin yapıldığı stadyum ile tanınıyor. Stadyumun etrafında ise Kel Aliço, Kurtdereli Mehmet ve Koca Yusuf gibi büyük pehlivanların son derece göze gönle hoş gelen heykelleri konulmuş. Yine kale ile Adalet kulesi arasında sultan Abdülaziz’in Avrupa seyahati anısına dikilen bir abide, dikkatli gözlerden kaçmıyor. Adalet kulesinin önünde ise bir ibret taşı uzanıyor. Taşın üzerindeki bir yazıya göre Viyana Kuşatması sırasında başarısız olan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın, IV. Mehmet’in emriyle kesilen başı bu taşın üzerinde sergilenmiş. Bu kesik baş buradan alınarak, II. Murat devri vezirlerinden Saruca Paşa adına yapılan caminin haziresine gömülmüş. Bu arada Adalet kulesinin hemen öte yanı da hem Edirne Sarayı’nın kalıntılarını hem de Balkan şehitliğini barındırıyor. Buradaki bir kitabede 20 bin askerin şehitliğin bulunduğu alanda hayatını kaybettiği yazılı.
Biz yine Edirne’de inşa olunan saraylarımıza dönelim: İlk olarak I. Murat tarafından temelleri atılan eski sarayın yeri tam olarak bilinmiyor. Ancak Yıldırım zamanında başka bir sarayın daha inşa edildiği biliniyor. Bugün kalıntılarını görebileceğiniz ve kaynaklarda Tunca sarayı, Hünkar sarayı, Edirne sarayı gibi adlarla geçen sarayın temelleri ise II. Murat tarafından atılmış. Fatih, II. Bayezid ve Kanuni zamanında yapılan eklemelerle de saray, büyük bir ihtişama kavuşmuş. Bölge bugün de Tunca nehrinden ve etraftaki yeşillikten kaynaklanan bir huzur iklimine sahip.
Bu alanın hemen yakınında ise Edirne’nin en önemli yapılarından Bayezid külliyesi uzanıyor. Külliye, Fatih’in oğlu sultan II. Bayezid’in hayır eseri. Külliye bünyesinde aşhane, imaret mutfak, erzak ambarı, darüşşifa, hamam, medrese ve tabii ki cami bulunuyor. Caminin cümle kapısı üzerinde bulunan inşa kitabesine özellikle dikkat etmek gerekiyor. Zira bu kitabeyi Zenbilli Ali Efendi yazmış, lakin kitabe devrin meşhur hattatı ve sultanın yakın dostu Şeyh Hamdullah’ın yazısıyla hâk edilmiştir. Ayrıca bölgeyi şehre bağlayan köprü de yine bu hayır eserleri bünyesinde vücuda getirilmiş. Külliyenin, ziyaretçileri en çok etkileyen kısmı ise medrese ve darüşşifa. Medrese odalarında yapılan düzenlemeler sayesinde mankenler eşliğinde Osmanlıda öğrenci olmanın, ders takip etmenin, nasıl bir şey olduğunu görebiliyorsunuz. Son derece emek verilerek hazırlanmış bir müze. Darüşşifa kısmı ise bilindiği üzere uzun süre akıl hastalıklarının tedavisi için kullanılmış. Evliya Çelebi’nin anlatımına göre burada müzikle tedavi usulü uygulanıyordu. Bu anlamda haftanın üç günü musikişinaslar tarafından darüşşifada konserler veriliyor, belli makamlarda melodiler hastalara dinletiliyordu. Darüşşifa bugün bir müze olarak düzenlenmiş vaziyette. Arka fonda çalan cd’den rahatlatıcı melodileri dinlerken, yapının tam ortasına denk düşen şadırvandan yayılan su sesi bu musikiye eşlik ediyor. Hasta odaları da gayet güzel şekilde tanzim edilmiş. Bu son derece başarılı sergi çalışmasını mutlaka görmeniz tavsiye olunur.
Ee, bunca gezmenin ardından yeme içme safhasına da değinmek lazım. Edirne açıkçası yöresel tatlar konusunda cazip seçenekleri olan bir kent. Fiyatlar da gayet makul. Sözgelimi bir çayı 50 kuruşa içerken, aynı fiyata son derece lezzetli bir simiti de alabiliyorsunuz. Yiyecek denilince ilk akla gelen tabii ki tava ciğeri. Bu yemek Trakya otlaklarında beslenen ve bir yaşını dolduran danaların ciğerinden yapılır. Zarı temizlenen ve adeta yaprak gibi incecik doğranan ciğer, tuzla yoğrularak bir müddet buzlukta bekletilir. Böylece tamamen kandan arındırılan ciğer, iki dakika kadar kızgın Trakya ayçiçeği yağına atılarak pişirilir. Sonrasında ise yöreye özgü Edirne Kırkağaç’ta yetişen kurutulmuş kırmızı biberin yanı sıra, soğan ve domates eşliğinde servis edilir. Bunun dışında şehirde Tekirdağ usulü ya da yuvarlak şekilde pişirilen köfteler de gayet leziz. Ağzınızı tatlandırmak için de Edirne’ye özgü badem ezmesi mutlaka tavsiye olunur.
Edirne, kendini ziyaret edenlerle arasında derin gönül bağı kurabilen ruhaniyetli şehirlerden biridir. Bir dahaki sefere başka yönlerini keşfetmek, başka lezzetlerini tatmak üzere ayrılıyorum serhaddaki payitahttan.
Bu yazı 2014 yılının Eylül ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 91. sayısından alınmıştır.