ANNEM’E …
Anneme; hayatimda inanarak başlayıp, yapmaktan zevk aldığım her işi, ne pahasına olursa olsun, sonuna dek bitireceğime dair vermiş olduğum söz… Ve O’nun fotoğrafına her baktığımda, verdiğim bu sözü ne olursa olsun tutacağıma olan buyuk inancım… Bu inancım olmasaydı, ne elinizde tuttuğunuz bu kitap olurdu, ne de çevremde olup biteni geleceğe aktaramazdım. Her ne kadar bugün anneme dokunup, doyasıya sarılamasam da, nerede olursam olayım, ruhunun hep yanımda olduğunu biliyorum. Belki de beş yıllık maceramda bir sonraki adımı atmaya yönlendiren bendeki gücün sırrı da bu…
Yazı ve Fotoğraflar : Alp Alpler – Ekim 2005
Öncelikle sizlere gecmişi geleceğe taşımanın heyecanıyla çıktığımız yolun öyküsünü anlatmaya çalışacağım. Zaman zaman yüzümüze kapanan kapılarla beraber kırılan umutlarımızın öyküsunu okuyacaksınız. Doğan her yeni güne daha güçlü uyanarak, yüreğimizdeki inançla, azmimizle ve koşuşturmalarla geçen beş yılın öyküsü bu…
“Ne yazık! Vakit de yok kurtarmak için geleceği Dόşünsek bile şimdiden – düşünemiyoruz ya άstelik ne ηıkar bundan ve ne katardı yaşamımıza Hiηbir şey! Çünkü ne varsa içimizde gelecek için Sanki bir φykόsό bu, hayatı süslemenin”
(Umutsuzlar Parkı / Edip CANSEVER)
Gecmişi Geleceğe Taşımak
Gecmiş ve gelecek söz konusu olduğunda, Edip Cansever’in bu dizeleri gelir hemen aklıma. Geleceği kurtarmak için vaktin olmadığı, bunu düşünemediğimiz fikri, beni alır ‘Umutsuzlar Parkı’na götürür. Fakat böyle güzel bir şiir yazılmışsa, demek ki geçmiş boşa geçmemiştir ve geleceği kurtarmak için hâlâ vakit vardır, olmalıdır diye düşünürüm.
Bu projeye başlamadan once beni ve bu projeye gönül veren arkadaşlarımı medyada sıkça yer alan, izlerken içimizin acıdığı orman yangınları, tarihi eser kaçakçılığı, depremler, para hırsı uğruna yapılan tüm tarihi yıkımlar düşündürdü. Bütün bunlar “Birşeyler yapmak gerek” diye “tetikleyen” nedenlerden sadece birkaçıydı. Öyle şeyler yapmak istiyorduk ki, sahip olduğumuz bu değerlerin yok olmadan önceki güzelliklerini belgeleyelim, gelecek nesillere sunalım, korunmaları adına ruhlarına kuvvet verelim…
Yuzyıllarca uygarlığa analık yapan bereketli Anadolu topraklarının, ozellikle seksenli yıllardan sonra başlayan, giderek artan yağmalama politikalarıyla hoyrat ve bilinçsizce tuketilmesi… Sahil kentlerininin yeşil dokusu yerine çirkin betondan yazlık site ve turistik tesis adı altında yapılan çirkin beton binalar… Restorasyon adı altında bilinçsizce yapılan hatalar ve daha niceleri… Geleceği ve çocuklarımızı “kısa günün kârı” anlayışı tüketti ve tüketmeye devam ediyor. Doğal zenginliklerimizi tüketme ve yağmalama hırsını; ne kesilen ağaçların çığlıkları, ne de yaşam alanları yok edilen canlıların gözyaşları durdurabildi. İşte bizi uyaran ve birşeyler yapmaya iten bir diğer güç, bu YOKOLUŞ’tu!
Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’a girdikten sonraki ilk fermanlarından birinde “Yaş kesenin başı kesile” derken, Evliya Çelebi Seyahatname’sinde, “Van’dan yola çıkan bir sincap, ayağı yere değmeden bir meşe ağacından diğerine atlayarak İskenderun Körfezi’ne ulaşır” diye yazmıştı. Oysa Turkiye’de, her yıl tarım alanlarının 500 milyon tonu ve tüm ülke genelinde 1.4 milyar ton verimli ust toprak, erozyonlarla kaybedilmekte. Orman Genel Mudurluğü’nün 2002 verilerine göre; 1937 yılından bu yana meydana gelen 68 bin 214 orman yangını sonucu 1 milyon 534 bin hektarlık orman alanı yanarak yok oldu ve her geçen gün de yok olmaya devam ediyor.
Anadoluyu yaşamak için çıkılan yol
Yola cıkarken, pek çok kişinin bu projeye çok duyarlı olmayacağını veya duyarlı gibi görünüp arkamızdan güleceğini tahmin ediyorduk. Destek almak amacıyla çalacağımız pek çok kapının yüzümüze kapanacağını da. Ancak söz vermiştik kendimize; ne olursa olsun ulaşılmayan o yere mutlaka ulaşacak, Simurg Efsanesi’ndeki 30 kuş gibi o diyarlara, dağlara ve o efsanevi dağların ardındaki varolan son güzelliklere ulaşmak için yılmadan, usanmadan uçacaktık. Çünkü her şeyden önce kendimize inanıyorduk, yola da o inançla çıktık. Bu yolda yapılan her destek, inancımıza büyük bir güç oluştururken, kapanan her kapı da bu projenin büyüklüğünü ispatlama hırsımızı kamçılıyordu. Yoksa görüntümüz bize her yansıdığında, değer vermenin, önemsemenin, direnmenin, omuz vermenin, devam etmenin, başlamanın ve bitirmenin yaratacağı gülümsemeyi yitirirdik.
Guneş ve uygarlıkların doğduğu ve insana ait en eski izlerin Paleolitik (Taş) Devri’nde Konya Ovası’nda olduğu bilinen Anadolu; Büyük Kral Hattuşili’den Büyük İskender’e, Alaattin Keykubat’tan Muhteşem Süleyman’a kadar büyük imparatorların iz bıraktığı uygarlıkların coğrafyası. Anadolu mistik ve dini acıdan büyük önem taşıyan bereketli toprakları üstünde, yüzlerce değerli bilim adamı, mimar, sanatçı barındırmış. Tarihsel ve dinsel yolların kesiştiği İpek Yolu’ndan Kral Yolu’na tüm önemli yaşam yollarına adını yazdırmış çoğrafya.
Anadolu’nun yuzlerce yıl boyunca tüm renkleri icinde barındırarak bugünkü varolan mozaikler ülkesini adım adım, yudum yudum yaşamak için çıktık yola. Sadece fotoğraflarda veya medyada görmektense, hissederek, gidip yerinde dokunarak… Bunu yaparken de bugüne kadar pek yapılmayanı, zor olanı seçtik. Zaman ve mekan sarmalı içinde varolanı gezi, keşif tutkusuyla Anadolu’nun günümüze kadar gelen son güzelliklerini belgeleme sorumluluğunu fotoğrafa yansıtabilme gayreti içinde olduk.
Butcemizin elverdiği ve arazinin konumuna göre, Anadolu’nun guzelliklerini havadan ve “Tanrısal” bir bakış açısıyla görüntüledik. Kimi zaman renkli bir balonla sabahın ilk ışıklarında güneşle doğarak…, Kimi zaman yuksek bir zirveden ruzgara kanat veren bir paragliding veya bir microlightla, kimi zamansa bir helikopterle… Kısacası uçulabilen, akla gelen her türlü araçla uçmaya çalıştık. Uçtukça da bazen ateş kanatlı bir flamingonun kanadında bulduk kendimizi, bazen efsanelerin dağı Ağrı’da yakaladık zirveyi. Bazen de bir zamanlar Anadolu’ya korku salan muhteşem volkanın donmuş, ama her an patlamaya hazır kalbinde. Ya da yemyeşil Karadeniz yaylalarının yüreğinde saklı, yalnız manastırlar diyarında. Tek tek yeniden keşfettik Anadolu’yu. Yüreğimizde ve yüzümüzde rüzgarı hissederek, heyecan ve sevgiyle bir kuş misali Türkiye’nin dağlarında, ovalarında, denizlerinde uçarak. Elimizde ve yüreğimizde hep var olan kocaman bir umutla.
Bize inananları gördükçe daha çok sarıldık projemize. Bize elini uzatanlarla kenetlendik. Günler, aylar birbirini kovalarken adım adım ilerledik. Geriye baktığımızda o ana kadar yapmayı başardıklarımızla gurur duyduk.
Asla unutamayacaklarımız
Bu projenin her aşamasında sayısız anı oluştu yaşama dair, asla unutamayacağımız… Fethiye yakınlarındaki Antik Yunan şehirlerinin çekimi için sabahın erken saatlerinde puslu bir havada microlightla havalanmamız. Daha sonra Ksantos şehrini aramaya daldığımızda, yakıtımızın geri dönmeye yetmeyecek olduğunu farketmemiz.Neyse ki tecrubeli ve bolgeyi iyi bilen pilotumuz Kayhan’ın tüm ustalığıyla yol üzerindeki bir benzinciye acil iniş yapabilmemiz… Ηevredekilerin ve bize benzin veren yaşlı pompacının şaşkın bakışları hâlâ gözümün önünde. Benzin aldıktan sonra güvenli kalkış yapabilmemiz için köylülerin trafiği kesip, bize yardım etmesiyse dün gibi hatırımda.
Bir ucuş esnasında Cessna 172 tipi uçağımızın Mardin-Midyat üzerinde alçak uçuş yaparken motorunun durması… Pilotumuzun “Eyvah” sesi ve ardından oluşan garip bir sessizlik… Yirmi saniye sonra pilotumuzun gayretiyle uçağımızın motorunun tekrar çalışması. O yirmi saniyelik sürenin bana tam yirmi yıl gibi gelmesi…
Ve Batman civarındaki yaşadığımız bir başka an… Toprak pistten kalkmak üzere uçağımızın tüm hazırlıklarını tamamlayıp, kalkış anında yan rüzgarı hesaplamadan tüm güç motorlara yüklenmemiz sonucu, bir tarlanın içine girerek yaklaşık 60 metre kadar sürüklenmemiz. Şans eseri kanatlarda bulunan dolu yakıtın alev almaması…
Yine Oludeniz’de paraşüt uçuşlarımız esnasında kalkış anında ayağımı bir demir parçasına çarpmam. Yere indiğimizde iç kanamadan şişen ayağımı gösterdiğim dispanserdeki hemşirenin tedavi için basit bir krem vererek geçiştirmesi. O halde uçuşa ve fotoğraf çekmeye devam etmem sonucu hastanelik olmam… Doktorumun ifadesine göre, eğer bir gün daha geç gitmiş olsaymışım, kangrene dönüşüp ayağımı kaybedebilirmişim. Neyse ki ayağıma yapılan operasyon sonucu, on gün boyunca askıda hiçbir yere kıpırdayamadığımı, bugün tatlı bir tebessümle hatırlıyorum.
Olumun soğuk yüzünü birkaç kez çok yakından hissetsem de, korku ve heyecanla harmanlanmış yolumda yürümeye devam ettim. Kaderim çoktan yazılmıştı ve istesem de artık değiştiremezdim.
Sonsöz
Sonucta beş yıllık bir uğraşın ardından bugünlere geldik. Umarım yorucu, bir o kadar da zevkli çalışmanın sonucunda ortaya çıkan eserimizi, siz değerli fotoğrafseverler de takdir eder ve insanlığın ortak mirası olan bu güzelliklere sahip çıkmak için bir adım atar.
Herkesin bir hayali, bir tutkusu vardır. Kimimiz kumdan kaleler yapmaya çalışırız, dalgalarla yok olacağını bile bile. Kimimiz de kardan adamlar yapar; güneşin şefkatiyle eriyecek kadar güçlü… Benim hayalim de bu kitaptı ve bu hayal şimdi ellerimizde tuttuğumuz bir gerçeğe dönüşüverdi. Rüyamı gerçekleştirmeme yardım eden herkese ve bana yeni hayallerin kapısını açan Anadolu’ya teşekkür ederim. Sizin de yüreğinizin en derin yerindeki rüyanızın gerçek olması dileğiyle…
Benim Kitaptaki Son Sözüm – Bu yazı 2007 yılının Şubat ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 1. sayısından alınmıştır.