Dünyayı henüz pullardan, paraların üzerlerindeki imajlardan, ansiklopedilerden tanıyan bir lise öğrencisi iken bir mektup almıştım. Mektup Kırgızistan’ın Oş şehrinde açılan Türk okullarında Türkçe öğrenen bir Kırgız çocuktan geliyordu. Henüz öğrendiği Türkçe ile ‘küçücük’ hayatını, şehrini, şehrinin sırtını dayadığı Süleyman To dağını, mevsimleri, ülkesini anlatıyordu.
Yazı ve Fotoğraflar: Halit Ömer Camcı
Ona yazacağım mektupta ülkemden, hayatımdan bahsetmemi istiyordu… Ve bir gün onun şehrine gidebilirsem yanımda neler getirmem gerektiğini sıralıyordu. O mektubu yıllarca sakladım. Bir gün Süleyman To Dağı’nın eteklerindeki bu şehre uğrayabilir, o küçük adamın büyümüş hali ile karşılaşabilirsem, sırt çantamdan hediyelerle birlikte o mektubu da çıkarmak istiyordum.
Mektup zamana, hayatın dağınıklığına; şehirlerden, insanlardan, mekanlardan yol alarak vardığımız hayatlara karışarak binlerce hatıra arasında kayboldu, gitti. Fakat Kırgızistan ve özellikle de Oş’taki Süleyman To dağı aklımın bir köşesinde hep ‘değerli’ yerini muhafaza etti.
Bir ülkeden diğerine yürüyerek geçmek
O mektup yıllar sonra benim için bir davet mektubu oldu. Kırgızistan’a gitmek için önce Kazakistan Almatı’ya THY ile güzel bir uçuş yaptım. Almatı’da yıllarca orada yaşamış bir işadamı dost beni hava alanından aldı. Birkaç saatlik bir Almatı dinlenmesi ve yemek molasından sonra Kırgızistan’a beni götürmesi için bir araç kiralama kararı verdik ve halk pazarı gibi bir yerden güvenilir bir şoför bulduk. İkindi vakti idi ve hava birazdan yağmur yağacağının işaretlerini veriyordu. Kazakistan Kırgısiztan sınırına kadar bu araçla gittim ve akşamın yorgun ışıkları altında sırt çantam ve valizimle binlerce insanla birlikte bir ülkeden bir başka ülkeye hayatımda ilk kez yürüyerek geçtim. Yolun ortasına kurulmuş bir karakoldan yapılan geçiş geçen yüzyılı hatırlatan bir görüntüye sahipti. Kiraladığım araçla geçmeye çalışsam saatler sürecek bir beklemeye de sabretmem gerekecekti. Almatı’dan ayrılmadan Bişkek’ten yeni dostlar bulup, yürüyerek geçtiğim sınır karakolunun öbür ucundan bir başka araçla yoluma devam ettim. Kırgızistan yolculuğum boyunca bana eşlik edecek Uluğbeg’le bu sınır kapısında tanıştım.
Seyyahların unuttuğu ülke
Çoğu zaman yola çıkmadan önce Evliya büyüğümüz bu ülkeye gitmiş mi, gitmişse ne demiş, demişse biz de bilelim yollu seyahatnameyi karıştırır; onda bir şey bulamazsam İbn Batuta Hazretlerini selamlar, iki kelam da olsa o bahsetmiştir der, sayfalar arasında dolaşırım. Niyedir, nicedir bilmem ama her iki seyyah da Kırgızistan’a uğrayıp bize kendi çağlarının Kırgızistan resmini çizmemişler. Bu görev bu yüzyılın seyyahlarına kalmış.
Fakir ama mütebessim / görkemli ama şefkatli
Orta asya ülkeleri içinde ekonomik durumu çok da yerinde olmayan, doğal kaynakları, değerli madenleri ile ekonomik alanda ‘sınıf atlayamayan’ bir ülke Kırgızistan. Ne otobanlar, ne büyükşehirlerde gökdelenlerin göğü deldiği ‘downtown’ları olmayan bir ülke. Başkent Bişkek bile henüz gökdelenlerin, büyük binaların, yolların kucağına düşmemiş. SSCB dönemini çağrıştıran büyük ve geniş caddeler, taştan, betondan, mermerden binalar, mütevazı birer orman ebatlarında parklardan oluşan bir şehir. Rusların iskân politikasının ürünü şehir nüfusu Kırgız, Rus, Özbek, Kazak gibi birçok farklı milliyet ve kültürden insanlardan oluşuyor.
Biskek, tarih açısından kayda değer bir geçmişe sahip değil. Şehrin ana meydanı Ala-Too çoğu zaman politik gösterilere ve festivallere ev sahipliği yapıyor. Meydan ile Meclis binası arasında Ulusal Müze bulunuyor. Meydanda ayrıca Devlet Tarih Müzesi de yer alıyor. Eğlence parkı Panfilova, Meclis binası ve White House (Beyaz Saraydan mülhem, Başkanlık Sarayı) arasında bulunuyor. Ana devlet binası olan White House, yedi katlı mermerlerle kaplı gösterişli bir bina. Yakınlarındaki parkta Ivan Panfilov heykeli var. Biskek Tren Istasyonu 1946 yılında Alman savaş mahkûmları tarafından inşa edilmiş ve o günden bu yana hiçbir yenilik yapılmadan ayakta kalmış. Tarihi dokusu etkileyici. Şehre, 1926 yılında Bolşevik askeri önderlerinden Mikhail Frunze anısına Frunze adı konulmuş. Ülke özgürlüğü ile birlikte kimliğini, inançlarını, ismini, bir millet ve medeniyet olarak varlığını da kaybetmiş. 1991 yılında yeniden hür ve bağımsız bir ülke olunca ilk iş deforme edilen, tarihten silinmeye çalışılan -başta isimleri olmak üzere- nesi varsa yeniden kazanma gayreti içine girmişler.
Bir ülkenin yolları o ülkenin kader çizgileridir
Bişkek molasından sonra yönümüzü güneye çevirdik. Tokmok şehrine oradan da Narin şehrinde yer alan Taşrabat Kervansarayına ulaşmak üzere yola çıkma kararı verdik. Nerede ise yetmişinde bir şoför amca Mercedesi ile bizi dağ taş dolu yollardan oraya ulaştırabileceğini söyledi. Yola çıkarken arabaya güveniyor ama şoför amca hakkında tereddütler taşıyorduk. Fakat yolda durum değişti. Arabanın birkaç kez tekerleği patladı, dönüş yolunda sağ tekerleğin bağlı olduğu metal aksam kırıldı. Mecburi durmalar sırasında yakınlardaki köylerden yardım aldık. Aslında beş altı saatlik yollar bir gün sürdü. Yol boyunca manzaranın güzelliğine ve yorgunluğun verdiği rehavete kapılarak rehberim Uluğbeg ve ben uyuklayıp durduk. Gittiğimiz yerlerde fotoğraf çekerken şoför amcamız da bizimle uyanık duruyor yol boyunca da gözlerini kırpmadan araç kullanıyordu. Yaşına aldandığımız bu Kırgız Ata’sı hepimizden daha dinç ve sağlam çıktı. Mercedes taksisinden bile.
Coğrafyada uzaklıklar Greenwich meridyeninden başlayabilir ama Kırgızistan’da durum biraz daha farklı. Başı karlı ve dumanlı dağlar, yaylalar, yılkı atları, küçük dereler içinde yaptığınız yolculuk hiç bitmesin istiyorsunuz ve gerçekten de yakın mesafeler biraz bitmemek üzere önünüzde uzuyor. Ülkenin içinde bulunduğu ekonomik durum ana yolların bile tamirine, bakımına el ve imkan vermiyor. Ülkenin Çin’le olan sınırından başlayan ve Kazakistan’a kadar uzayan ana yolunu biraz da kendi ürünlerini Orta Asya’ya ulaştırabilmek için Çin hükümeti inşa ediyor. Ekonomisi tarım ve çok az da madencilikle beslenen Kırgızistan ülkenin doğal güzelliklerinin farkına vararak yeni yeni turizme de açılmaya başlamış durumda.
Görkemli dağların altında keçe çadırlar
Şehirlerden biraz uzaklaştığınızda sizi yaylalar karşılıyor. Dağların eteklerinde ve ovalarda beyaz keçeden yapılan çadırları, at sürülerini, arazide otlayan develeri, koyun ve keçileri sürülerini görüyorsunuz. Keçe çadırlarda yaşlı bir nene ve çocukları gördüğünüzde evin erkeklerinin ve genç kadınlarının arazide atlarla, keçilerle uğraştığını anlıyorsunuz. Kavruk yüzlü çocukların yayla havasından kızarmış elmacık kemikleri, bir bahar tazeliği duygusu veriyor insana.
Tokmok Burana Minare
Bişkek’ten yaklaşık 8-9 saat mesafede yer alan Tokmok’a sadece bir minareyi fotoğraflamak için gidiyoruz. Minarenin mimari güzelliğinden ve bütünlediği manzaradan bu mekanda yüzlerce yıl önce mutlu mesut insanların yaşadığını anlıyoruz. Hakkında fazlaca bilgi sahibi olamadığımız minare Kırgız tarihinin sembol yapılarından biri olarak karlı dağların önünde görkemli bir abide duruşuyla bizi karşılıyor. Burana Minare’nin hemen yanında yer alan mezarlık dünyadaki en ilginç mezarlıklardan biri olarak dikkatlerimizi çekiyor. Geçmiş yüzyıllardan yüzümüze bakan bu taşlara Balbal adı veriliyor.
Balballar
Balbal, Eski Türklerde kişinin anılması için mezarının veya bazı kurganların etrafına dikilen mezar taşına verilen isim. Orta Asya Türklerinde, Şamanlık dininin geçerliliğini yaygın olarak koruduğu dönemde, ölen savaşçıların kurgan denilen mezarlarının etrafına dikilmiş, savaşçının öldürdüğü düşmanları ve bu kişilerin öbür dünyada onun hizmetçileri olacağına inanılacağını simgeleyen, genellikle bir taş parçasının üzerine yontulmuş, bir elinde kılıç, diğer elinde bir şerbet ya da şarap fincanı figürlerinden oluşan heykellere verilen ad. Bu taşların sayısının fazlalığı ölen kişinin sağ iken; gücünün, cesaretinin, kahramanlığının da simgesi aynı zamanda.İslam öncesi dönemde yaygın olan balballar, İslam dininin kabulünden sonra yerini üzerinden ayet ve duaların yer aldığı mezar taşlarına bırakmış.
Balbalların 6. yüzyılda dikildiği tahmin ediliyor. Kırgızistan içindeki ve tüm Orta Asya’daki bu mezar işaretleri, göçebe Türk boyları tarafından dikilmiş. Kırgızistan’daki balbalların hemen hepsi Çuy Vadisinde yer alıyor.
Narin şehri / çiçekleri ve çocukları bizim çiçeklere ve çocuklara benzeyen yer
Narin küçük bir şehir. İsmi gibi nazlı ve narin. Bu küçük şehirde bir Türk okulu olduğunu öğreniyor ve ziyaret ediyoruz. Türkiye’de iyi üniversitelerden mezun olup bu kadar uzak bir mesafeye kültürümüzü taşıyan güleryüzlü öğretmen arkadaşlarla karşılaşınca kendimizi evimizde hissediyoruz. Zihinleri parlak, zeki, aydınlık Kırgız çocuklarına Türkçe ve bilmi öğreten bu fedakar arkadaşların bir tarih yazdıklarını aslında yazmayıp yaşadıklarını hissediyoruz. Narin molamız birkaç saat sürüyor. Hedefimiz Taşrabat Kervansarayı.
Taşrabat Medresesi
Taş Rabat, Kırgızistan sınırları içende yer alan ve Orta Çağ mimarisi özelliğini taşıyan nadir anıtlardan biri. Çatır Gölü ile Torugart Geçiti’nin kuzeyinde ve Koşoy Korgon harabelerinin güneyinde, At-Başı İlçesi sınırları içinde Narin şehrine 125 km mesafede yer alan bu yapı, yeşil gri arası renkte taşların üst üste konulması ile inşa edilmiş. Hiçbir kitabesi, hakkında net bir bilginin olmadığı gizemli bir Kervansaray.
Büyük İpek Yolunda Çin’den gelen kervanlara dinlenme, ibadet etme ve kar fırtınalarından korunma olanağı sağlamış, vaktinde. Kervansaray, küçük güzel bir vadiyi ortalama 15 kilometre geçtikten sonra, Tanrı Dağları eteğindeki, yamacın karşısında yeşil yer mavi gök arasında kontrast bir renk olarak yer alıyor. Ana kubbeli bölüm, yaklaşık 30 veya 31 tane küçük kubbeli odalarla çevrili. Deniz seviyesinden 3530 metre yükseklikte yer alan Kervansarayın kışın çok değerli bir uğrak yeri hatta durak olduğu ortada. Eskimiş ve bakana çok da sırlarını açmayan duvarlar kim bilir kaç hikayeyi, kaç ayrılığı ve kavuşmayı da hafızasında saklıyor.
Oş şehri
Taşrabat yolculuğundan sonra pusulanın ibresi artık Oş’u gösteriyordu. Aynı ‘sağlam’ aracımızla ve tecrübeli şoförümüzle Bişkek’e döndük. Bişkekten iç hatlar uçağı ile bir saatlik bir mesafede Oş şehrine ulaştık. En merak ettiğim yer hiç şüphesiz Süleyman Too dağı idi. O dağın eteklerine kurulan Türk lisesinin adresini bulup oraya da uğradık. Hep aynı fedakarlık ve aynı güzellik. Bana mektup gönderen küçük bey’in okuduğu okul birkaç yıl önce olan depremde zarar görmüş ve bina kullanılmaz hale gelmiş. Hemen yanına yapılan yeni binalarda eğitim veriliyormuş. Okulun bahçesi ve Oş’ta bir zamansızlık duygusu, zaman üstü çağların insanı olma hissi içinde dolaşıyoruz.
Üzgen minare
Oş’a çok yakın Üzgen isimli şehirde tıpkı Tokmok’ta yer alan minare gibi bir yapı ve hemen yanında yer alan medrese binasını çekmek üzere yola koyuluyoruz güneş doğmadan. Karakteristik Kırgız mimarisi diye adlandırabileceğimiz minare ülkede görebileceğiniz nadir tarihi eserlerden bir diğeri. Gün doğumu saatlerinde müzeyi ve minareyi fotoğraflayıp erken saatlerde müzeye gelen müdür beyle ahbap oluyoruz. Medrese binasının hemen önünde biçimsiz duran ve müzeye zarar veren bir ağacı müze müdürünü de ikna ederek kestirdik.
Üzgen’de Özbek düğünü
Üzgen’de dost olduğumuz müze müdürü sabah gün doğumunda medreseyi fotoğrafladıktan sonra bizi ısrarla evine davet etti. İlginçtir sokaklar arasında ilerlerken bir ara sokaktan sabahın erken saatlerinde güzel bir müzik sesi duymaya başladık. Müziğin davetkar sesi bizi bir Özbek evine kadar götürdü. Kim olduğumuzu, nereden geldiğimizi hiç izah etme ihtiyacı hissetmeden bir düğün evi olduğunu anladığımız ve önünde davul ve mızıkalarla şarkılar söylenen, danslar edilen mekanı görünce fotoğraflar çekmeye ve müziği dinlemeye başladık. Güler yüzle içeri davet edildik. Girmezsek ayıp olacak bir misafirperverlikle hayır diyemedik. Burada bir düğüne şahit olmak ve gelenekleri hakkında ev sahibinden bilgi almak gerçekten keyifliydi.
Yalçın dağlar kadar zirve bir isim Cengiz Aytmatov
Yazdığı kitaplarla dünya edebiyatının büyük isimleri arasında yer alan Cengiz Aytmatov Kırgız asıllı bir yazar. Cengiz Han’a Küsen Bulut, Gün Olur Asra Bedel, Dişi Kurdun Rüyaları, Selvi Boylum Al Yazmalım, Toprak Ana gibi kitapları Türkçemize de çevrilen yazar ülkemize de oldukça sık gelip gitmiştir. Kendisi daha on yaşında iken babası Ruslar tarafından idam edilen Aytmatov’un eserlerinde yoğun bir hümanizm vurgusu, kimlikli, onurlu yaşama ideallerinin anlatımına sıkça rastlıyoruz.
Cengiz Aytmatov’u, ‘insanları mankurt olmaktan kurtaralım’ diyerek yaşadığı çağa ve ülkesine dair sorumluluklarını bilen ve yazdıkları ile başta ülkesi ve sscb’de ve ardından tüm dünyada büyük yankılar uyandıran bir yazar olarak hatırlayacağız. O tertemiz aşkların, efsane masalların, yerliliğin ve evrenselliğin yazarı olarak akıllarda kalarak Kırgızistan’ın suzmaz bir sesi olarak hep anlatmaya devam edecek.
Teknik bilgiler
Kırgızca Eylül 1991’den beri ülkenin resmî dili. Rusça da günlük hayatta nerede ise resmî dil gibi kullanılıyor. 20. yüzyıla kadar Arap alfabesi kullanılarak yazılan Kırgızca 1928’de Latin alfabesini, 1948’de ise Kiril alfabesini kullanmaya başlamış.
Kırgızistan Orta Asya’da yer alan bir ülke. Komşuları kuzeyde Kazakistan, batıda Özbekistan, güneybatıda Tacikistan ve güneydoğuda Çin Halk Cumhuriyeti’dir. Tanrı Dağları ülkenin %65’ini kaplar ve ülke bu yüzden “Orta Asya’nın İsviçre’si” olarak adlandırılır[5]. Kuzeybatı Tanrı Dağları üzerinde bulunan ve ülkenin en büyük gölü olan Issık Göl, Titikaka’dan sonra dünyanın en büyük dağ gölüdür.
Bu yazı 2012 yılının Kasım ayında yayınlanan Gezgin Dergisi’nin 69. sayısından alınmıştır.