Cuma , 19 Nisan 2024

Yaklaşan Büyük Yıldönümü

Ahmet Hamdi Tanpınar 

İstanbul birçok anlamda büyük bir şehir. Bu büyüklük yaklaşık bin küsür yıldır devam ediyor. Yüzyıllarca imparatorların rüyalarını süsleyen İstanbul’u son kez Sultan 2. Mehmed fethetti ve dünya tarihi ona Fatih ünvanını verdi. Fatih’ten günümüze bu fethin dünya için ne kadar önemli olduğu su götürmez bir mevzu. 555. yılını kutladığımız fethi yeniden hatırlamak istedik. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın enfes kaleminden bundan 62 sene evvel yazılmış 500. yıl kutlamaları hakkındaki yazısı günümüzde hala geçerliliğini koruyan tespitlerle dolu. Dergah yayınlarının izni ile yayınladığımız yazının entelektüel camiaya hatırlatacağı çok şey, şehir idarecilerine de faydalı tavsiyeleri var. Umarız kulak kabartırız.

Editörün notu

İstanbul fethinin 500. yıldönümüne yedi sene kaldı. İnsan ömrü için dahi düşünülse kısa bir zaman. O kadar yakın ki yarın gelecek ve bizi hiçbir şey yapmadan, gaflet içinde avlayacak diye korkmamak imkansız.

Çünkü istanbul fethinin beşyüzüncü yıldönümü sadece tarihte olmuş bir ışık kutlamak değildir. O iş, beyşüz yıl önce olup bitti, dünyanın o zamanki şartlar içine girdi; hatta en ufak neticeleri bile tarih oldu; yani bugünün şartlarını hazırladı. Zaten İstanbul’da yaşamak İstanbul’u bizim bilmek, bu fetih gününü kutlamaktır. Dün akşam benim yaptığım gibi bir boğaz köyünden Süleymaniye’nin, Fatih’in minarelerini pırıl pırıl yanar gören ve bu güzelliğin 500 senedir bizim olduğunu düşünen her İstanbullu, fethi kendisi için bir kere daha kutlamış değil midir? Bunu hergün ve her zaman, hepimiz yaşıyoruz. Bulgurlu köyünden veya Libade’den yokuş yukarı bir sabah vakti çıkan yolcu, dinlediği bülbül sesinde İstanbul fethini kutlamaz da ne yapar? Yaşamak, etrafımızdaki şeylerin şuuruna erdikçe bir dua olur. İstanbul’da yaşayan herkes, azçok bir güzellik içinde yaşadığını ve bu güzelliğin bu toprakta ve bizim elimizle açıldığını, bizim ruh bahçemiz olduğunu bilir.

Biz İstanbulu, başka varisleri de bulunduğu iddia edilen bir medeniyetten aldık ve orada, bu topraklar için, hatta dünya için yeni olan bir zevk ve kültür terkibi yaptık.

Şimdi bir taraftan bizden eskisine olan saygımızı, diğer taraftan da bu kültür ve zevkin bütünlüğünü, üstünlüğünü dünya karşısında göstermemiz lazımdır.

Bizans, yaşadığı devirlerde büyüktü; Roma’nın asıl varisi diye geçiniyordu. İmparatorluk Türkiyesi de onun kadar büyük oldu. Dünya muvazenesinin bir yığın yeni kazançlarla bozulduğu devirde bu kıta imparatorluğu ahlaki temellerin sağlamlığıyla gerçekten şaşırtıcıdır.

Ne benlik davaları, ne kafa ve kaynak ayrılıkları, bu ahlakın alevinde erimedi. Fethedilmiş bir toprağa asırlarca, o kadar karışık unsura müşterek vatan yapan bu ahlaki temeli olduğu gibi gösterebilmek en büyük kazançlarımızdan biri olacaktır. Çünkü o zaman sağdece fütühatçı bir millet olmadığımızı, bir kültür ve medeniyet yarattığımızı en geniş manada göstermiş olacağız.

Doğrusu istenirse Müslüman şark, hiçbir zaman, hiçbir yerde bizde olduğu kadar güzel, zevkli ve ölçülü olmadı. Yunan nisbetleriyle Roma azament ve şevketini adeta pür rönesans bir zarafetle hiçbir mimari bizimki kadar doyurmadı. Mistik felsefe ve din pek az yerde, hayatı çürütmeden onunla bu kadar yakından birleşmiştir. Musikimizin ruh cünbüşü, eskilerin tabiriyle şevki de aynı şeydir. Taş, duvar, yaldızlı yazı, nağme ve şiirin bütün hayatın malı olduğu çok nadir ve özlü medeniyetlerden birinin sahibiyiz.

İşte İstanbul’un beşyüzüncü yıldönümünü kutlamak için hazırlanırken bu iki temel düşünceyi daima göz önünde bulundurmak lazımdır.

Üçüncü bir nokta da İstanbul fethinin Malazgirt’ten başlayan bir hamleyi tamamladığı hakikatidir. Çünkü vatan, İstanbul’u fetihle bütünlüğünü kazanır. Tıpkı milletimizin tarihi vazifesine onu fetihle kavuştuğu gibi.

İstanbul’da geçen her saat, Sabahaddin Eyüboğlu’ndan dinlediğim eski ilahinin güftesine benzer:
Gülden kurulmuş bir Pazar
Gül alırlar, gül satarlar… güldür gül.

Çünkü İstanbul’da her saat bir sanat eseri gibi güzeldir. Hayır, bu yıldönümünün manası daha başka türlüdür. O semboliktir. Bizden ziyade dışarıya hitap edecğiz. Vakıa onu layıkiyle tes’id ettiğimiz zaman biz de hayata karşı kendimizi daha kuvvetli bulacağız, çünkü kendimizi daha yakından, daha iyi tanıyacağız. Fakat bunu dünyaya kedimizi gösterirken yapmış olacağız.

İstanbul gibi tılsımlı bir aynada bu kadar hazır ve sanatkar bir fon üzerinde bu beşyüz yılı aksettirebilirsek ne mutlu bize!..

Evet, İstanbul fethinin bu beşyüzüncü yıl dönümüne sadece bir zaferin, bir hücum saatinin tes’idi gibi bakarsak hata ederiz.

Hiçbir yerden vatanın kuruluşu dediğimiz şey, İstanbul tepelerinden olduğu kadar açıklıkla görülmez. Ancak Süleymaniye’nin avlusundan bakıldığı zaman, vatan orkestrasını teşkil eden sazların, tıpkı önce Erzurum, Bingöl dağlarının yıldızlarının ışığından rahlesini yakar. Sonra Kayseri, sırtından Sezar mantosunu atarak, Erciyes’in yeşil eteklerinden toplanmış bir nağme ile ona katılır. Sonra Konya ve Ankara, kendi bozkırlarının ortasından bir çoban ateşi gibi hasretle dolu gelirler. Sonra gittikçe artan bu nağme dalgası, Ege şehirlerinin sarışın uğultularıyla zenginleşir. Nihayet Bursa, rahmani neyini üfler, arkasından Edirne’nin beş asırlık çınlayacak zafer borusu öter; Üsküp ve Manastır’ın, Rumeli şehirlerinin büyük ve heybetli kösleri döğülmeye başlar. Tunç ve demirden, en sonunda İstanbul bir birinci keman gibi gelir ve yerine oturduğu zaman vatan orkestrası, tarihlerde gördüğümüz ve kanımızda tanıdğımız gibi kurulmuştur. Artık bütün nağmeler onun sihirli işareti altında toplanacaktır, ona yoldaşlık edecektir; herşey en güzel ve taze tarafıyla ona gidecektir.

İşte İstanbul’un beşinci yüzyılını kutlamaya hazırlananların üzerinde duracakları şeyler bunlardır.

Bu üç şeyi birden gösterebilirsek, bu beşyüz yılın insanlık karşısında şerefli bir hesabını vermiş olur, tarihe ve hakikate aynı derecede ihanet olan iftiraların üstüne çıkarız. Bence bu netideyce varmak için hazılayabileceğimiz en güzel abide, İstanbul’un kendisi olmalıdır. Büyük imar hareketlerinden bahsetmiyorum. Bir şehir kendi iktisadi kudreti kadar mamur olur. İstanbul geliştikçe güzelleşecektir. Elde olanı gerektiği gibi vermek şimdilik yetişir.

Bizden evvelki devirden ve bizim olan her şey, bütün abideler, mazi eserleri, büyük abidelerden başlayarak, çeşme, imaret, medrese, mezarlık, hepsi, herşey düzeltilmeli, uzaktan görülen en güz alıcı şekillerini almalı, ancak yakından tadılabilecek olanlar meydana çıkarılmalı, etrafları temizlenmeli, sürprizlerinin tam olamaları için lazım gelen şeyler tamamlanmalı, tamir ve restorasyon, hepsi yapılmalıdır.

O gün bütün çeşmeler akmalı, bütün beton kubbeler kurşun kaftanlarını giyinmiş, güneşe gülmeli, her eser ilk yapıldığı veya son defa tamir edildiği çehresiyle görünmelidir.

Bizans suru, Roma veya Osmanlı kemeri, vezir veya odalık hayatı hepsi tertemiz gülmeli ve bütün yollar onlara doğru gitmelidir.

Bu binaların ufkunu kapayan ve zevkimize uymayan, şehrin manzarasını zedeleyen yapılar ortadan kaldırılmalıdır. İstanbul, Üsküdar, Boğaz, kendi hususiyetlerine göre tanzim edilmelidir.

Bir başka makalemde, yıkılması İstanbul’un güzelliği için lazım olan binaları teker teker sayacağım. Fakat şimdiden söyleyeyim ki Boğaziçi’ni zevkimiz namına bize kaybettiren tütün ve tekel depoları, küçük inşaat atölyeleri, o kömür depoları, cemiyetin bünyesi düşünülürse, hiçbir suretle haketmediğimiz bir zevk iflasının eserleridir. Ne Boğaz ve Haliç, bu tarzda ticaret ve sanayi kolaylığı içinh feda edilecek yerler değildir. Hele mezbaha, Haliç gibi kapalı yerde hiçbir suretle kalamaz.

İkinci Mahmud’un, devletin selameti için kızkardeşlerinin yalılarını Feshane fabrikası yapmakla iyi niyetlerini göstermek istemesiyle başlayan bu bid’ati ortadan kaldırmalıyız. Yarının barış dünyasında İstanbul’u bir zevk cenneti yapmak istiyorsak ilk adım budur. Heyhat, bu sene Beylerbeyi’nin en güzel yerinde yeni bir küçük inşaat atölyesi kurulduğunu gördüm. Üsküdar’ın göze en çarpan kıyısında mavna yapan bir müze çalışması, bütün gün vapurla geçenlerin gözü önünde devam ediyor.

Tütün deposu yapılmak için Hüseyin Avni Paşa yalısı, kimseye sorulmadan on beş günde yıkılıyor. Paranın hayata tasarrufu vardır. Fakat şehre ancak devlet ve belediye, o da çok uyanık ve şuurlu, zevkli olmak şartıyla tasarruf edebilir. Hüseyin Avni Paşa yalısını bir daha yapmak imkansızdır; fakat tütün deposu her yerde ve her gün yapılabilir. Bizim vazifemiz yıkmak değil, onarmak olmalıdır. Şehir meselesinden sonra fikir ve kültür sahalarındaki mesai gelir. Fakat bu ikinci bir yazının konusudur.

Cumhuriyet, 20 Ağustos 1946

Yaklaşan Büyük Yıldönümü  – Bu yazı, 2008 yılının Mayıs ayında yayınlanan Gezgin dergisinin 16. sayısından alınmıştır.

Yazar : HALİT ÖMER CAMCI

Gezgin, ışık avcısı, oğlunun babası...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir